Ateist ve Deistlerin Gözünde Hz. Muhammed (asm)-2

Soru 2) Kureyza kadınlarının esir edilmeleri, sonra köle ve câriye yapılmaları bir insanlık suçu değil midir?

Cevap 2) Bu mevzunun hakkıyla anlaşılması için savaş realitesinin temeline inmek gerekir. Hakikat bilinmeyince bütün fikirler, havada kalır. Hakikat bütün tarih diliyle bize haykırıyor, akılara ve gözlere gösteriyor ki insanoğlu fıtraten, doğası ve öz yapısı itibariyle bir savaşçıdır. Herhangi bir mevzuda bilgi edinme, o mevzuu bilme ve o mevzuda bilinçlenme, her bir insanın ilk savaşıdır. Ki bunu aklını, benliğini ve bilincini kullanarak yapıyor. O bilgi ile manen canlanma ve dirilme ise, her insanın ikinci savaşıdır. Bilginin doğruluğunun ve sağlamlığının test edilmesi, onun gerçekler dünyasına aktarılması ve kendini ifade etmesi bu savaşın adıdır. Bu savaş, bilgi ve bilincin öğrettiği ve gösterdiği soyut değerlerin maddeye hükmetmesidir. Sonra bu gerçekten diri halin korunması ise, her insanın 3. savaşıdır. Bu aşamadaki savaş, elde edilen güzelliklerin devamlılığını ve kalıcılığını sağlar. Bu 3 savaş, kişinin özel dünyasıyla ilgilidir. Bundan sonraki savaş ise, diğer insanların bu özel savaşlarının kolaylaşması için onlara yardımcı olmak şeklindedir. Kur’an bu 3 aşamanın tamamına “cihad” (manevi savaş) der.[1]

Bu şekilde görüldüğü ve anlaşıldığı üzere savaş realitesi, sonsuz bir hakikattir. Kur’an ve din, bu ilk 3 aşamayı fikir-amel-takva olarak adlandırır. Yani düşünce-aksiyon-korunma… Diğer aşamaları ise, “tefekkür, şefkat ve merhametle herkesi kucaklama” ile beyan eder. Bütün peygamberler bu sonsuz yolculuğu yapan kişilerdir. Bu değişmez, şaşmaz ve yok olmaz yolculuk ve hal gösterir ki, yeryüzünde ne geçmişte ne günümüzde ne de gelecekte savaş yapmamış ve yapmayacak bir insandan bahsedilemez. Hiçbir insan yoktur ki, haksızlığa, zulme, saçma fikirlere karşı gerek eliyle-gücüyle, gerek diliyle-sözüyle, gerekse hisleriyle-özüyle tepki vermemiş ve lakayd kalmış olsun. Bu asla ve asla mümkün değildir. Her insanın bu manada mutlaka ve mutlaka alenî veyahut gizli bir tepkisi vardır. Bu işin hakikat noktasındaki temelini Hz. Muhammed (asm) şöyle haber verir: “Ruhlar, bölük bölük askerlerdir.[2] Yani hayatın özü ve kaynağı ruhtur ve her bir ruh, savaşçı mahiyettedir. Her bir ruh, cehalet ve inkârla, yokluk ve hiçlikle, zulüm ve haksızlıkla savaşmak için yaratılmıştır. Bu dünya ise, bu ruh askerlerinin talim, tatbikat ve savaş yeridir. Yani kendi realitesini yaşama, gerçek bir kutsal ruh olma yeri...[3]

Bu noktalar nazara alınırsa denilebilir ki; insanlar arası savaşlar önce fikirler düzeyinde yapılır. Fikir savaşını kaybeden taraf, kılıç ve kaba kuvvete başvurur. Kılıçla savaşta da genel bir kuraldır ki, fikir savaşını kaybeden taraf saldırır. Bütün peygamberler, zorunluluk haricinde kılıçla savaşa kalkışmamışlardır. Hz. Musa, emri altındaki binlerce Yahudi’yi Mısır’dan alıp Filistin tarafına götürmüştür. Bunu Ondan bizzat Allah istemiştir. Ayrıca “Firavun’a git. Onunla fikir noktasında savaş! Yumuşak bir dil ile hakkı ve hakikati ona anlat. İsrail oğullarını Mısır’dan götürmen konusunda sana engel olmamasını söyle” demiştir.[4]

