Mustafa ÖZCAN
Seyyidler cemaati kimlerdir ve nerelerdedir?
Bediüzzaman’ın kendisine has tabiratı vardır. Bu tabirlerden birisi şahs-ı manevidir. Şahs-ı manevi esasında İbni Haldun’un asabiyet kavramının İslamileştirilmiş halidir. Elbette İbni Haldun asabiyet kavramını ideolojik manada değil, sosyolojik ve tanımlama yani teknik anlamda kullanmaktadır. İbni Haldun’un asabiyet kavramı, aslında örgütlü siyasi yapı demektir. Irkı bağların aynı zamanda siyasal bağlar oluşturduğu vasatı tanımlamak için de kullanılmıştır. Ve bu anlamda, İbni haldun’un güç elde etme ve bulundurma amaçlı olarak tanımladığı bu yapıya rahatlıkla asabiyeyetü’l cahiliye diyebiliriz. Cahiliyet asabiyesi ise iyide ve kötüde yardımlaşmak, dayanışmak ve grubun menfaatlerini korumak, kollamak ve savunmaktır. Şahs-ı manevi ise asabiyetin İslamileştirilmiş ve tortularından arındırılmış halidir.
Şahs-ı manevi menfaati ve çıkarları değil, değerleri gözetir ve onu korumaya matuftur. Dolayısıyla hilafet ve saltanat/kraliyet ayrımını hatırlatır. Onu hizipten ve hizipçilikten ayıran ve koruyan yönü ve hakkaniyet dairesine oturtan vasfı budur. Şahs-ı manevi değerleri yaşatmak için vardır ve bunun etrafında kenetlenir. İbni Haldun, Mehdi’nin müzahir bölüğü ve asabiyeti yani şahs-ı manevisi olacak olan seyyidler cemaati kavramına iltifat etmez ve Mehdi’nin geldiğinde dağınık olan seyyidler cemaatini bir araya getirmesinin, toplamasının ve toparlamasının adeta mümkün olmadığını ve sünneatullah ve adetullah kurallarına da aykırı ve ters olduğunu ileri sürer. Dolayısıyla asabiyet İbni Haldun’da siyasi esbabperestlik anlamına tekabül eder. Bu manada o siyasi bir filozoftur. Bu bağlamda, asabiyete siyasi nedensellik de denebilir.
Bediüzzaman ise asabiyetin yerine manevi dayanışmayı simgeleyen şahs-ı manevi ifadesini kullanır. Bediüzzaman’ın başka bir tabiri de seyyidler cemaatidir. Seyyidler cemaatinin de bir ütopya olmadığını ve hini hacette bir araya gelebileceklerini ve toplanabileceklerini öngörür. Onların özelde bir araya gelme konjonktürleri ahirzaman dilimidir. Ahirzamanda Mehdiyet meselesinin ayaklarından birisi de seyyidler cemaati meselesidir. İbni Haldun’a muhalif olarak Bediüzzaman’ın seyyidler cemaatiyle alakalı fevkalade önemli tespitleri vardır ve bir diyalog çerçevesinde meseleyi şöyle açar, aydınlatır ve çözümler:
"Sual: Âhirzamanda Hazret-i Mehdî geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair müteaddit rivâyât-ı sahiha var. Halbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur. Şu zamanda, kuvvet-i velâyeti ne kadar yüksek olursa olsun, böyle bir cemaat-i beşeriyenin ifsâdât-ı azîmesi içinde nasıl ıslah eder? Eğer Mehdînin bütün işleri harika olsa, şu dünyadaki hikmet-i İlâhiyeye ve kavânin-i âdetullaha muhalif düşer. Bu Mehdî meselesinin sırrını anlamak istiyoruz.
Elcevap: Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel ve yahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş.
Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenâb-ı Hak bir dakika zarfında beyne's-semâ ve'l-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder. Ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl, Mehdî ile de âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir; vaadini elbette yapacaktır.
