Halil KÖPRÜCÜOĞLU
Risale-i Nura göre dünyevîleşmek, kalbin mağlubiyeti-2
Dünyevileşenlerin sosyal hayatta dayanak noktası, kuvvettir. Kuvveti esas alırlar. Onlara göre kuvvetli olan haklıdır. Bu yüzden dünyevileşmek isteyenin, gücü her şeye rağmen elde etmek, hayatının en büyük gayesi olur. Parayı, hem de çok parayı, ne bahasına olursa olsun ele geçirmesi lazımdır. Öyle de yapar.
Onların hedefleri menfaat’lerine ulaşmaktır. Hayatlarında, gayelerine ulaşabilmek için yol olarak cidâli, mücadeleyi seçmişlerdir. Yardımlaşmayı sadece mecbur kalırsa o zaman düşünürler. Toplum hayatında unsuriyet, ırkçılık, menfi milliyetçilik, onlarda başka bir esas olmuştur.
Bunlarla, bütün heves ve arzularına sınırsız ulaşmak; başka bir ifadeyle psikolojide güdüler olarak ifade edilen latifeleri ölçüsüzce belki hayvanca tatmin etmek onların yegâne gayesidir. Kısaca “ferç ve batnın hevesatına münhasır bir hayat” hedeflerler.
Hayatta Kuvvet esas olunca haklara tecavüz; menfaat esas olduğunda, her arzuya sınırsız bir ulaşım için boğuşmak her zeminde artar. Mücadelenin, cidâlin prensip olduğu ortamda her an çarpışmak söz konusudur. Adeta “kurtlar burun buruna uyurlar”. Unsuriyetin, ırkçılığın esas alınması, başkasını yutarak beslenmek gerektirdiğinden, hak ihlalleri, tecavüzler kaçınılmazdır. İşte dünyevileşmenin bu hikmetsiz özellikleri sonucu ki, hem dünyevileşen insanların hem de onların bulunduğu toplumun, hatta dünyanın saadeti maalesef yok olmuştur. Bediüzzaman, bu sebeple ehl-i gafletin dünyası için :
“Beni dünyaya çağırma,/Ona geldim fenâ gördüm.
Demâ gaflet hicâp oldu,/Ve nur-u Hak nihan gördüm....” derken;
Mümininki için :
“Demâ gaflet zeval buldu,/Ve nur-u Hak ayan gördüm.
Vücut burhan-ı Zât oldu,/Hayat, mir'ât-ı Haktır, gör....” (Sözler–84) der.
İki tarz hayatın bütün veçhelerini yazının devamında ortaya koyar.
Çünkü insan, “..o cihazat-ı maneviyesini nefsin hevesatına sarfetse; bozulan çekirdek gibi bir cüz'î telezzüz için kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes'uliyet-i maneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir..”( 23.Söz -137);“ ..hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider..”(Age,138)
Çaresi de bellidir. İnsan ,“...eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim'in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder. Sonra, a'lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir. “(Age,138)
Tarihte okuduğunuz, yiyip yiyip, doyunca kaz tüyleriyle boğazlarını tahrik edip kusarak tekrar yiyen Roma büyükleri (!) bunların o zemindeki temsilcileridir. Arenalarda insanları birbirine kırdırıp, aslanlara parçalatıp gazap hissini hayvanca tatmin edenler; güya insanlığın saadeti için milyonlarca insanı öldürmekten çekinmeyenler hangi isim ve namla olursa olsunlar hep ayni hastalığın ürünleridir, tezahürleridir.
Halbuki Bediüzzaman’a göre “..hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflisini tatmak için bütün letaifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye müsahhar ....” etmek terakki değil, sukuttur...” terakki ise; “insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her birisini kendine lâyık, onunla ilgili hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul etmektir.” (23. Söz–137)
Bu sekülerizm virüsü sadece ehl-i dünyayı vurmuyor. Maalesef ehl-i iman da bundan çok etkilenmiş. Bunda, klasik ifadesiyle, sadece nefis ve şeytan müessir değildir. Dünyevileşenler, modern çağın her vasıtasını kullanarak, müthiş bir toplum mühendisliğine girişip, herkesi kendi istedikleri hale getirmeye çalışıyorlar. Maalesef bunda muvaffak da oluyorlar. Hatta bütün vasıtalar kontrol altında tutulduğundan, onların felsefeleri dışındaki doğru bilgiye ulaşılması bile artık hemen hemen bütün dünyada kolay değildir.
