Himmet UÇ
Sayın Nurdan Damla’nın Sebe Melikesi Belkıs romanından ayrıntı
Sayın büyük romancımız, nübüvvet ve peygamberler tarihinin saygıdeğer araştırmacısı nurlu ve sihirli ellerin ve ifadelerin sahibi Nurdan Damla Hanımefendi’nin Sebe Melikesi Belkıs romanını okuyordum. Sultan Süleyman’a gelen Kraliçe Belkıs’ın elçilerinin mülakat sonrası gördükleri anlatılır.
Saba ülkesinin kraliçesi Belkıs, Hz. Süleyman’a hediyeler gönderir, bunlar değerli şeylerdir. Onlar hediyeleri itinayla ortaya koydukça Süleyman Peygamber buruk bir gülümsemeyle seyrediyordu. Bu gülümsemede derin manalar saklıydı ama çözemediler. Ortaya tuhaf bir sessizlik hakim olduğunda ise Kral Süleyman ilk kelamını etti: ”Ben sizden hediye mi istedim?”
Heyettekiler bıçak kesse kan damlamak bir sessizlikle kıpırdamadan onu dinlediler. “Bu hediyelere ancak siz sevinirsiniz” dedi Kral Süleyman. Buz kestiler kimseden ses çıkmadı. ”Siz bana malla yardım etmeye mi çalışıyorsunuz? Allah’ın bana verdiği saltanat sizin verdiklerinizden hayırlıdır. Bana gayb aleminden eşsiz hediyeler sunulmaktadır. Öyle hediyeler ki insan onları istemeye niyetlense aklına bile getiremez.” Suskunluk içinde eğiliverdi başlar.
Kral Süleyman meselenin can alıcı noktasıyla devam etti. “Neye taparsınız?” “Güneşe“ dedi elçi, kibir ve benlik dolu bir ses tonuyla. Süleyman devam etti:
”Değeri yüce olan canınızı hor ve hakir ederek gökteki güneşe mi tapıyorsunuz? Güneş, Allah’ın emriyle bizim aşçımızdır. Çiğ olan meyve ve sebzeyi pişirir. Bizi ısıtır, bizi ışıtır. Güneş ve ay belli bir hesap üzerine yaratılıp o hesap üzerine dönen iki hizmetkardır, insana hizmetkar kılınmış bu nesnelere mi secde ediyorsunuz? Siz yeraltındaki madeni altın haline getiren bir yıldıza, güneşe mi tapıyorsunuz? Bunu bile bile ona nasıl Tanrı dersiniz? O yıldızı yaratana yönelin!
“Peki güneş tutulursa ne yaparsınız? Ondaki o karanlığı nasıl giderirsiniz? Nihayet yine o Tanrı tapısına yüz vurup Ya Rabb der misiniz? O karaltıyı gider yine ona nurunu ver mi dersiniz? Gece yarısı size saldırıp öldürmeye kalkışsalar ağlayıp yalvaracağınız, aman dileyeceğiniz güneş midir? Yerde hadiselerin çoğu gece olur, oysaki taptığınız tanrı gece ortada olmaz. Makul düşünün ve aklınızı başınıza alın, arşın sonsuz ve hadsiz ışığına karşılık zerre kadar yer tutmayan güneşe mi taparsınız?”
Bu sözler karşısında elçiler şaşkın, çaresiz ve mecalsizdiler. Kral Süleyman bir durum beyanı yaptı. ”Bu konu ciddidir, mesele davet ve itaat meselesidir, alışveriş meselesi değil. Şimdiye kadar bunu anlamış olmanız gereklidir.”
“Biz bunun için geldik” dedi sözcü Gubar. “Davetiniz üzere sizi bilip tanımak istedik. Bu hediyeleri de bunun için getirdik, başka bir niyetimiz yoktu.”
Kral Süleyman maksadının anlaşılmamış olmasından dolayı mahzundu. Sebe ülkesinin lüksü, şatafatı ve zenginliği Sultan Süleyman’ı hiç mi hiç ilgilendirmemişti. O sadece muazzam saltanatın sahibi olan ve onlara ikram eden Allah’ı değil de ateşe secde ettiklerine şaşırmıştı. Güneşe tapınan bir kavim ile karşı karşıyaydı. Ve bu hal onu çok üzmüştü, kararlıydı ve onlarla mücadele edecekti. “Benim sizden mal istediğimi mi sanıyorsunuz? Yoksa beni aç gözlü zalim bir kral mı sandınız? Ben bana hediye verin demedim hediyeye layık olun dedim” dedi.
Kızaran, terleyen, sararan, moraran yüzleri daha çok üzmek istemedi Süleyman Peygamber. “Ey utanan elçiler şimdi ülkenize dönün, getirdiklerinizi de alın, geri götürün. Şunu da unutmayın ki dünya malı zayıf kuşların tuzağıdır. Ben ay ve güneşi bir kum tanesi kolaylığında var eden Allah’ın Peygamberi Süleyman’ım, sizin mülkünüzü istemem. Şimdi altınlarınızı alın ve geri dönün. Onlar sizin olsun, hatta isterseniz benim altınlarımı da alın, onlara ilave edin” dedi.
Sözcü mahcubiyetten iki büklüm, “Ey Kral, gelip gördüm ki haşmetiniz saltanatınızı aşmıştır. Ancak getirdiklerimizi iade ederseniz, kraliçemiz incinip rencide olacaktır” dedi.
“Bu hediyeleri reddetmem kabul etmemden yeğdir. Belkıs’ın yanına gidince gördüklerinizi rapor ediniz. Altın ovasını, gümüş tepeleri, yakuttan han duvarlarını ve at ahırlarını anlatınız. Ve ona benim altına tamah etmediğimi, altını yaratandan altın elde ettiğimi bildiriniz ve deyiniz ki Allah öyle bir Allah’tır ki dilerse bütün yeryüzünü baştan başa altın ve değeri biçilmez incilerle döşer ve insan hayretinden secdelere kapanır. Bu dediklerimi gidin ona aktarın belki o vakit bizi anlayacaktır.”
Elçiler dikkat ve saygıyla onun konuşmasını dinlediler.
“Sebe melikesine söyleyin ki bilsin, suyun ve toprağın dışında nice mülkler var. Gidin ona deyin ki senin taht dediğin şey tahtadan yapılmış bir tuzaktır. Oturup kalkdığın yeri baş köşe sanmışken asıl gerçeklerden mahrum kalmışsın. Gidin ona söyleyin mülk ve saltanat birtek yaratıcı olan Allah’a aittir. O kendisine baş eğenlere bu topraktan yaratılan dünya şöyle dursun yüzlerce mülk ve saltanat ihsan eder. Allah’ın huzurunda bir secde bana iki yüz devlet ve saltanattan daha hoş gelir. Malk, mülk, devlet, cana yoldaş olmaz. Ona deyiniz ki Ey Belkıs sen elindeki şu altınları ver de görünüşün kuvvetlenmesi için gözüne sürme al çek, belki o vakit şu alemin dar bir kuyu olduğunu görürsün. Ey elçiler gidin, Belkıs’a varın onu bu dine inandırın. Şüphe yok ki Allah sizi esenlik yurduna çağırmaktadır.
“Ona deyiniz ki kendine gel, aklını başına topla, sonra sonun fena olur. Askerin sana düşman kesilir, senden döner, perdecin perdeni yırtar, canın canına düşmanlık eder, bir sınama sırrı olan güzelliğin, zenginliğin, ihtişamın, tahtın, tacın ve mülkün bir anda elinden uçar gider de hiçbir şeyi kurtarmaya canın yetmez. Ölüm gelir perde iner ve yaşanan her dem tarumar olur, uçar ve gider.
“Gidin ve ona deyiniz ki, ey Belkıs, cin ve şeytan askerlerini bir tarafa bırak, çünkü onlar benim emrime canla başla uyarlar, benim hükmümde saflar yararlar. Çünkü beni buldun mu bütün devlet, mal ve mülk senin olur.
“Ona deyin ki ey Sebe’yi mülk edinmiş bilge kadın, bilgeliğin alameti özünü tanımaktır. Sen kendinden bihabersin, sen sadece kendinin güzelisin, kendinin dilberisin, kendinin sarhoşusun. Kendinin kuşu, kendinin avı, kendinin tuzağısın. Kendinin başköşesi, kendinin döşemesi, kendinin damısın. Bu nasıl melikeliktir ki en büyük Maliki kendine dur eylemişsin!
“Ey sözcüler, ey gözcüler, ey bilgeler, ey elçiler, gidin ona deyin ki alem bir testi, gönül ise ırmak suyuna benzer. Bu alem odadır, gönülse görülmedik ve şaşılacak şeylerle dolu bir şehir. Sen başka şehirlerden, başka ülkelerden bihabersin. Ey elçiler ona deyiniz ki kalk ey Belkıs, üç günlük saltanat dumanını dağıt, seher yeli gibi es, yağmur bulutu gibi yağ, nakıs saltanatların kulu ve kölesi olma.
