Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Sedd-i Kur'anî-1

Risale-i Nurları okumaya başladığımda, dikkat ve merakımı çeken yerlerden biri de On Dokuzuncu Söz'ün girişindeki muhteşem "Rabbimizi bize tarif eden üç küllî muarrif vardır" cümlesi ile başlayan tasnif olmuştur. Gerçekten orijinal ve emsâline zor rastlanır izahlar; insanı aklından yakalıyor, insanın  kalbine iniyor ve uyanık dimağları şekillendiriyor. 

Diğer tefsirlerde zorca rastladığımız veya bulamadığınız, daha çok eşyanın hikmetine bakan; aklı iknaya, nefsi teslime götüren ve ehl-i sünnet  kavaidinden de taşmayan izahlar, her okundukça aklın önüne tedailerle zenginleşen yeni mâna okyanusları açmakta ve insan, kendini yeni marifet iklimlerinde bulmaktadır. 

Trabzon'a bir gelişinde Sungur ağabeyle birebir sohbetimizde bu hususu tezekkür ederken, Sungur abinin, bu acize hitaben "Habib kardeş, "Üstadın, bizleri ehl-i sünnet içinde muhafaza edişi, bunların içinde en mühim nimettir" deyişini unutamam.

Nurlarda dikkat çeken ehemmiyetli hususların başında, ehl-i sünnet akâidi ve mezâhib-i erbaanın zincirinden başını çıkarmamak tembihidir.Bugün bunun ne kadar elzem bir hâl aldığını bugün daha iyi görüyor ve yaşıyoruz.

Sözü, girişte söz ettiğimiz, Rabbimizi bize tanıtan üç küllî muarriften biri olan kâinat kitab-ı kebirine getirmek istiyorum. Rabbimiz, bizimle kelâm sıfatından gelen Kur'an-ı Kerim ile konuşup kendisini isim ve sıfatları ile tanıttığı gibi, yine bizimle Kudret sıfatından gelen ve bir kitap şeklinde dizayn ve tanzim edilen Kudret kelimeleri ile de konuşmaktadır. Nasıl Kur'an'ı Hakîmin ayetlerinde, i'caz damgaları, ezeliyet mühürleri varsa; Kudret kelimelerinin dilleri, kelime ve cümleleri hükmündeki her bir masnu da hadsiz dilleriyle kendi mucizekâr ustasını gösteren birer ayet hükmündedir.

Cenab-ı Hak, "Zerratı cevelâna, mevcudâtı seyerâna, hayvanâtı seyelâna, seyyârâtı deverâna getiriyor." Ve kâinatı böylece konuşturuyor. Hatta mahlûkatın bu kadar çeşidinin olması, O'nun güzel isimlerinin hesaba gelmez tecelliyatının tenevvüündendir, isimlerinin tecellisinin biri neticesidir, diyebiliriz.

Öyleyse "Kâinattaki faaliyet dahi, kâinatın ve envaının sessizce bir konuşmasıdır." tespiti de bunun başka bir izahıdır.

Şuursuz mevcudatın gösterdiği harika düzen, aralarındaki yardımlaşma ve bir maksada hizmet için olan kucaklaşmaları, onların bir konuşması hükmünde ve bu konuşma da onların şuursuz olmasından anlaşılıyor ki Rabbimizin onlarla olan konuşmasının bir şeklidir. Yani onları konuşturmasıdır. Bu öyle bariz, net, inkâr edilemez, göz kapatılamaz bir konuşmadır ki binler çeşit ve her çeşidin milyon efradıyla ve milyon efrada takılan binlerle hikmet dilleriyle "görünmediğinden çabuk unutturulabilen" Rabbimizi bize; kendi varlığının katiyetinden daha zahir bir şekilde göstermektedir. Fakat dinsiz felsefe bunu göremediğinden, hakikatsız bir safsataya sapmakta ve kâinatın intizam lisanıyla ilân ettiği bu bariz lisanını görüp okuyamamakta ve kâinatı sahipsiz görerek, tahkir etmektedir.