“Televizyon, uydu anteni, bilgisayar gibi bütün modern teknolojinin ürünleri, şu anda çok ileri modelleri icat edilmiş olduğu halde, eski ve demode olanlardan yeterli paralar kazandıktan sonra, piyasaya yavaş yavaş sürülüyor” diyenlere hak verecek çok örnekleri yaşıyoruz. Hemen her zaman bir kaç yıl önce aldığınız ürünü değiştirmek, yenilemek mecburiyetinde kalıyorsunuz. Bunu, sadece teknolojinin çabuk gelişmesiyle izah ettirmeyen çok kötü örnekler var.“İhtilalin olgunlaşması için bekledik. Ama çok kan döküldü” diyen ihtilalci general gibi, “asrın tehlikeli hastalıklarıyla ilgili ilaçların bulunduğu, ancak birilerinin yeterli veya uygun gördükleri kazanç seviyesine ulaşılamadığı için bekleniyor, piyasaya sürülmüyor “diyenlere, hak vermek acaba daha mı doğru olur.
Branşım icabı Tasavvufu okudum, inceledim. Orada dünya nimetlerine, bilhassa yeme içmeye, keyif etmeye karşı bir içtinap vardır. Orada acz ve fakrı, riyazet ile daha iyi kavramak söz konusudur. Ancak bu memlekette Kaprislerimize hitap eden, farklı yapıdaki çok lüks otel ve benzeri yerlerin çoğalması ve İslamî cemaat mensubu, tasavvuf ehli arkadaşların bu sektörde önemli bir müşteri yoğunluğu oluşturması; lüks arabalara, sahillerde veya yaylalardaki lüks, saray gibi evlere yönelmeleri nasıl izah edilebilir. Haşema gibi bir ürünün, bir mânânın yaygınlaşması bu sahadaki önemli verilerdir ve oldukça düşündürücüdür.
Mü’min, helâl dairede her şeyi elbette yapabilir. Hele Bediüzzaman’ın tabiriyle kesben değil de kalben terk etmeyi becerebiliyorsa hiç problem yoktur. Çünkü Allah, “Bütün nev-i insanı ve hattâ hayvânâtı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka hâdim ve musahhar etmiş” tir.(R.N.520) Siz, rızka mü’minane, mana-yı harfiyle bakabilirseniz, aşık bile olsanız zararı yoktur. Çünkü Bediüzzaman’a göre“...rızkın aşka lâyık bir sureti” vardır.
Ancak seçilen yol Tasavvuf olursa, böyle olması söz konusu olamaz, doğru da değildir. Çünkü o yolun kendi kaidelerine aykırıdır. O yolda, lezzetlerle içi içe olarak yaşamada, insanı dengeleyecek başka prensipler olmadığından orada bu şekilde devam edenler için tehlikeler söz konusudur. Ya “ben tarikatçıyım” diyecek, o yolun kendisine has, güzel kaidelerine tâbi olacaksın veya normal bir İslamî yolu tercih edip sırat-ı müstakimin geniş ölçüleriyle yaşayacak, dünyayı kesben değil, kalben terk edip, şükür için her şeyle muhatap olacaksın. Burada da dünyevileşme, kendi prensiplerinde samimiyetsizlik şeklinde tezahür ediyor.
Çok hâlis başka gruplarda da dünyevileşmenin çok tezahürleri var. Nefis ve şeytan, imanla gelişmiş aklı bile, cerbeze yaptırarak kullanıyor, insanı çok entrikalarla aldatıyor. Memleketine, insanlığa, dine hizmet için ortaya çıkmış meslekî kuruluşların lüks otellerdeki tamamen keyif etmeye matuf faaliyetleri elbette onların dinlenme ve helâl dairede eğlenme haklarına girer. Ama o kuruluşların vazifelerini hakkıyla yapması söz konusu ise, bu vazifelere mani olmuyorsa bu haklarını kullanabilirler. “Ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hakim olsa...”(İktisat–658) dünyadaki lezzetlerle muhatap olmalarında zarar yoktur.
Gününün, haftasının, ayının, yılının, hatta ömrünün muhasebesini yapamayan, dünya-ahiret dengesini kamet-i kıymetine göre kuramayanlar, sadece kaliteli ve lezzetli hayat yaşamayı tercih edenlere, kesinlikle dünyevileşme virüsüne yakalanmışlardır diyebiliriz. Yoksa 5. Sözdeki gibi “...devletin angaryasını taşımak” manası içinde dünya ile doyasıya muhatap olmak mümkündür. Bu meselenin özel şartları ve ölçüleri vardır.
