Habibi Nacar YILMAZ
23+43=66, (2+4)3 =216
23+43=66, (2+4)3 =216
Matematikten çok anlamam ama yukarıdaki üslü ifadelerin verdiği özet ders, beni can evimden vurdu ve bana çok önemli bir ders verdi
Bu rakamlar ve üst sayıları aynıydı. Ama biri tek tek, biri ise birleşerek yükselmeyi anlatıyordu. Ayrı ayrı kalarak da yükselmek mümkündü ama birleşerek yükselmek kadar güç ve kuvvet vermiyordu. Ehli hakkın ise bu zamanda güç ve kuvvete ihtiyacı vardı.
Ehli dalâlet, kolay olan tahribat yolunda, asgaride birleşip "hak bir vesile" elde ederken; aslında güçlü olan "hakkı" temsil edenler, bu birlikteliği başarıp birleşemediklerinden, mağlup oluyorlardı. Aslında mağlup olan "hak" değildi. Ehl-i hakkın, küreleri bile birbirine bağlayabilecek Kur'an'î ve Nebevî düsturlara kulak verip birbirlerine tatbik edemediklerinden dolayı, içine düştükleri bâtıl vesileydi. Dünyada muvaffak olmanın şartı; 'sünnetullah' dediğimiz uhuvvet, muhabbet, sabır, gayret, itidal, sebat gibi düsturları hayata tatbik etmekti. Kim bunlara riayet eder, birleşerek yükselirse muvaffak olacaktı.
Hakkı mağlubiyetten kurtaracak vesilelerin başında uhuvvet, muhabbet olmalıydı ki hem birinci talebelerine hem hayatına hem de eserlerine baktığımızda "asrın sahibi" de hep bunu tavsiye ve terennüm ediyordu. Terennümün de ötesi hep "aziz, sıddık" olarak gördüğü talebelerinden de bunu, şiddetle istiyordu. Hatta "evvel âhir tavsiye" olarak da tembihliyordu.
Bu sıkı tembihi yapması ve ömrü boyunca hassasiyetle bunu temine gayret etmesi, belki de kâinatın kıraâti olan Kur'an'ın ona verdiği bir dersti. Zira kainattaki ahengi ve kendisine tabi olunduğunda, Kur'an'ın kendi cemaatine sağladığı huzuru da binlerce âyet ve hadisin emrettiği bu uhuvvet ve muhabbet temin ediyordu. Bu öyle bir muhabbet ve uhuvvet ve tesanüttü ki yetmiş güzîde arkadaşlarının şehit olmasını netice veren 'okçular tepesini' terk edenlerin isimlerini, uhuvvete engel olur, gıybete kaçılır diye saklatan bir iksir de taşıyordu.
İnsanları birleştirerek maksada daha çabuk yükselten bu muhabbet ve uhuvvet; o kadar değerliydi ki onu yıkan ve bitiren su-i zan ve tecessüsü de içinde barındıran gıybeti, Rabbimiz hiçbir günah için kullanmadığı "ölü etini yemek" gibi çirkin bir fiile benzetiyordu.
Rızay-ı İlâhinin zirvesi olan 'ihlâsı' bozan sebeplerden, "yılandan akrepten kaçar gibi" kaçınız denilirken de aslında insanı, 'ihlâsa' götüren, uhuvvet ve muhabbeti bozan sebeplerden de öylece kaçınız denmiş oluyordu.
Bu yazıyı yazmaya başlarken, meâlen aklımda olan iki mesajın telefonuma aynı anda düşmesi de ayrı bir tevâfuk olmuştu. Bunlardan ilki, Hulusi abinin "Nur talebelerinde de uhuvvet ruhu gelişmezse, o nur talebesinde 'marifet sırrı' da gelişmiyor, açılmıyor. Çünkü uhuvvet Risale-i Nurun ruhu hükmündedir. Uhuvvet, davanın kayyumu manasındadır. Bu ruh çökünce, Risale-i Nur'un şahs-ı manevisine alakadârlık noktasında gelen füyûzat, artık gelmiyor. Nur talebesi Risaleyi okuyor, malûmatı artıyor, fakat 'marifeti, istikameti ve ihlâsı' artmıyor." dersiydi.
Bu muazzam dersten, neleri anlayacağız? Çok kalabalık görünen amellerimiz arasında, ancak rıza-i İlâhiyi esas aldıklarımızın bir değeri olduğunu; bunun da ancak "ihlâsla" temin edildiğini; yaptıklarımızdan 'ihlâssız' olanların da kısmen yandığını, kabirden öteye geçmediğini anladığımızda ihlâsın değerini; ihlâsın da ancak uhuvvetle sağlandığını anladığımızda da uhuvvetin değerini kavramış olacağız.
Değerini anlayacağımız husus, sadece ihlâs mı? Hayır. "İnsaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı olan" marifetin de değerini anlayacağız. Böylece bütün bunları, uğrunda başarmak zorunda olduğumuz "ebedî saadet" pırlantasının fiyatı olan 'istikametimizi' kazanıp daha önemlisi, bunu son nefesimize kadar sürdürme başarısını da göstereceğiz.