Rabbimiz, peygamberleri ile hem vahiy hem de ilham yoluyla; bir arıyla ona bal yapmayı vahyederek; bir örümcekle ona ağ ördürerek; bir koyuna süt ve sair şeyleri yaptırarak; bir ağaca ona meyveler takarak onlarla konuşmakta ki bunlar, kendi kabiliyetleri nisbetinde Rabbimizin sanatına mazhar olmaktadırlar. Yine avâm-ı nas, avâm-ı melâike, nihayet büyük meleklerle ve evliyalarla ilhamat dediğimiz hususî telefonuyla da konuşmaktadır.

"Ehl-i dalâlet, hayvandaki bu İlhamata hata  ederek ahmakçasına 'sevk-i tabiî' diyorlar. Hâşâ sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insanı ve hayvanı kader-i İlâhi sevk ediyor."

Evliyalar da ilhamata, kabiliyetleri nispetinde ve Rableri ile arasındaki hicapların ref'i derecesine göre, mazhar olabilmektedirler. Bir şair görgüsü, bilgisi, aynasının parlaklığı nispetinde ilhamatını yansıtmakta; bir veli yaşadığı yılların sayısı adedince kitaplar telif ederek de mazhar olabilmektedir.

Şiddetli takvası, istiğnası, güçlü hamiyeti, himmeti olan ve her biri birkaç cilt kitaptan müteşekkil doksan kadar kitabı ezberinde bulunduran Said Nursi de ilhamata, kabiliyeti nispetinde mazhar olarak kitaplar telif etmiştir. Hem de yanında Kur'an'dan başka hiçbir kitap bulundurmadan. Bazen harp meydanlarında mermiler arasında; bazen bir bağ-bahçe köşesinde; bazen de binler defa okuduğu bir ayet-i Kur'an'ın feyzine mazhar olarak bir göl kenarında; bazen de zulmen bulundurulduğu bir hapishane köşesinde çok kıt bulduğu bir kâtip yardımıyla eserler telif etmiştir. 

Her nedense, basit bir hayvanın veya insanın da mazhar olabildiği ilhamat, Nurların telifi zamanındaki şeklinin, yüzlerce şahidinin şehadetine rağmen; ilhamın ne olduğunu bilememe cehaletinden ya da başka şeylerle karıştırılarak bazı çevrelerce Said Nursi'den esirgenmektedir.

Aynı itiraz ve cehalet, Kur'an'ın Nurlara işârâtından bahseden kısımlarında da yaşanmaktadır. Bir iki meal okuyup ve Kur'an-ı Kerimi mealden ibaret zanneden, O'nun her asra bakan yönünden habersiz ve hiçbir kışrı ve lüzumsuz maddesi bulunmayan Kur'an'ın harflerinin bile tefsirlere konu edildiğini bilmeyen, yüzlerce ehl-i hakikatin bu gibi işaretleri konu edinen eserlerinden de bîhaber bazı arkadaşlar; bu gibi itirazları yapmakta, hem de bu itirazlarını bu kıymetli eserlerden istifadelerinin önünde bir set olarak görmek cehaletini de sergilemektedirler.

Hatta geçenlerde bir arkadaş, bu işarât-i Kur'aniyenin niçin, ne zaman ve hangi maksatla yazıldığı bir kenara; neşredildiğinden de habersiz olduğundan; niçin bu harflerle neşredilmemiş sorusunu bile sordu. Demek hiç okumamış. Okusa orda izah edilen niçin ve ne zaman yazıldığını da öğrenmiş olacaktı. Birkaç ayetin değişik lahikalarda kayıt altında olduğundan habersiz biri de, niçin otuz üç ayet deniyor da Birinci Şua'da yirmi dokuz var, diye itirazlarını iletmişti.

Yahu arkadaş, yaş ve kuru ne varsa içinde olduğu ayetle sabit; elektrik gibi onlarca beşer icadına işareti kesin olan Kur'an'ı Hakîmin; bu asrı tenvir eden bir mânevî tefsirine, sarih( açık) değil de işarî ve remzî mânâlarının binlerce ferdinden bir ferdi olarak işaret etmesi ve bunun da ilimde güçlü bir müfessiri tarafından keşfedilip en zor ve katlanılması müşkil bir zamanda bir mânevî takviye ve müjde olarak hem de hususî bir kanaat olarak belirtilmesi, niçin sizi rahatsız ediyor ve size garip geliyor? Bunun aksinin garip olması gerekmez mi? Kur'an-ı Kerim'in böyle nice işaretleri belki keşfedilmeyi bekliyor.