Daha önce çalıştığım bir şehirde çok yönlü iş yapan bir tüccar vardı. Dindar, efendi birisi. Halı, mobilya, konfeksiyon, manifatura ve kuyumculuk yapıyordu. Bir bayram öncesi baş tezgahtarı, işe aniden gelmemeye başlamıştı. Tüccar arkadaş çok ağır ithamlarla hakaretler yağdırıyordu. “Her bayram arifesinde böyle yapar” diye bağırıp duruyordu. Komşum olan tezgâhtarla eve giderken karşılaştım, kendisine yaptığının doğru olmadığını ifade etmeye çalıştım. Fakat anlattıkları karşısında çok şaşırdım. Meğer asgari ücretin altında 8–10 yıldır çalışan, 3 çocuğu olan tezgâhtar, verilen miktarla geçinemeyip ücreti artırabilmek için çaresiz kalınca bu yola başvurmak mecburiyetinde kalırmış. Ben hemen tüccar arkadaşın yanına dönüp, ona “Komünistlerin ortaya çıkması sizin gibi hatalı insanlar yüzünden oluyor “diyerek; verdiği ücretle, değil çalışmanın, yaşamanın bile mümkün olamayacağını anlattım. Bunun dünyada da ahirette de çok cezasını çekeceğini ifade etmeye, doğrusunun ne olduğunu izaha çalıştım. Tüccar arkadaş “yapacaktım, edecektim” deyip duruyor ama bir türlü “yaptım, ettim” diyemiyordu. Vay benim hayalî arkadaşım !....
Şirkete mobilya almıştık. Mobilyacıda şöför, taşıyıcı, montajcı olarak çalışan, Selendi’nin köylerinden bir genç, verilenle geçinemediğini, patronlarının çok kazandıklarını, çok rahat ve lüks yaşadıklarını anlatmış ve ağlayarak “Eğer hanımıma ve iki çocuğuma bakma garantisi verseler her şeyi, hatta öldürmeyi bile çok rahat göze alabilirim” deyince çok üzülmüş, ben de ağlamamak için kendimi zor tutmuş, asla yanlışlara gitmemesi gerektiğini anlatmaya çalışmıştım. Allah, geliri iyi olan patronlara iz’an versin, devletimize de bu yolda insan haysiyetine yakışır düzenlemeler yapmayı nasip etsin.
Bir İslâmî sohbette, zekâtla ilgili bir mevzu okunuyordu. Bir esnaf arkadaş kulağıma hafifçe “şu karşıdaki arkadaş bu okunanla ilgili olarak, sence ne düşünüyor “dedi ve ekledi.”O arkadaş bu meseleyi okuyan arkadaşın yanında 10 yıldır çalışıyor ve 3-4 çocuğu var. Şu kadar ücret alıyor. Geçinemiyor.” dedi. Ben “çok kötü şeyler söylese gerek” deyince; “Maalesef, çok, ama çok kötü şeyler söylüyor ve zekatla ilgili İslâm’ın ölçülerini anlatan, fakat bunu yaşayamayan insanlara lanetler okuyor.” Bunları öğrenince çok utandım, çok üzüldüm. İlgili patrona olayı anlatamadım.”Daha düşük ücretle çalışacak çok insan var” deyip duruyordu. Olaya kendi açısından bakıyor, iki tarafı da düşünemiyordu.
Homeros’un “Trakyalılar” adlı bir yazısı var. Bir Lise Edebiyat kitabından ders olarak okutmuştum. Homeros bu yazısına göre, Trakyalılar ülkesinde sanatla, ziraatla, ticaretle uğraşanlar değersiz addedilirler; ancak ahlaksız, alçak, hırsız, soyguncu, eşkiya olan insanlar ise memleketin en efendileri, en iyileri, en başarılıları olarak telakki edilirlermiş. Asırlar sonrasını ifade eden M.Karabaşoğlu’nun Dijital Dünya’sını okurken ayni mânâların terennüm edildiğini hayretle gördüm. Çünkü gerçekten artık günümüzde gelinen üst seviye ve makam, binilen lüks araba, oturulan saray yavrusu ev, malikâne, kazanılan büyük paralar sadece dijital olarak değerlendiriliyor ve mutlak anlamda kıymetli addediliyor. Onlara nasıl ulaşıldığının, nasıl kazanıldıklarının hiç önemi yok! Artık her yol mubah! Hatta her şeye rağmen bunlara ulaşanlar büyük birer kahraman (!) olarak kabul görüyorlar. Bu kabul zaman içerisinde makbul bir tavır olarak ortaya çıkıyor; bir sârî hastalık gibi mü’minleri de etkisi altına alıyor. Herkesin nazarında kıymet, değer, sadece ve sadece zahiren muvaffak oluşu ifade eden zenginlik, makam sahibi oluş, güçlülük olarak arz-ı endam ediyor maalesef...
