Risale-i Nur dünya sanatçılarına sesleniyor
Taha Çağlaroğlu Risale-i Nur Estetiği’ni Risale Haber’e anlattı
Röportaj: Ahmet Bilgi-Risale Haber
Taha Çağlaroğlu’nun “Risale-i Nur Estetiği” isimli eseri, geçtiğimiz hafta Etkileşim Yayınları’ndan çıktı. ‘Aşkın Güzellik’ adını da taşıyan eser, Bediüzzaman’ın 50. vefat yıldönümüne armağan edilmiş.
Risale-i Nur Estetiği, üç bölümden meydana geliyor. Birinci bölüm “Edebiyatımızda Risale-i Nur ve Bediüzzaman” adını taşıyor. İkinci bölüm, “Estetik Bir Ruh Haritası olarak Risale-i Nur” başlığını taşıyor. Bu başlık altında “Felsefi Zemin, Hüzün, Güzellik, Sanatın Kaynağı, Edebî Türler ve Diğerleri, Sonsuzluğun Yankısı ve Çatışma, Oratoryo, Roman ve Tiyatro, Risale-i Nur’un Dil ve Anlatım Özellikleri” alt başlıklarını taşıyan metinler var. Ayrıca Risaleden yansıyan “Tablolar” sunulmuş.
Üçüncü bölüm “Bediüzzaman Estetiği Üzerine Bir Soruşturma”dan oluşuyor. Bu soruşturmaya Suad Alkan, Kâmil Yeşil, Mehmet Ragıp Karcı, Mustafa Oral, Mehmet Nuri Yardım, Doç. Dr. Kenan Erdoğan, Arif Ay, Cahit Külekçi, Doç. Dr. Muhsin Kalkışım, Sadık Yalsızuçanlar, Murat Sönmez, Cihan Aktaş, Prof. Dr. Ahmet Atan, Nejat Turhan, Prof. Dr. İbrahim Özdemir, Senai Demirci, Prof. Dr. Mahmut Kaplan, Prof. Dr. Himmet Uç, Caner Kutlu ve Metin Karabaşoğlu cevap vermiş.
Kitapla ilgili olarak Taha Çağlaroğlu ile konuştuk.
Bu kitap niçin ve nasıl ortaya çıktı? Güzellik, estetik ve sanat konuları, sizi niçin ilgilendiriyor? Risale-i Nur’da bunların karşılığı nasıl?
Güzel, güzellik, sanat ve estetik, zihnimizi meşgul eden konular. Risale-i Nur’da bu konular sık sık karşımıza çıkar. Güzel ve güzellik… Güzel sanatlar… Atomdan galaksilere evreni kuşatan bin bir maddi ve manevi güzellik… Denizlerin, kuşların, bulutların, yazların ve kışların, güneşin ve ayın güzelliği… İnsan güzelliği… Bütün güzellikler manevi ve ilmî bir güzelliğin pırıltıları, yansımaları. O ilmî ve manevî mehâsin ve kemâlât, sonsuz bir sermedî hüsnün, cemalin ve kemalin cilveleri, yansımaları…
Güzelliklerin yanı sıra çirkinlikler de var edildi evrende. Değişim ve dönüşüm için zıtlar birbirine hikmetle karıştırıldı ve karşı karşıya getirildi. Zararlar menfaatlerle mezcedilerek, şerler hayırlara dâhil edilerek, çirkinlikler güzelliklerle bir araya toplanıp hamur gibi yoğrularak iki yol açıldı insanoğluna. Hakikatler ve güzellikler, kalbi hastalıksız, aklı müstakim, vicdanı marazsız, zevki selim insanlar aradı muhatap olarak.
İnsanın bilinçaltı saf hâliyle ezel bezminin havasını teneffüs etmenin berraklığıyla güzele ve güzelliğe âşık, meftun. Bu yüzden güzelliğin katmanlarını arar insan, yaşam yolculuğunda. Güzelliğin anılarını, mektuplarını, seyahatnamelerini, şiirlerini, biyografilerini, otobiyografilerini okumak, anlamak, yaşamak ister. Sanatçıların hayal gücüyle, yetenekleriyle, ruhsal yönelişleriyle, sonsuzluk özlemleriyle karşılaşmak, tanışmak ve aslında hayatın özünü, kendi ruhunu keşfetmek, ifadelendirmek ister.