Fakat ben bunlara takılmıyorum. Nurları okumayıp ne olduğunu bilmeyen insan,onun Kur'an'ın bu zamana bakan bir tefsiri olduğundan, ispat ve izahlarının her bir paragrafının bir kitaba mevzu olabilecek vüsat ve genişlikte olduğunu bilmeyebilir. Okuyup istifade edenlerin hissiyatlarına da yabancı olduğu için bazı takdirkâr ifadelerin mübalağalı olduğunu da iddia edip ve itiraz da edebilir. Bunu hem saygı ile karşılayıp hem de itirazlara karşı cevaplar vermek gerekir diye düşünüyorum. 

Yine sosyal medyada, böyle itiraz eden arkadaşlara gereken cevapları verince, insaflı olanların kanaatlerini düzelttiklerini görüyoruz. Başka bir şaşkın ise, eskiden Risaleleri okuduğunu, onlardan alacağı bir şeyin kalmadığını, şimdi ise sadece meal okumaya evrildiğini ifade ettikten sonra; epeyce insanın dalâlete yuvarlanmasına sebep olan 'teodise' diye de anıldığını ondan öğrendiğim "kötülük problemi" ile alâkalı öyle bir soru sordu ki tam da:

"Mîyân-ı gûftü gûda bed-meniş îhâm eder kubhu 
 Şecaat arz ederken, merd-i kıpti sirkatin söyler."

beytinin mâsâdakı olduğunu göstermiş oldu. Ben onun bu sualine karşı, yardımcı olmak adına açık olarak telefonumu bile verdim. Ama kâr etmedi.

Risaleler bir bilgi yığını değil ki "Aldığımı aldım, daha ihtiyacım kalmadı." densin.İman hakikatlerinin izahı olduğu için, onların zarûrî gıda hükmündeki hakikatlerine, son nefsimize kadar ihtiyacımız var.

Nur talebeleri, meal okumaya asla karşı olamazlar. Bu acizin elinde on kadar meal var. Ama birbirine zıt bile olabilecek o kadar farklı mealler var ki... Kur'an'ı bu meallerden öğrenmeye çalışanlara Rabbim kolaylık versin.Kur'an meallerini, en az üç defa bitirdim. Çanta dolusu notlarım var. Hatta Nur derslerinde bazen okuyorum. Hatta Nurları mealli de basan, bir sürü yayınevi de var. Fakat Kur'an'ı mealden ibaret göremeyiz. Bu sadece onların kanaati de değil. Bakın Elmalı tefsirinin ön sözüne. Mealistleri nasıl telin ediyor, görünüz lütfen. Hz. Peygamberin (asm), sahabenin hayatına, ilk muhataplarının nasıl anlayıp yorumladığına bakmadan, doğru anlayamayız Kur'an'ımımızı kardeşim. Evet bazı ayetler için meal yeterlidir. Rabbimiz bizden ne istiyor, bize ne mesajlar veriyor, lüzumunca ve yeri geldiğince elbette bakıp öğrenmeliyiz, öğreniyoruz da. Fakat bunun için kıyamet koparmaya, mealist olmaya gerek yok ki.

En azından, bu sitede yazan tüm arkadaşların yazılarına bakınca, yine meal okumak da olsa en doğru şekilde Nur talebelerinin önde olduğunu görmek mümkündür belki. 

Evet dostlar, başlığa gelemedik. Asıl problem bir vehme kıymet verip vâhîm bazı iddiaların dillendirilmesi. Bediüzzaman'ın ve talebelerinin bir sürü beyanları ortada olmasına rağmen, onun bu mülahazalardan uzak olduğunu ifade etmek yerine; Bediüzzaman'ın hükmünün vahiy gibi algılanmaya başlandığını ileri sürmek... Bundan da diğer tefsirlere tanınan kıyamete kadar devam hakkının, Nurlar için olamayacağının ifade edilmesi. İkinci yazımızda bu konuya bilebildiğimiz kadarıyla temas edeceğiz inşallah.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum