Hüseyin YILMAZ
TRT Şeş, yahut Bab-ı Âli ne demek?
Soğuk bir Mart günü... Önü boydan boya açık hayatın (önü açık salon) derinliklerine yerleştirilmiş ocakta, dışı isten simsiyah kesilmiş tencerede bir şeyler pişiyor. On-on bir yaşlarında sıska bir çocuk, biraz ısınmak, biraz da tencereden yayılan çorba kokusuna eğilmek maksadıyla ocağa iyice sokulmuş vaziyette... Derken küçük bir hareketle ayak parmakları ucu yanmakta olan bir çalının gerisine basıyor. Çalının yanan ucun yay gibi yükselip çocuğun göbek kısmını üzerindeki sentetik pijamayı da delerek dağlıyor... Bağıran anne ile canhıraş çığlıklar atan çocuğun sesleri birbirine karışıyor...
Ertesi gün, köyün mektebindeyiz. Ders, beden eğitimi... Yanık göbekle derse iştirak edemeyeceğini düşünen köylü çocuğu, henüz söktüğü, ama künhüne vâkıf olamadığı Türkçesiyle meramını anlatmak için bir adım öne çıkıp,
Öğretmenim ben derse giremeyeceğim!.. diyor.
Niçin? diye soruyor öğretmen...
Çocuk mahcûb ve ezik kekeliyor:
Öğretmenim, karım yanmış!..
Öğretmen şaşkın...
Anlamadım, nasıl yâni? diye üsteliyor.
Çocuk, derdini anlatamamaktan muzdarib ve mahcûb tekrarlıyor:
Karım yanmış, öğretmenim!
Öğretmen çâresiz, ileri sınıftaki öğrencilere dönüyor ve hayretle:
Hüseyin evli mi? diye soruyor...
Zaman zaman köyün dışına çıkma fırsatı bulmuş, Türkçesi nisbeten düzgün Neceti isminde bir öğrenci atılıyor:
Öğretmenim, karnım yanmış, demek istiyor!..
Hüseyin mahcubiyetten kızarıyor, yerin dibine batıyor, küçük düştüğünü düşünüyor ve bir daha hiç unutmamacasına kelimenin doğrusunu öğreniyor... Yıl 1968-69...
* * *
Gerger Orta okulundayız; ders: Türkçe... Hoca kalıbına dolgun, yakışıklı, kibar bir adam... İdeolojilerin cirit attığı yıllar, ama o yaşta Gergerli Kürt çocukları için ideolojiler henüz isimden ibaret... Türkçe hocasının Ülkücü olduğunu biliyorlar, ama içi boş bir bilgi bu...
Derste okunan metinde Bâb-ı Âlî diye bir tâbir geçiyor... Hoca, bütün tatlılığını takınarak, mütebessim bir çehre ile sınıfa soruyor:
Bâb-ı Âlî ne demek, bilen var mı?
Sınıfta çıt yok, ürkek bakışlar kalkacak bir parmak arıyor, ama nâfile... Kürt çocukları maalesef Bâb-ı Âlîyi bilmiyorlar. Hoca, aynı tatlıkla sualini tekrarlıyor:
Evet, Bâb-ı Âlî ne demek?
Derin sükûtu ürkek bir parmağın hareketi bozuyor. Parmağını kaldıran, Midhat; Midhat Sağlık. Bir köy imamının oğlu... Bir kaç yıl okula geç başlamış ve Yaz aylarında yolu İstanbula düşenlerden. Hüseyin, Midhatın bu meçhûl kelimeyi İstanbulda öğrenmiş olabileceğini düşünüyor. Hoca:
Söyle Midhat! diyor, aynı tatlılık ve sevgiyle.
Nihâyet Midhat, ayakta ve yarı mütebessim bir çehre ile,
Bâb-ı Âlî, Kürtçede Alinin babası demek, hocam. diyor.
Sınıfa derin bir sessizlik çöküyor, hocanın yüzünde bir maske gibi sarkan tebessüm kaskatı donuveriyor birden:
Gel buraya! diye bağırıyor...