Dindar bir tüccar arkadaş, “Enflasyon keşke düşmeseydi. Kâr oranlarımız çok azaldı. Enflasyon varken daha iyiydi” deyince “Kusura bakmayın ama, bu nasıl dindarlık “demek mecburiyetinde kaldık. Ateşin, hastalığın emaresi olması gibi, enflasyonun ekonomideki hastalığın işareti olduğunu, artık zenginlerden bazılarının sermayesini kat kat artırmadan, ticaret yapamadığını düşünmesinin çok hatalı olduğunu, malını muhafaza etmek, kiralarını ödeyebilmek, ihtiyaçların karşılayabilmek ve de makul bir kâr etmek, yeterli iken bununla kifayet edilemediğini anlattık. Birilerinin çok kar etmesi yanında birileri perişan oluyorsa bunun normal olmadığını söylemeye çalıştık. Nezaket her şeyi açıkça anlatmaya mani oldu. Ancak bir arkadaş da dayanamayıp “İşte tarihteki Büyük Fransız İhtilalinin, Komünizmin ortaya çıkışı hep bu düşünce tarzında yaşayanlar yüzünden olmadı mı.” demekten kendini alıkoyamadı.
Halbuki; “..her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak ...” dindir. (İ.İcaz–1215) Ne kadar haklı bir düşünce. Yoksa insan, olaylara tamamen kendi perspektifinden bakıyor ve ahlaklı olmasına rağmen bunun doğruluğuna inanabiliyor. Mağlup olmuş kalbi onu yanıltıyor.
Yine bir sohbette yaşlı bir bey, “Hz. Hasan’ın halifelikten istinkâf edişinin büyüklüğünü, İslâm için bu mânânın ehemmiyetini” okuyor, anlatıyordu. Sohbetten sonra bazı kültürlü arkadaşlar onun için “Allah okudukların tatbik etmeyi de nasip etsin inşâllah” dediler. Çünkü o ağabey oradaki gençlere, kabiliyetli diğer arkadaşlara bilerek veya bilmeyerek hayat hakkı tanımıyor, jübilesini yapamıyor, onbustman olarak hayatına devam edemiyordu. Tâbi olduğu felsefenin, “Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme “(Lemaat-330) düsturuna; ”En bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’anîden süzülen tatlı bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir” (İhlas-671) prensibine uyamıyordu.
Bu misalleri dünyevileşmenin mü’minlerde de ne boyutlara ulaştığını ifade edebilmek için üzülerek, istemeyerek anlatmak mecburiyetinde kaldığım için özür dilerim. Esasen örnekler bunlarla da kalmaz. Tabi ki şeytan veya nefis, mü’minlere haramlığı açıkça belli olan ahlaksızlığı, hırsızlığı yaptıramaz; ancak buna benzer hatalarla şahsî menfaatleri esas aldırarak, hodgâmlık yaptırarak vartaya düşürür. Muvaffak olabilirse daha sonra daha büyük vartalara götürmek için zemini de hazırlamış oluyor.
Bugün, bütün insanlığa ait olan ve kıyamete kadar insanların kullanacakları çevre mânâsına dâhil her şeyin sadece kendilerini ve zamanlarını düşünerek, hoyratça, hatta tam tabiriyle, alçakça kullanılması bile dünyevileşmenin menfaatperestlik şeklinde tezahürü değilse, nedir. % 50-60 ıskonto ile satış yapanlar, eğer ellerindeki malları zararına da olsa bitirmek için satmıyorlarsa ve makul izahları, istisnaları yoksa, bu şekilde de yüksek kâr edebiliyorlarsa, daha önceki kâr oranı acaba % kaçtır. Bu insanlarla kesinlikle alışveriş edilmez, onlara güvenilmez. İnşaatlarda, resmi rayiçler piyasa realitesinin altında olmasına rağmen, % 30–40 indirimli ihâle alışın izahını herkes bilir. Küçük bir sarsıntı veya darbeyle yıkılıveren okul ve kamu binaları, yok olan millî servet ve kaybedilen canlar bile insanları düzeltemiyor. Seküler insanın ulaşması gereken üst hedefler vardır. Bunun için çok paraya ve güce ihtiyaç söz konusudur. Ya çalınacak ya çalınacaktır. Bunun başka izahı olamaz. Silahla yol kesenler, bunların yanında “baba hırsız, yiğit hırsız”dır.
