Erdem AKÇA
Said Nursi’nin tarif ettiği bazı kavramlar ve hakikate tatbikleri
Üstad Bediüzzaman, baştan sona bir ilim ve irfan mecmuası olan Risale-i Nur Külliyatını mantık, felsefe, fen bilimleri, tasavvuf, kelam, tefsir, hadis, fıkıh, ilm-i usûl v.s. birçok sahaya dair ilim dallarına dayanarak kaleme almıştır. Zaman zaman bu sahalardaki muğlaklığı giderecek, bazen de yanlış anlamaları düzeltecek şekilde tanımlamalarda bulunarak o tanım çerçevesinde serd edilmiş olan Âyetler ve hadislerin sağlıklı anlaşılmasını sağlar.
Bu makalede Bediüzzaman’ın mantık, kelam, tasavvuf ve ilm-i hakikat konusunda yaptığı bazı tanımları aktaracak, ufak açıklamalara girişecek, sonrasında bu hakikatlerin varlık âlemine tatbikinin Bediüzzaman tarafından yapıldığı bölümleri nakledecek ve gerisini okuyucunun tefekkür dünyasına havale edeceğim:
Fikir
“Fikir, taklid için, yani kendilerine uyulması için hilkatteki müteselsil sebeplerin terettübünü ortaya çıkaran bir keşşaftır. Fikir bunlara göre tahlîlde bulunur ve öğrenir. Bunları terkîb eder ve bir san’at haline getirir. Yani neticelere götürecek mukaddimeleri ve prensipleri ortaya çıkararak ve onları diğer bir matluba götürecek şekilde aşılayarak…”[1]
Yani fikir, insanın aklını tahlîl ile “Hakikat”e; terkîb ile “Hakk”a mazhar eden; kişiye sünnetullahı keşfettirip onunla barışık hareket etmeyi öğreten enfüsî bir araç ve üstaddır. Kelam âlimleri tahlil için, “kabiliyet-i ilim”; terkîb için, “kabiliyet-i san’at” adını verirler.[2] Bu manada fikir, insanın maneviyat sahasında ilimle; maddiyat âleminde san’at ile terakki etmesinin motor gücüdür.
Nazar
“Bilmiş ol ki nazar, Allah’ın insanda yarattığı bir nurdur. İnsan onunla hilkatte müteselsil olan illetlerin nasıl terettüb eylediğini keşfeder. “Li tertîbin”, illet-i fâiliyye ve sûriyeye; “umûr” illet-i maddiyeye ve “li’t-teeddî” de illet-i gâiyyeye işarettir. Dört illete de şâmil olan bu tarifin güzelliğindeki sır ve hikmet, bütün illetlerin onda bulunmasıdır. Ancak bu illetlerden alınan sıfatlar mahdûda haml olunabilir. Fakat bu câiz değildir. Şöyle denilemez: “Kürsî sultanın cülûsudur.” Belki meclisidir. Halbuki hadler, mahdûd yahud bundan kinaye olan şeyler, aralarında bir birine haml vâcib olan şeylerdir ve müttehiddirler.”[3]
Yani nazar hakikati, Halık ile mahluk arasındaki aşılmaz mahiyet farklılığını gören, her şeyi aslî konumu ve tertibi içinde sınıflandıran ve gösteren İlahi bir nurdur.
Nazarın tarifine dair bu kısımda “Kürsî” hakkındaki Üstad’ın tashihi, Âyete’l-Kürsî’yi doğru anlamada, Hayy-ı Kayyûm ve Aliyy-i Azîm olan Zât-ı Ulûhiyeti doğru tanımada anahtar bir bilgidir.
Teemmül
“Teemmül, maddenin (delilin) tahsili için harekete geçip farklı rütbeleri keşfetmek içindir. Ki bu rütbeler şöyle sıralanabilir:
- Zihni gaflete götürecek şeylerden tecrîd etmeyi takib ederek;
- Ma’kulat yani akıl ile idrak edilebilir olan şeylere aklın odaklanması için meseleleri araştırarak;
- Meçhulün tahsili için ma’lumun mülahazasını yanına alarak;
- Mürekkebi teşkil eden basîtlere kadar inceleyerek;
- Basît neticelere ulaşarak;
- Sonra elde edilen basît manalardan bir sûret elde etmek için harekete geçerek;
- Daima fetânetle derin düşünmeyi elden bırakmayarak;
- Bu düşünme neticesinde mes’elelerin tertibini gerektirecek şekilde yola koyularak ve
- Nihayet bu nazarî ilmin rütbelerinin neticesi olan hâsıl-ı bi’l-masdarı doğuracak şekilde neticeye ulaşmak… ‘Avam bu hakikati paramparça eylemiştir.’”[4]
Yani teemmül, fikrin yaptığı tahlîl ve terkibin bütün aşamalarını detaylıca inceleyerek kişinin ilmini ve san’atını sağlam zeminlere oturtan, insanın potansiyel yeteneklerini uyandırarak onlardan nihayetsiz emellerin fışkırmasına yol açan bir zihnî ameliyedir. Ki zihnin en derin tefekkür tarzını ifade eder.