Bütün peygamberler ve özellikle resuller stratejiyi, sebepler dünyasının kanunlarını ve yapısını son derece iyi bildikleri için, askerî bir güç ve sâbit bir devlet haline geçmeden kılıca el atmanın Allah’ın koyduğu düzen açısından bir “intihar” hükmünde olduğunu biliyorlardı. Bundan dolayı işkenceye, baskıya, ambargoya ve tehcire maruz kaldıkları ve ezildikleri halde kılıçla mücadeleye asla kalkışmadılar. Hz. Musa’nın Mısır hayatı ile Hz. Muhammed’in Mekke döneminde bu zorlu ve acılarla dolu manzarayı görebiliriz. Böyle durumlarda, ancak fikir ve ilim savaşı yapılır. Hz. Musa’nın Filistin dönemi ve Hz. Muhammed’in Medine hayatında ise, kılıç savaşına yatkın bir zemin oluşmuştur. Fakat dinde, kılıç ve kaba kuvvet son çaredir. Whitehead ve Said Nursi’nin dedikleri gibi “İkna”nın işe yaramadığı yerde “icbar ve kaba kuvvet” devreye girer.[5]

Bu yüzden Hz. Muhammed (asm), düşmanlarını önce hakikatin ve gerçeğin tâ kendisi olan Allah’ın varlığı ve birliğine; Onun her şeyi mutlak ve küllî ilmi, kudreti ve iradesiyle yarattığı ve idare ettiği gerçeğine çağırmıştır. Kendisinin, bu gözle görünen realiteye göre yaşayan ve insanları bu gerçeğe çağıran bir elçi olduğunu beyan etmiştir. Eğer bunu kabul etmezlerse, onlara “Dokunulmazlık Anlaşması” teklif etmiştir. Böyle anlaşma yaptığı müşrik topluluklar olmuştur. Huzaa kabilesi gibi… Eğer muhatap Allah’a ve Âhirete inanan Ehl-i Kitap ise onlarla “Cizye Vergisi” şartıyla yönetimi altına katılmaları şeklinde bir barış teklif etmiştir. Karşı taraf bunları kabul etmezse Dokunulmazlık Anlaşması teklif etmiştir. Eğer bunu da muhatap reddeder ve saldırırsa, hak yerini bulana, Allah’ın hükmü gerçekleşene kadar müdafaa harbi yapmıştır veyahut anlaşmayı bozan, vatana hıyanet eden, düşmanla işbirliği yapanlara karşı cezalandırma girişiminde bulunmuştur. Benî Kaynuka, Nadiroğulları, Kureyzaoğulları ve Hayber Yahudileri’nde olduğu gibi…

Bu noktada iş, kılıç savaşına varınca, “Savaş Esirleri” kaçınılmaz bir realitedir ki, halen dünyada yaşanılmaktadır. İlk soruda erkek esirlere yapılan muamele beyan edilmişti. Kadın esirlere gelince önce bazı temel hakikatlerin beyan edilmesi gerekir ki taşlar yerine otursun, uygulanan muamele tam anlaşılsın:

1) Bir insan, kadın veya erkek, çok izzetli ise, asla bir bağ altına girmek istemiyorsa, esirlik ve köleliktense “Ölürüm ama hürriyetimden vazgeçmem, asla taviz vermem” diyorsa, böyle bir mantık ve ruh yüceliği taşıyorsa onun “intihar etmesine” hiçbir kimse engel olamaz. Ya zehir içerek ya kendini bıçaklayarak veya kendi boğazını keserek bu fiili gerçekleştirir. Japonların harakirileri buna tarihî geçmişi de olan canlı ve güzel bir misaldir. Fakat tarih şahittir ki esir kadınlar, izzetle ölmektense zillet ve alçaklık içinde yaşamayı, esir olup köle gibi satılmayı ve cariyeliği tercih etmişlerdir. Bu çarpıcı manzara Kureyzaoğulları hadisesinde de aynen cereyan etmiştir. Evet, Kur’an’ın vurguladığı gibi, Allah dostu olmayanlar ve özellikle Yahudiler gibi maddeci ve dünyacı topluluklar ölümü temenni edemezler, ölmek isteyemezler.[6]