Bediüzzaman’ın “Güzel değil batmakla gàib olan bir mahbub. Çünkü, zevâle mahkûm, hakiki güzel olamaz; aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.” (Sözler) ifadeleri hem gerçek anlamdaki güzeli tarif eder, hem de insanın nasıl mutlu olabileceğinin sınırlarını çizer. Kalp, Samed aynasıdır ve ebedî aşk, sonsuzluk özlemi için yaratılmıştır. İnsanın fıtratına beka aşkı yerleştirilmiştir. İnsan sevdiği her şeyde bir tür süreklilik, sonsuzluk vehmeder, sonra o şeyi sever. Ne vakit onun zevalini düşünse veya görse derinden derine feryat eder, feryad ü figan eder. Bediüzzaman “Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır” derken işte bu büyük gerçeği vurgular. Sanatçının dilinde ve elinde yeniden üretilen evler, eşyalar, insan yüzleri, şehirler, denizler ve uzaklar, yakınlar ve yakınlıklar niçin ilgisini çeker insanın? Neden duygulanırız, hüzünlenir ve düşünürüz tekrar tekrar? Neden gecenin bir vaktinde, sonbaharın ortasında, karlı bir öyküye dönmüşken hayat, bir güzellik ararız? Bir şiir, bir dost sesi, bir güzel söz, acımızı dindirecek bir hüsün, hasretimize bir cevap…
Bediiyat (estetik) ve Bediüzzaman (zamanın eşsiz güzelliği) sözcükleri birbirine pek yakışmaktadır. Risale-i Nur baştan sona insanın ruhsal estetik eğitimini esas almış, “Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen, hayatından lezzet alır” ilkesiyle iki cihan mutluluğunu hedeflemiştir. Sembolik anlamını “bulantı/ bunaltı”, “yabancı” ve “evrenin ortasına fırlatılmışlık” ifadelerinde bulan, çağımızın kötülüklerle dolu, günaha batmış, felâket ve helâket yüzlü hırçın ruhunu Risaleler, sonsuzlukla yüzleştirmiştir. “Güzel gör, hem güzel bak; tâ güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün; tâ leziz hayatı bulmalı” demiştir. (Sözler) Evrene yabancılaşma, bunaltı, ve umutsuzluk uçurumundan kurtuluş yolunu göstermiştir. Hayatı, Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği en değerli ve sonsuz hayatı kazandıracak bir sermaye, bir define ve bâkî kemâlâtın cihazâtını içine alan bir hazîne olarak (Sözler) nitelendiren Bediüzzaman, dünya ve ondaki varlıklar için "Ne kadar güzel yapılmış!" denmesini, "Ne kadar güzeldir!" denmemesini ister.
Bediüzzaman, insan- evren ilişkisini güzellik bağlamında nasıl değerlendirmiştir?
İnsan-evren bütünlüğünden hareket eden Bediüzzaman, insan ruhunu kâinatla karşılaştırmak, güzellikler mahşeri diyebileceğimiz bu ikiliyi daima buluşturmak istemiştir. Güzelliğin fark edilmesi, beğenilmesi insan ruhunda inşa edilmiş olan fıtri, evrensel bir yapıyla ilgilidir. Zorunlu değil fıtridir güzellik karşısında insanın tepkisi. Zaten insan elest bezminde hakikatin bin bir türlü güzelliğiyle karşılaşmış, özüne güzellik yerleştirilmiştir. Daha ruhlar âleminde iken insan ruhunun belleğine, insanın anlayabileceği tüm güzellikler yazılmış, nakşedilmiştir. Elest bezminde fıtrata bir arşiv gibi yerleştirilmiştir güzellikler.
İnsan dünya hayatında bu güzelliklerle karşılaşır. Güzellikleri keşfeder, hatta hatırlar; nice zamandır ayrı düştüğü vatanına kavuşmuş gibi olur. Bir randevu gibi. Sevgili geldiğinde onu bekliyor olmak, ruhen bu atmosferi yaşamak ne güzel! Bu büyük buluşma anlarında yüksek bir zevk alır insan ruhu. Bediüzzaman “On sekiz bin âlemin her birinin ışığı birer ism-i İlâhî olduğunu bana kanaat verecek bir vakıa-i kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki: Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu âlem binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Her bir perde açıldıkça diğer bir âlemi görüyordum” (Mektubat) derken kâinat ve insan âlemlerinin derinliklerine, katmanlarına işaret etmektedir. Fıtratla bellek, birbirine uyumlu kavramlardır.
Fıtrat ve bellek arasında nasıl bir ilişki var?
Fıtratın aslına aykırı hareket etmek tam bir ürkünçlüktür: Belleksiz yaşama ürkünçlüğü. Âdemoğlu, aslolandan, aslından uzaklaştıkça, yanlışa ve günaha battıkça mutsuzlaşır, gitgide belleğini yitirir; ruhunun belleğini. Güzellikleri de yitirir. Burada James Joyce’un Ulysess romanı için söylediği ünlü sözü, “bir gün Dublin yıkılıp ortadan kalksa Ulyses romanından tekrar inşa edilebilir” sözünü, hatırlıyorum. Böyle bir mecazdan yola çıkarak şunu söyleyebilir miyiz: Bize hakikati gösteren metinlere ulaşamasak bile, hakikati nefsinde yaşayan insanların hâllerine bakarak, ruhumuzun belleğine ulaşarak, fıtratın aslına dönerek o güzellikleri bir metin hâlinde inşa edebiliriz.
