Ahmet AY
Ya düşen de düştüğünü farketmeyince?
"Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da onu aşağıların en aşağısına indirdik."
(Tin sûresi, 4-5)
Huzursuzluğun 'boşluk'la, boşluk hissinin 'anlamsızlık'la, anlamsızlığın da 'tevhidden kopuş'la ilgili olduğunu düşünüyorum arkadaşım. Evet. Boşluğu hissettiğimiz anlar aslında düştüğümüzü sezdiğimiz zamanlardır. Düşmek bütünden kopmaktır. En yamanı bütünün anlamından ayrılmaktır. Boşluklar hakkında bizi tedirgin kılan şey de bu düşme hissidir. Düşme demek 'daha kötü' demek. Daha aşağısı demek. Alışılandan uzaklaşma demek. Meçhul demek. İnsan bilmediğinden korkar. Çünkü bilinmeyen tutunulamayandır. Alışılmamıştır. Ülfeti yoktur. Tekrar edilmez. Yarını öngörülmez. Bilmek bir tutunma şeklidir nihayetinde. Hatıralarımız dahi dünyaya bağlandığımız iplerdendir.
Dikkat edelim: 'Şey' denilebilecek her neye dair yeni birşeyi malumatımıza eklesek, aslında, o şey hakkında tutunacaklar-kulplar edinmişiz gibidir. Tutunmak rahatlatır. Tutunmak kolaylaştırır. Tekrarı mümkün kılar. Cennetten dünyaya yolculuğun 'düşme'yle isimlendirilmesi bununla da ilgilidir belki. Bilinmeyene bir yolculuktur bu. Korkuludur. Düşmeyse korkunun ikizidir. Sanki onun yoludur.
Bilim birşeyi kanuna bağladığında neden rahatlıyoruz? Çünkü o şey artık tekinsiz olmuyor. Kestirilebilirliğin güven hissini veriyor. Determinist sanrı, bu güven hissini suistimalle kimilerini şirke bulaştırsa da, kestirilebilirlik, hem kainat hem insanlar hakkında bizi rahatlatır arkadaşım. Dengesiz insanların korkutucu gelmesi bundandır. Karşılarında kendimizi sürekli bir düşme hissiyle boğuşur buluruz. Gerilir de geriliriz. Değişken insanlar bu hissi çok sık yaşatırlar. Hele bir de onları seviyorsak...
Çocukların depremi 'tepkileri kestirilebilir olmayan ebeveynler'iyle yaşadıkları düşüşlerdir. Dengesiz anne-babalar evlatlarını tedirgin kılar. Yasası bir türlü kavranamayanlar karşısında yaşanılan da düşme hissidir. Uyanacağı dünyanın güvenli olduğu ümidiyle yatağa girmeyen çocuk düşmekten kurtulamaz. Tutunacak başka şeyler arar. Sığınacak yerler arar. Arkadaşları olur çoğu zaman kaçtıkları.
Düşme hissinin şifası için tutunabileceği 'bilgiler/bilmeler' peşinde koşar. 'Tekrar cenneti'ne ulaşmaya çalışır. Madde aldığında düşlediği sanrıyı yaşıyorsa, Allah korusun, kulp olarak onu bile seçebilir. Bütün derd u meselesi düşme hissini azaltmaktır. Hakikate sığınamayan, daha az boşluk için, sanrılarına sığınır. Dikkati dağıtmak, insanı uçurumdan kurtarmaz ama, süreci daha az can acıtıcı kılar.
Gaflet, yaşattığı aynılıkla, mezkûr tekinsizliği 'gidermiş gibi' sanrılattığından cazibedar gelir. Yani, gaflet, 'düşenin düştüğünü de farketmemesi'dir. Onu günahtan daha korkutucu yapan da budur. Günah işleyenin, farkındaysa, tevbe ihtimali vardır. Pişmanlığı tevbe olabilir. Fakat gaflette olanın, ayılmadıkça, böyle bir imkanı da yoktur. Tutunacak birşeyi olmayanlar, onların vesilesiyle daha yukarılara çıkamayanlar, en azından düşmenin verdiği işkenceden kurtulmamalıdır. Gaflet yaşattığı sanrıyla bu işkenceyi elimizden alır. "Gaflet hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar..." derken mürşidimin dikkatimizi çektiği de budur.
Dikkat edersen yokoluşla 'boşluk' arasında da bir ilgi görünüyor arkadaşım. Âlemin fenaya gidişi kalbimizdeki yarım kalmışlıkla karşılığını buluyor. Boşluk fenadan besleniyor. Evet. Heba olduğunu hissettiğimiz herşeye karşı bir kırılma yaşıyoruz. Bir değmezlik ruhumuzu sarıyor onlara karşı. Bir küsmeklik geliyor hayata herbirinden. Hatta her anından... Tevhid ile büyük resme, sonsuz bir anlama, kavuşturamadığımız herşeyden tedirginlik duyuyoruz. Çünkü hususi manzaramızın büyük resimden koptuğunu seziyoruz.
Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde der ki: "Hiçbir mekanik hareketimiz yoktur ki, aramasını bilirsek, sebebini kalbimizde bulmayalım." Kainat kıyametine doğru akarken biz de içimizdeki boşluğa doğru akıyoruz. Kalabilmemiz için 'bakiye tebdil etmenin çareleri'ni bulmaya ihtiyacımız var. İşte bu çaba tastamam bir tutunma çabasıdır: "Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki, durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: 'Madem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip ibkà etmek çaresi yok mu?'"
8. Söz'ün hayatı 'kuyuya düşme' meseliyle anlatması öylesine bir seçim mi? Asla. Aslında tam yaşadığımızdır. Tutunacak bir iman, hakikat, anlam bulamadığımızda tıpkı o kahramanların soluduğu cinsten bir düşme hissiyle boğuşuyoruz bitevi: "Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor."
Teselliyi dalda, yani daldaki aynılıkta, aramamak lazım. Bu mümkün değil. Ne duygularımız ne de yaşadıklarımız aynı kalmayacak-kalmıyor. Her doğan ölüyor. Her genç yaşlanıyor. Her başlayan bitiyor. Ardındaki esmaü'l-hüsnanın 'anlam aynılığı' huzur vermeli. Düşürmeyecek kulp o. Doğru 'aynılık' o. Aynılık somutta değil soyutta yani. Maddede değil manada. Parçada değil bütünde.
Şunu da bir düşün arkadaşım: Kur'an kendisine neden 'sapasağlam kulp' diyor? Düşmelerimize tam şifa verdiği için olabilir mi? Yani, şu ifadenin, psikolojide de böyle bir tefsiri yapılabilir mi? Öyle ya, her kulp elle tutulmaz, bazıları var ki ancak kalple kavranabilir. Onlara da 'anlam' denir. Demek, bâki anlamlara tutunmak için inayet yine Rabb-i Rahîm'dendir. Zira kaynağı Odur. Anlamlar ilminden doğar. Bahşetmesiyle bilinir. Onun bıraktığı kadar kalır. Biz de anlamını yalnız Ondan dileyelim. Âmin.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.