Yaratılış gâyesi olan ibadet etmenin en önemli tezahürü olan namaz kılmayı bile “Aradan çıkaralım, rahat edelim” haline getiren bazı mü’minlerin hâlinin yanında; insanla beraber var olan, uğrunda türküler, şarkılar yakılan, hatta uğrunda hayatlar feda edilen, sevginin şiddetli bir tezahür şekli olan aşka, “Aşk Bir Köpekliktir” diye kitap yazılması;..”ekonomi, insan hayatında bir referans noktası olarak dinin yerini aldı.-(Joe Domingguez)”denilebilmesi; depreme “İlâhi İkaz” diyenin cezalandırılmaya kalkılması bu konuda artık nasıl bir noktaya gelindiğinin en açık örnekleridir.
Birileri profesör olduktan sonra hiç bir şey yapmadan çay kahve kurası çekiyor, ilimle falan uğraşmıyor, yıllarca bir ilmî makale yazmıyor, yazamıyor, bir ilmî çalışma yapmıyor, yapamıyorsa (yapan çoklar hariç…), hatta Rektör olduğu halde başkasının çalışmasını kendimin diye takdim edebiliyorsa; ilim dünyası, asistanların eline kalıyorsa; birileri millete, ülkenin işlerini yapmak gayesiyle vekil olduktan sonra sadece kese doldurmaya çalışıyorsa veya en hafifiyle iyi yaşıyor ve asli vazifesini yapmıyorsa (elbette yapanlar hariç…); bazı doktorlar, Hipokrat yeminlerine rağmen döner sermayeyi artırmak veya daha fazla para kazanmak için ihtiyaç olmadığı halde bazı tahlilleri yaptırıyor, bazı filmleri çektiriyor, hatta bazı ameliyatları yapabiliyorsa; bazı avukatlar hakkı zâyi olmuş insanların hakkını elde etmek için değil de, suçları örtbas etmek veya zâyi olmuş hakların kurtarılmasına mâni olmak için bilgilerini kullana biliyorsa; bazı emniyet ve adalet temsilcileri suçları önlemek ve adaleti sağlamak için değil de tam tersini yaparak sadece kendi keselerini doldurmayı düşüne biliyorsa, birileri kolay yoldan para kazanmak için gıda sektöründe bile her türlü pisliğe razı olabiliyorsa (Hepsinde çoklukta olan iyiler, sözlerimizin dışındadırlar…) bütün bunlar dünyevileşmenin ne kadar rezil ve feci bir hale geldiğinin tezahürüdür. Televizyonlar, gazeteler, Internet sayfaları bu tür olaylarla dolu.
Ahlak yok olmuş, değerler ölçüleri ve meslekî yeminler unutulmuş, vicdanlar susmuş, susturulmuş veya dinlenmemekte dinlenememektedir. Artık vücutlarında hatta benliklerinde biyolojik, fiziki, ruhî saat oluşmuştur. Başka türlü yaşamaları oldukça zordur. Sadece kendileri, yakın lezzetleri söz konusudur. Bol bol kazanmalı ve bol bol tüketmelidirler. Bir zaman bir lider batıda elektrik tüketim miktarının medeniyet ölçüsü olduğunu söylemişti. Yeni evler, model arabalar, güzel ve gösterişli elbiseler, pahalı ve değişik lüks yiyecekler alınmalı, alınmalıdır. Bu arada bir türlü bulunamayan saadete kavuşamadan, gerçek saadet elde edilemeden hayatlar bu yolda harcanıp bitirilmektedir. Memleketimizin, hatta dünyanın bu günkü perişan hali hep bunların sonucudur. Gazetelerde ve TV. filmlerinde o kadar çok örnek var ki insan, ümitsizliğe düşmemek için bazen gözünü, kulağını kapatmak istiyor.
İki Dünya Savaşı, nükleer silah yalanlarıyla Irak’ın işgali, filan sebeple Afganistan’a girilmesi, hatta söylenenlere göre 11 Eylülde İkiz Kulelerin bile belki de kendi elleriyle yerle bir edilmesi (ki bununla ilgili TV. programları dahi yapıldı) hep dünyevileşmenin ne kadar kritik noktaya ulaştığının, hodgâmlığın ve menfaatperestliğin, “Ferç ve batnın hevesâtını tatmin” (Sözler–50) etmenin ne kadar dehşetli, zehirli bir bileşim haline geldiğinin, çok üzücü tezahürleridir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.