Kâinat içindeki kesret gibi görünen şeyler, aslında vahdete işaret etmektedir. Hakikatin yolunu şaşıran düşünceler, felsefeler, vahdetten kesrete gittiler. Birliği, bütünlüğü, Bir olanı keşfedemediler. Başta, tek bir Allah inancına dayanan bir din vardı. Bazı insanlar küfre, dalâlete düşe düşe mevhum tanrılar icat etti. Güzelliği de böyle değerlendirmek mümkün. Başta tek bir güzellik, yani aşkın güzellik dediğimiz saf ve yalın güzellik vardı. Sonra insanlar, bu güzellikten kopuşlar yaşayarak, kendileri nezdinde bu güzelliği dağıttılar.
Estetiğin Alman düşünür Baumgarten’in 18. yüzyılda yayımladığı “Estetik” adlı eserle bir bilim ve disiplin hâlinde ortaya çıkışı bazı kimselerce kabul edilmiş ise de estetiğin tarihi genel olarak eski milletlere, 2500 yıl öncesine, hatta ilk insanlara kadar dayandırılır. Yunancadaki duygu, duyuş, duymak, algılamak anlamındaki “aisthesis” ya da “aisthanshai” kelimesinden gelen, doğu dillerinde de hayret verici güzellikte, beğenilen anlamını içeren bediiyat kelimesiyle ifade edilen estetik, günümüzde genel anlamda “güzellik, güzelliğin bilimi ve onun değerlendirilmesi” anlamında kullanılmaktadır. Dücane Cündioğlu, “Sanat ve Devlet” (Yeni Şafak, 06.03.2010) başlıklı yazısında Türkçe'de yayımlanan estetik kitaplarının çoğunun, aslında 'Marksist Estetik' üzerine olduğunu vurgular. Bu tespit, bize Risale-i Nur Estetiği üzerinde çalışmanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ilham etmiştir; önemli olduğu kadar, süreklilik ve derinlik istediğini de.
Bediüzzaman estetiğinin veya Risale-i Nur estetiğinin farkı ne?
Bediüzzaman estetiği, bir anlamda evrenin bütünlüğüne tekabül etmektedir; çünkü evrendeki her şey, her şeyle ilgilidir. Bediüzzaman estetiği içinde hem enfüsi, hem afaki, hem psikolojik hem sosyolojik estetik vardır. Ancak tüm güzelliklere ve bu güzelliklerin ardındaki aşkın güzelliğe dikkat çeken Bediüzzaman, “güzellik dini”ne, “estetizm dini”ne bağlı biri de değildir. Güzelliği ilahlaştırmaz; güzelliğin kimden geldiğine bakar ve baktırır. Bir anlamda estetik bir tefekkürle insan ve kâinat üzerinde düşünür. Doğrudan uzaklaştırılmış bir estetik anlayışına da tavır koyar; sanat, edebiyat ve estetiğin, yanlışın lehine kullanılmasına da… Güzellik, aslî bir ihtiyaçtır. Güzellikten hoşlanmak, insan ruhuna konuşlandırılmış bir yetidir.
Kelamda “Hem de san’at-ı hayaliyesiyle tabiata şakirtlik etmek gerektir. Tâ tabiatın kavânini onun san’atında in’ikâs edebilsin” (Muhakemat, s. 96) ilkesini öngören Bediüzzaman tabiat ve sanat arasında ilişki kurarak sanatçıyı tabiatın öğrencisi olmaya çağırır. Büyük bir insan konumundaki kâinatın yapısı, işleyişi, tekâmülü, olgunlaşma süreci, küçük bir kâinat konumundaki insanın hayaline, sanatına, kurgusal dünyasının mantıksal atmosferine de yansımalıdır.
Estetik bir ruh haritası niteliğindeki Risale-i Nur’un her neresine bakılırsa bakılsın, orada insanı onaran, güzeli gösteren, güzele yönelten bir söz, bir temsilî hikâye, bir mecaz, bir mesel bulunur. Kâinatın her yerinde, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “imanın güzelliği, hakikatin güzelliği, nurun hüsnü, çiçeğin hüsnü, ruhun cemâli, suretin cemâli, şefkatin güzelliği, adaletin güzelliği, merhametin hüsnü, hikmetin hüsnü” parıldamaktadır. Güzellik de bir rahmettir ve Risale-i Nur’da çoksesli bir güzelliğin keşfi ve ruhlarda bu güzelliklerin inşası söz konusudur. Felsefe ve estetikle uğraşanlar genellikle doğruyu mantıkla, iyiyi ahlâkla, güzelliği de bediiyatla ilişkilendirirken Risale-i Nur’da her şeyde bir güzellik arayışı göze çarpmakta, insanın bu anlamda estetik eğitimi ele alınmaktadır.