Kudret-i İlâhiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbâniye
noktasında düşünülse, yine o kadar mâkul ve vukua lâyıktır ki, "Eğer Muhbir-i Sadıktan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır" diye ehl-i tefekkür hükmeder. Şöyle ki:
Felillâhilhamd,
"Allahım! Tıpkı âlemlerde İbrahim'e ve İbrahim'in âline salât ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed'e ve Efendimiz Muhammed'in âline de salât et. Muhakkak ki Sen her türlü hamd ve övgüye nihayetsiz derecede lâyıksın ve şan ve şerefin her şeyden nihayetsiz derecede yüksektir" duası-umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua-bilmüşahede kabul olmuştur ki, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki, umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve âsârın mecmalarında o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar. Ve öyle bir kesrettedirler ki, o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanütle bir fırka vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz. İşte, o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır ve Hazret-i Mehdînin en has ordusudur.
Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an'ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemâlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız…”
Esasında bu tespitlerinde ve öngörülerinde Bediüzzaman yalnız değildir. Hindistan Altkıtasında Tebliğ cemaatı olarak maruf bulunan ve birçok ülkede de dini hizmet ve gayretleri bulunan cemaatin kurucusu ve rehberi olan Mevlana Muhammed İlyas Kandehlevi de davet ve tebliğ ile alakalı nasihatlerinde aynı hususa temas ettiği gibi aynı sonuç ve tespitleri de paylaşır. Seyyidler cemaatinin ahirzamanda en büyük hizmetlere amade olduklarını ve bunu ifa edeceklerini haber verir. Hayatu’s sahabe gibi muhteşem eserlerin de yazarı olan Muhammed İlyas Kandehlevi adeta bir nasihatname ve onun ötesinde vasiyetname hükmünde olan Melfuzat isimli eserinde bu konunun ehemmiyetini anlatır. 58’inci nasihat babında ve dini faaliyetlerde ve hizmetlerde seyyidlerin önemi başlığı altında şunları söyler: Tebliğ çalışmaları yapmaları için (bu hizmete kazanılmaları anlamında) seyyidlerin üzerinde çok çalışılmalı, önde ve öncü olmaları için çok gayret sarf edilmelidir. Şu hadis bunun böyle yapılmasını emretmektedir:
Terektü fiküm sakaleyn : Kitaballah ve itreti ehle beyti/ Size iki ağırlık bıraktım bunlardan birisi Allah’ın kitabı öteki de zürriyetim olan ehli beytimdir. Dinin yayılmasında geçmişte bu zatların büyük rolü olmuş ve emeği geçmiştir. Gelecekte de onlardan ümit varım ve büyük çapta hizmet edeceklerini tahmin ediyorum ( Melfuzat, Manzur Ahmed Numani, Gülistan neşriyat, s: 85)…”
Günümüzde gerçekten de Ebu’l Hasan en Nedevi ve Şam’da Risale-i Nur sempozyumlarından birisine ev sahipliği yapan Fethü’l İslam Medresesinin kurucusu olan Ferfur ailesi gibi nice aileler ve benzeri birçok ehli ilim ve hizmet kendilerini seyyidler cemaatinden biliyor ve kendisilerini bu cemaate nispet ediyorlar. Gerçekten de onlar şahs-i manevi derecesinde organize olsalar yeryüzünde onlar karşısında durabilecek hiçbir güç ve kuvvet yoktur.
Bediüzzaman’ın dediği gibi seyyidler cemaati fıtreten kahramandırlar ve fıtraten İslam davasının sadık bendesidirler ve arkasındadırlar. Zira onlarda İslam damarı manevi olmakla birlikte kan beraberliği hükmüne de geçmiştir. Dolayısıyla İslamiyete sadece manevi rabıtalarla değil aynı zamanda kan bağı ve maddi rabıtalarla da bağlıdırlar.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.