Hüccet
“Bil ki, hüccet, hâdiselerin zürriyetlerini bilen ve ilişkilerini ortaya çıkaran nesep âlimidir. Kâinattaki ilişkiler silsilesinin santrali ve merkezidir. Ve hakikat-i uzmânın çekirdeğindeki ukde-i hayatiyeden semerelerine giden hayat mecralarının timsalidir.”[5]
Yani hüccet, kâinatın ve bütün yaratılış âleminin haritasını çıkaran yazılı delildir. Bu manada Kur’an insanlara hak ve hakikati bütün bağlantılarıyla ders veren, insan ve kâinatın manalarını etkili surette akıllara ve kalplere nakşeden İlahî bir harita ve ebedî bir hüccettir.[6] Hem Kur’an ve vahiyler birer İlahi hüccet olarak insanlığa kemalât Kabesinin etrafında haccettiren delilleri insanların akıl, kalp ve nefislerine bütün ulviyet ve kudsiyetiyle arz ederler.
İllet ve Sebeb
“İllet, mûcib ve müessir olandır. Sebep ise, neticeye ulaştırıcı ve hazırlayıcı olandır.”[7]
İlletin etki edici özelliğinden dolayı, hastalıklar da insan bünyesini olumsuz etkilediği için hastalıklara “illet” denilmiştir. Bu etkiyi kalıcı olarak taşıyan kişilere ise “alîl” ve “ma’lul” adı verilmiştir. Harb ma’lulleri gibi… Sebeb ise, Arapça’da ip demektir. İp ile nasıl ki iki veya daha fazla nesne bir birine bağlanır. Aynen öyle de Müsebbibü’l-Esbab, sebepler ipi ile iki veya daha fazla nesne ve kişiyi bir birine bağlar. Bu şekilde sebeplere riayet ederek hareket eden kişi, bir nesneden diğerine, başlangıçtan sonra doğru yürür. Kâinattaki ilişkileri keşfeder. Kur’an bu manada dünya çapınca bir hakimiyet kuran Hz. Zülkarneyn’in (AS) tavırlarını şöyle ifade eder: “Etbea sebebe” ( Bir sebebe tabi olarak ordusuyla beraber hareket etti ).[8]
Vücûb, İmtina’ ve İmkân
“‘Lev’ kelimesi, bir şeyin imtina’ından dolayı diğer bir şeyin imtina’ını ifade etmek içindir. Adem değil de imtina diye tabir etmelerinin sebebi şudur: Eğer mâzinin tamamı* adem olursa vücudu muhal olur. Eğer vücud ise, ademi muhal olur.
*Yani imtina muhalde kullanılır. Halbuki hakikat böyle değil midir? Müellif cevap vermiş: Muhal âmmdır. Tafsili şudur: Vücud ve ademin tabakaları 3’tür: Vücûb, İmkân ve İmtina’. Halbuki müşahhasıyla vücûbun misali illet-i tâmmenin taalluku ile olur ki, o da Allah’ın, vücuduna dair olan irâdesidir. Bu husus mâzi için geçerlidir. Zira illeti ile mevcud olan bir şeyin ademi muhaldir; vücudu olmayan da muhaldir.”[9]
Buradaki vücûb, vücûb-u bi’l-gayrdır. Çünkü vücubu zâtî olan yalnızca Vâcibu’l-Vücud olan Zât-ı Uluhiyet’tir. İlahi ilim, kudret ve iradeyi de içeren emr-i Rabbani ile vücuda kavuşan bir şeyin yokluğu imkansızdır. Çünkü zâtî ve mutlak vücuduyla var olan Allah baki olduğu sürece o şey de var olmaya devam eder. En azından ilm-i İlahîde ve Onun defterleri olan İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin ve Levh-i Mahfuzlarda bir vücud-u ilmî ile var kalır.
Vücûb-u Sâbık, Vücûb-u Lâhık ve İllet-i Tâmme
“Her mümkin mevcûddur ve başkasıyla beraber 2 vücûb ile kuşatılmıştır: Bu iki vücûbdan birisi vücûb-u sâbıktır ki, illet-i tâmmenin vücudu ile olur ki, ma’lulün illetten tahallüfü mümteni’ hale gelir. Diğeri de vücûb-u lâhıktır ki*, bu da vücudun vaktidir.**
*Yani vücûb hâsıldır ve illet-i tâmmenin melzûmudur. İllet-i tâmme ise, Yüce Allah’ın irâdesidir. Zira mümkin olan bir şey, mûcib olmadan vücuda gelmez. Vücûb da İrâde-i İlahiyyenin taallukudur ki, bu da illet-i tâmmedir. Zira taalluk ile tahallüf mümteni’ olur ve vâcib hale gelir. Bu meseleyi teemmül et gerçekten teemmül et!
** Yani vücud ânında demektir. Beka vakti ise bu illet-i tamme itibariyledir. Teemmül et!” [10]
Rum suresinin ilk âyetleri gelmeden 613-616 yılları arasında yapılan Bizans-Sasani savaşını mecûsî Sasani devleti kazanmış, bütün Orta Doğu’yu, Mısır ve Yemeni de ele geçirmişlerdi. Siyasi manada Bizans için öldürücü bir darbe hükmünde bir mağlubiyet meydana gelmişti. Rum suresinin 616 yılında nüzulüyle Bizans’ın Sasanilere galibiyeti vücûb-u sâbık ile vâcipleşti. Uhud Savaşı’nın akabinde yapılan Bizans-Sasani savaşının Rumlar lehine galibiyetle neticelenmesi ile vücub-u lâhık ile maddi dünyada gerçekleşti. Hz. Ebu Bekir (RA), İrade-i İlahiyenin net kararını âyetten bildiği için semavi din mensubu olan Bizanslıların tarafını tutarak mecûsi Sasanilerin tarafını tutan Übey bin Halef ile bahse girdi ve kazandı.[11]
Îcab ve İcad
“Tıpkı nehy gibi emirden şunlar dallar gibi yayılır: Tehdid, ta’cîz, teshîr (alaya alma), tesviye, temennî, te’dîb, irşâd, imtinân, ikram, imtihân, (hakîr görme ve istihdâm etme), ihtikar (küçük görme), vücûb, hurmet, nedb, kerâhet, ibâha, tahyîr ve îcad. Keza taaccüb ve onun dışındakiler ve bunlara benzeyen hevâî manalar ki, emir ve nehy lafızları yayılır, makamlara göre isimlendirilir.
Sonra emir, vücûb içindir. Çünkü emirlerin ruhu “Kün” (Ol!) dur. Ve o da îcadın illet-i tâmmesidir ve illet-i nakısayı da tazammun eder.
Mükelleflerin fiilleriyle ilgili emirlere gelince, ihtiyâr hakkının devam etmesi için, îcâb yerine Üstad, “îcad” kelimesini kullandı. Zira bu ikisi aynı kökten çıkarlar ve îcab, mahlukda değil de Halık’ın emrinde vücûdu netice verir. Zira kulların matlublarının taleplerine göre tehallüf eylemesi câizdir.”[12]
Yani kulların iradesi ve emirleri, icad edici değildir. Bu cihetten emirlerinden ve iradelerinden geri dönebilirler. Fakat Cenab-ı Hak, mutlak hikmetiyle bir hususu irade ettiğinde, o şey vücub-u sâbık ile vâcib olur; emrettiği zaman ise, vücub-u lâhık ile vücuda gelir. Kulun iradesinde tehallüf ve geri dönme olabilir. Fakat İlahi irade bir konuya taalluk ettiğinde o artık murad-ı İlahi olur. İstanbul’un fethi gibi…
[1] Kızıl İcaz, Ahmed Akgündüz Tercümesi, s.75.
[2] Muhakêmât, 3. Makale, Unsûru’l-Akîde, İşârât.
[3] Talikat, Ahmed Akgündüz Tercümesi, s. 54-55.
[4] Kızıl İcaz, Ahmed Akgündüz Tercümesi, s.117.
[5] Kızıl İcaz, Ahmed Akgündüz Tercümesi, s.132.
[6] En’am suresi, 149.
[7] Talikat, Ahmed Akgündüz Tercümesi, s. 278.
[8] Kehf suresi, 85, 89 ve 92.
[9] Talikat, Ahmed Akgündüz Tercümesi, s. 290-291.
[10] Talikat, Ahmed Akgündüz Tercümesi, s. 243.
[11] Tirmizi, Sünen, XII. 67-68; Taberi, Tarih, II. 141-142; Hamdi Yazır, Hak Dini, V. 3795-3800.
[12] Kızıl İcaz, Ahmed Akgündüz Tercümesi, s.205-206.
(Devam edecek)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.