Anahtar cümle olarak seçtiğimiz cümlede geçen “imanın güzelliği, hakikatin güzelliği, nurun hüsnü, çiçeğin hüsnü, ruhun cemâli, suretin cemâli, şefkatin güzelliği, adaletin güzelliği, merhametin hüsnü, hikmetin hüsnü” ifadeleri, aslında estetik temellere oturmuş bir medeniyetin ve estetik değerlerin çerçevesini de çizmektedir. Bir medeniyet, ancak bu güzelliklerle inşa edilebilir. Bir medeniyetin hukuku, adaleti, mantığı, felsefesi, sosyolojisi, psikolojisi, sanatı, edebiyatı, mimarisi ve musikisi bu anahtar cümlede bir hazine olarak gizlidir.
Sanat dünyasında sanat eseri estetik nesne olarak da alınır. Sanat eseri de kendi yapısına uygun parçaların bir araya getirilişiyle ortaya çıkar. Şiir kelimelerden, müzik seslerden, resim çizgi ve renklerden oluşur. Ben bunlara Bediüzzaman’ın “iman, hakikat, nur, çiçek, ruh, suret, şefkat, adalet, merhamet, hikmet” öğelerini de kattığını, bu öğelerin de bir araya getirilmesiyle estetik bir tablo oluştuğunu düşünüyorum. “İman, hakikat, nur, çiçek, ruh, suret, şefkat, adalet, merhamet” ve “hikmet”in hangi parçaların bütünleştirilmesiyle ortaya çıktığı, bunun sonucunda da “güzel” kavramının karşımızda nasıl belirdiği problemi, Risale-i Nur’da, hem de onun bütününe yayılarak, izah edilmiştir.
Özellikle de yalın ve saf güzelliğin parıldadığı “iman, hakikat, nur, ruh, şefkat, adalet, merhamet, hikmet” öğelerinde güzelliği görebilmek, keşfedebilmek için evrendeki bütünlüğün, olaylar arasındaki ilişkilerin, yaşadıklarımızın arkaplanının insanın ontolojik konumunun bilincinde olmak gerekir. Estetik objelerin, sanat eserlerinin yapısı nasıl ki şiir çözümleme yöntemi, roman çözümleme yöntemi gibi birtakım yöntemlerle çözümlenebiliyorsa saf güzelliğin yansıdığı “iman, hakikat, nur, ruh, şefkat, adalet, merhamet, hikmet” de vahiy ikliminden akseden pırıltı, söz, şua, lema ve mektuplarla çözümlenmelidir.
İşte aslında Risale-i Nur bunu yapmıştır. İnsana ve evrene, yaşadığımız ruhsal veya sosyal olaylara ne kadar bütüncül bakabilirsek mücerret (yalın ve saf) güzellik de o ölçüde bizi aydınlatacak, estetik değerler hem iç dünyamızda hem de insan ilişkileri anlamında toplumsal olarak bizi güzel olana yöneltecektir.
Risale-i Nur, sadece Türkiye’deki sanatçı ve edebiyatçılara mı bir şey söylüyor?
Hayır. O, herkesi çağırıyor.
Peki, Risale-i Nur’daki sanat ve estetik boyutları ne ölçüde keşfedilmiştir?
Bu alanda hem kuramsal hem de pratik açıdan yürümek, çok yürümek lâzım geliyor. Dublin’deki öykücünün, Paris’teki şairin, Venedik’teki denemecinin, Petersburg’daki romancının, Viyana’daki müzisyenin, İsviçre’deki ressamın, Tokyo’daki, Küba’daki sanatçının dünyası da, ahireti de Risale-i Nur’daki hazinelere muhtaç. Sanat, edebiyat, estetik dünyası, tüm dünyada Risale-i Nur’daki hakikatleri bilerek veya farkında olmaksızın arıyor. Risale-i Nur da onları güzelliğin başkentine çağırıyor. Güzellik konusundaki duyarlılığımız arttıkça, güzellikleri yeniden ve her an keşfetme cehdimiz arttıkça yaşantımızın her alanında (ailede, eğitimde, ekonomide, politikada vb.) yeni pırıltılar, yeni şualar, yeni lemalar çağıldayacaktır.