Midhat, ürkek, pişman ve çâresiz... Ayaklarını sürüyerek kara tahtanın önüne ilerliyor. O arada cüssesinden beklenilmeyen bir çeviklikle hoca da yerinden yaydan boşanmış ok gibi fırlıyor. Bugün bile gözlerimin önünden kaybolmayan şiddetli tokadı Midhatın suratında patlayıp onu yere düşürürken, sesi kulaklarımda çın çın ötüyor:
Eşşek herif, burada Türkçe öğretiyoruz, Kürtçe değil! Defol git ve bir daha gözüm seni görmesin...
Düşünüyorum da, o gün, Midhat ayağa kalktığında, Bâb-ı Âlîye ecnebî dillerinden İngilizce, Fransızca veya Almanca gibi herhangi birisiyle karşılık vermiş olsaydı, irfânının mukabili, derin bir hayranlık ve takdir olacaktı. Ama Midhat suçluydu, suçluydu çünkü annesinden öğrendiği, en çok bildiği ve en çok sevdiği dille karşılık verme gafletinde bulunmuştu... Kürt çocukları ile ülkücü hoca arasına, Bâb-ı Âlî derin bir uçurum açmıştı... O uçurum bir daha asla kapanmadı... Yıl 1972-73...
* * *
2009dayız, neredeyse aradan kırk acı yıl akıp geçmiş, hebâ olmuş yıllar... Binlerce gencin kanı, kirli bir sudan daha değersiz akmış toprağa... Annelerin sel gibi akan göz yaşları, âsumanı çınlatan çığlıkları devletlilerin şuursuzluğunu sarp sâhilleri döven dalgalar gibi beyhûde dövüp durmuş, yıllar yılı... Bu kan ve göz yaşı deryası sadece köpek balıklarını beslemiş, sadece onlar memnun kalmış bu kan ve göz yaşı selinden... Sadece kan kaybetmemişiz; silâhlı mücâdele denen şuursuzluğa katırıliyonlar akıtmışız, memleketin bütün sathını mâmûr edecek ekonomik kaynakları da hebâ etmişiz. Peki nereye geldik? Nereye mi: Kürt varlığını kabule, yâni hakikati kabullenmeye...
Mâdem buraya gelinecekti, bunca acıyı niçin yaşadık? Bu acıları yaşatanlara hesab sormak henüz çok mu erken? Belki... Ama emin olunuz ki, yakın bir târih bu vatanın evlatlarını birbirine kırdıran bu sırtlan sürüsünden hesabın sorulduğunu kaydedecektir. Yoksa bunca kan ve gözyaşının bütün hesabı âhirete devretmiş olacak demektir ki, Adetullah daha çok, aksiyle sabit. Zirâ mazlumun yes-i mutlaka düşmemesi, zâlimin bu dünyâda da ceza gördüğünü, görmesiyle kabil.
Ve nihâyet TRT Şeş... Basit, sıradan, emekleyen, hazırlıksız, zorakî bir yayın!.. Doğru... Böyle olması ne gam! Kürtlere, Kürtçe Türk propagandası yapmak için kurulmuş olsa bile, bir miladdır TRT Şeş, bir başlangıç... Kürtlerle Türklerin arasına kan ve gözyaşı ile kazınmış asırlık uçurumun iki yakasını birbirine bağlayan ilk köprüdür TRT Şeş... TRT Şeşten memleket âfâkına yayılan ilk Kürtçe kelime bir müjdedir, bir bayram ilânıdır; Kürtle Türkün kardeşliğini ilân eden Sur-u İsrafildir. Tayyib Erdoğan ve ekibini rahmetle yâdettirecek bir kardeşlik bayramının doğum günüdür TRT Şeş... Daha doğruya, daha güzele ve iki kavmin bin yıllık kadeşliğine hizmet etmesi dileğiyle emeği geçen herkesi bütün varlığımla tebrik ediyor ve müjdeliyorum:
Artık korkmayınız! Türk ve Kürdün bin yıllık müşterek târihlerinden doğan kardeşliği Türkiyenin yakın ve uzak saâdetinin teminatı olacaktır. Artık korkmayınız...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.