Elbette "bu acip zamanda, binlerle esbab-ı fesat ve ifsat çinde vahdet, ittifak ve hizmette ciddiyeti" muhafaza etmek fevkalade zordu. Muvaffakiyetin hak vesilesi olan bu "uhuvvet ve ittifakın" zorluğu nispetinde 'zarureti' de vardı. Çünkü "Cemaatte vâhid-i sahih (gerçek birliktelik) olmazsa; cem ve zam (sayıca artış) kesir darbı gibi (kesir sayılarının çarpımları gibi) cemaati küçültür." Demek senin keyfiyeten (kalite olarak) ya da kemiyeten (sayı olarak) kuvvetin, ancak bu birliktelikle; bu da ancak uhuvvetle mümkündü. Uhuvveti zehirleyen hususların başında da fikirlerimizden fedakârlık yapmamak, sû-i zan, gıybet gibi hususlar gelmekteydi.
"Yüzümüzün siyahlığını görmeyip mü'min kardeşlerimizin ufak çizgiler nevinden karalarıyla, onları bütün siyahlıkla ittiham ettiren, Cenab-ı Hakk'ın Gafur ve Rahim isimlerini tenkide cüret eden hizbuşşeytanın aleti durumuna düşen hallerimiz olmuyor mu bazen?" Kara çizgileri olan o mümin, belki de senin su-i zan edip gıybetini ettiğin hatasından tövbe etti. Belki de Gafur ve Rahim olan Rabbimizin onun affettiği hatasını, 'seni işitenler adedince' ortaya dökerek, o anda yanımızda olmayan bu kardeşimizin, onu tanıyanlardan ibaret 'manevî şahsiyetini' yani bir nevi 'ölü hüviyetini' dişlemiş olmuyor muyuz? Daha da kötüsü, bir de bu çirkinliği anlamakta zorlanan aklımız da yanımızdayken yapıyoruz bunu.
Bu yaptığımıza, bazen de "daha hak olanı, en güzeli aramak" gibi gerekçeler de bulabiliyoruz. Halbuki bizi uhuvvet dairesinde tutup ittifak ettiren "hak ve güzel", bizi ihtilafa düşürüp kuvvetimizi dağıtan "en hak ve en güzelden" daha makbüldü. Bu "güzel ve hak" kimin elinde ve dilinde olursa olsun, bu dönemin belki de en büyük fedakârlıklarından olan fikirlerimizden fedakârlıkta bulunup kabulde zorlanmamalıydık.
Üstelik bizi ittifaka götürecek aynı iman, aynı kıble, aynı hizmet mahalli gibi sebeplerin yanında, binlerle kusuru affettirecek Risale-i Nur zinciri gibi bizi nesebî kardeşten de öte bir kardeşliğe ulaştıran bir sebeb-i muhabbet de vardı. Siz nesebî kardeşinizin binler kusuru da olsa örtmeye çalışmaz mısınız?
Uhuvvet Risalesi'nde bir mümin kardeşinden gelen bir fenalığa karşı ne ne yapmamız gerektiğinin anlatıldığı kısımda, o fenalığın bir kısmını kadere; bir kısmını da nefis ve şeytana verip kendi kusurunu da gördükten sonra, muhatabı nefsine mağlup olduğu için acımak gerektiğini belirttikten sonra, geriye kalan küçük bir hisseye karşı da "afv ve safh" ile mukabelenin, insanı zulümden yani kin, nefret ve gıybet gibi şeylerden kurtaracağı anlatılır. Afv kelimesini anlıyordum ama devamındaki aynı anlama gelen 'safh' kelimesinin ne için kullanıldığını değerli Cüneyt Gökçe hocamızı dinleyince kadar anlamamıştım. Meğer 'safv' kelimesinin affın da ötesinde, affettikten sonra bir de onu başa kalkmamak, yani tamamen unutmak anlamı da varmış. Yani 'afv', kusuru unutmak; 'safh' ise affı da unutmak. Ne muazzam bir düstur değil mi?
Afv ve safh şahsen, kalben, aklen tam bir huzur yolu oluyor. Denemesi çok zor ama deneyince bu huzuru verdiğini örneklerde görünce, insan imrenmiyor değil hani?
Zaten bu yazıyı da bu acizi bu noktaya getirmek için yazdığımı itiraf etmeliyim.
Şimdi nefsimizde bazı itirazlarımızın, hemen kendini göstermeye başladığını hissediyorum. Yani biz haklı olduğumuzu bildiğimiz zaman ne yapacağız? Bakın o zaman da o itirazımıza "Siz dahi, haklı haksız olsa, benlik yapmamak, üstadımız olan şakirtlerin 'şahs-ı manevisi' namına istiyorum" düsturu ile mukabele edeceğiz. Bunu senden, hayatını ona göre tanzim ettiğin "güneşten daha parlak, cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirin" olan davanın selameti namına, seni "aziz ve sıddık kardeş" ilan neden Üstad istiyor.
Yine Eskişehir hapsinde havasız ve karanlık koğuşlara itiş tepiş doldurulan ve idamla yargılanan yüz yirmi talebesinden Saatçi Lütfi ile Halil İbrahim'in bir meseleden tartışmalarını duyunca, kendi kaldığı koğuştan bu koğuşa gelerek, Refet Bey'in yanına oturup iki talebesini çağrırarak onların,
"Üstadım 'O bana bir hayvan ismiyle hitap etti' deyince, elini göğsüne koyarak:
"O sözü ben kendi üzerime alıyorum, haydi barışın ve birbirinize hakkınızı helal edin" diyen ve yine başka bir sıkıntı için de, "Bu bayramda beni ağlatmayın" diyen Üstad istiyor.
Evet dostlar, üstadı ağlatmamak için kaç bayram daha bekleyeceğiz acaba?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.