“Ey elçiler şimdi ona geri dönün ve ona deyiniz ki şunu çok iyi bilsin saltanat sahibinin yurdunda O’ndan gayrısına secde edenlere cidalimiz çetindir. Karşı koyulmaz ordularımızla gelip tacını, tahtını, Sebe saltanatını da tarumar ederiz. Hor ve hakir bir duruşla oradan çıkar gider.”
Sultan Süleyman kararlıydı ve yoldan sapmış bu kavimle mücadele başlatacaktı. Elçiler titrediler, telaş içinde hediyeleri toplarken, Kral Süleyman onlara acıyarak baktı. Farklı heveslere nasıl da gönül vermişlerdi. Gerçekte yaratıcının mülkünde nazlı bir misafir olduklarını nasıl da unutmuşlardı. Ondan başkasına secde etmeleri ve onu Rab olarak tanımaları ne kadar da tuhaftı.
Süleyman, “şimdi ülkenize geri dönünüz, kraliçenize şu ahdımı iletiniz. Davetime uyursanız, akılların alamayacağı bir devlete kavuşursunuz. Yok eğer direnirseniz, akıllarınızın alamayacağı ordularla üzerinize yürürüm. Onuru çiğnenmiş bir halde yurdunuzdan çıkarılmak istemiyorsanız davetime uyunuz.”
Elçiler durumun vehametini anlamışlardı. ”Emredersiniz” diyerek toparlandıklarında anlamışlardı ki bu bir güç ve iktidar kavgası değildi. Para, makam, taht, şöhret tartışması olamazdı. Sadece ve sadece bir olan Allah’ı unutup güneşi ilah kabul etmiş bir kavme verilmiş bir peygamber bidirgesiydi. Büyük bir hayal kırıklığı, gurur incinmişliği içinde dönüş yoluna koyuldular. Hediyelerin geri gönderilişine fena halde bozulmuşlardı. Onca malın basite alınmış olması içinde bulundukları abesliğin ifadesiydi. Ama hiçbiri bunu dile getiremedi ve birbirlerine de itiraf edemediler. Tarumar olmuş gururları ve kırılmış kibirleriyle Sebe yoluna koyuldular. Gittikleri gibi altınlar, gümüşler, cariyeler ve dünyalıklarla geri döndüler.
Onlar gittikten sonra Kral Süleyman ordusunu topladı, yeni bir duruma hazır olmalarını söyledi. Hüdhüde emir verdi ”Şimdi Sebe’ye uç, hala güneşe secde edip etmediklerini öğren, olup bitenler hakkında yeni bilgiler topla” dedi.
Hüdhüd ipeksi kanatlarını sürüyerek veda selamı verdikten sonra Sebe göklerine doğru kanatlanırken Belkıs’ın kervanı, zilleri, püskülleri, kaftanları, altın, safir, gümüş, zebercet dolu yüklerle dönüş yoluna girmişti. Kervan taşıdığı yüklerden çok daha fazlasıyla dönüyordu. Birbirlerinden değerli mücevherler ve envai çeşit kıymetli hediyeler geri dönerken elçilerin zihninde, kalbinde ve ruhunda oluşmuş yepyeni yollar, fikirler, ufuklar inanışlar ve bakış açıları vardı. Herkes şaşkın ve hepsi suskundu. Süleyman o saltanat ve ihtişamın içinde onlara öyle bir insanlık dersi vermişti ki yol boyu konuşmadılar. Kimseden ses çıkmıyordu. Deve sürüleri yılgın, kervan klavuzları bezgin, öncü sözcüler suskun yola revan oldular.
Uzak göklerin altında haber bekleyeni vardı kervanın. Nazlı çiçeklerin yağmur yüklü bulutlara boyun eğişi gibi bekledi yolları Belkıs. Ufku seyretti her gün. Ufuk saf ve duru yüzü gibi pürüzsüz, lekesizdi. Himyeri krallığının ilelebet var olacağına olan inancı tamken Süleyman’ın nasıl bir cevap verdiğini anlamak için zamanı iple çekiyordu, iş ki sabır en güzel yoldaştı.
Şehrin tarçın kokulu akşamlarından birinde bir haber geldi. Kraliçe’ye, ”Kral hediyeleri reddetti” denildi…
Devamı romanda…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.