Kur’an bu manen acı ve ezici hali “Yahudilere zillet damgası vurulması” olarak evrensel bir kanun olarak gösterir.[7] Said Nursi’nin tesbit ettiği üzere her bir insanda, hayat aşkı vardır. “Bir gün nasıl olsa kurtulurum” ümidiyle savaş esirleri, erkek ise köleliği, kadın ise cariyeliği, severek kabul etmişlerdir. Şu an bir savaş olsa “Hürriyet ve eşitlik” ifadesini slogan yapanları diğer devlet esir etse ve onlara “Ya kölelik ya ölüm! Tercih sizin!” dese, istisnalar hariç hemen hepsi köleliliği, ölüme tercih edeceklerdir. Bu hayat aşkı öylesine güçlü ve değişmez bir hakikattir ki, tarihte yüz binlerce insan “kürek mahkûmu” olup kuru bir ekmek, acı bir su ile bir ömür geçirmeyi intihara tercih etmişlerdir.[8] Hem müebbed hapis cezasına mahkûm olup hâlâ intihar etmeyenlerin hali de buna canlı bir şahittir. Dikkatle bakan birisi bu realiteyi gözüyle görebilir.

2) Bir kadın esir, zâlim bir efendiye düşse, o efendi onun öz babasını, kardeşlerini ve yakınlarını öldürse, o câriye ve kölenin kalbi ona kin ve nefretle dolsa, o cariye bu işkenceli hayattan kurtulmak için ya intiharı seçer veyahut efendisini öldürmeye, alenî veya gizli teşebbüs eder. Eğer emin olsa ki, kesin öldürür; mutlaka o teşebbüsü yapar. Kölelerin değil zâlim sahiplerini, bilakis şefkatli ve adaletli efendilerini öldürmeye teşebbüse geçebildiklerine, buna imkân olduğuna ve bunu netice alacak şekilde yaptıklarına canlı bir misal Hz. Ömer devrinde, İslam’ın başşehri Medine’de gerçekleşmiştir. Ümmü Varaka isimli Medineli Müslüman bir kadın, köle ve cariyelerine “Ben ölünce hepiniz hürsünüz, serbest kalacaksınız” vaadinde bulunur. Bunlardan 2 tanesi, bir an önce hürriyetlerine kavuşmak için sâhibelerini öldürürler.[9] Âdil halife Hz. Ömer de bu cinayetin cezasını onlara ödetir. Bu hadise gösterir ki insan, hürriyeti için veya intikamı için, şefkatli sahibini bile öldürebilirken, ona zulmeden, onu ezen ve rencide eden veya kalbi kendisine kin ve nefretle dolu olduğu efendisini niçin öldürmesin veya buna teşebbüs etmesin?! Oysa tarihler Kureyza kadınlarından böyle bir teşebbüsü ne Hz. Peygamber’e ne de onun arkadaşlarına karşı yazmıyor. Yalnızca Hayber esirlerinden Zeyneb isimli birisi, Hz. Peygamber ve arkadaşlarına zehirli bir koyun yedirme şeklinde teşebbüste bulundu ve bu teşebbüs, Bişr isimli bir sahabenin ölümüne yol açtı. Hz. Peygamber ve yakın arkadaşı Ebu Bekir de o etin tadına baktıkları için zehirlendiler fakat zehrin tesiri vefatlarına yakın zamanda kendini gösterir. Bu münferid hadise de gösterir ki, Hayberli kadının yaptığı ve uzun zaman içinde netice de aldığı tarzda bir teşebbüsü Kureyzalı kadınlar da yapabilirlerdi ama yapmadılar.

3) İnsanın vicdanı, doğası ve yapısı haklı ile haksızı ayırt eder. Akıl, gerçeği görür. Kadınların vicdanı ve hisleri, erkeklerden daha iyi çalışır. Hz. Muhammed’in savaşlardaki tutumu, haklılığı ve daima insanları doğruya ve güzele çağırmasını esir kadınlar da biliyor ve görüyorlardı. Nitekim Hayber kuşatmasında öz babası öldürülen, kendisi esir düşen ve sonra Hz. Peygamber’in evlenme teklifiyle muhatap olan, hürriyeti mihri sayılan Hz. Safiye, şöyle der: “Yâ Resûlallah! Siz beni İslamiyet’e davet etmeden önce, konak yerine geldiğimde Müslümanlığı arzulamış ve sizi tasdik etmiştim. Yahudilerle benim hiçbir ilgim kalmadığı gibi, artık onlara ihtiyacım da yoktur. Hayber’de artık ne babam ne de kardeşim vardır. Siz beni küfür ile İslam’dan birini seçmekte serbest bırakıyorsunuz. Allah ve Allah’ın Resûlü bana, serbest bırakılmamdan ve kavmimin yanına dönmemden daha sevgilidir.[10] Yani Hz. Safiye de İslam öncesi hayat devresinde Hz. Peygamber’in doğruluğunu ve haklılığını, Beni Kaynuka’ya ve hatta Nadir oğulları kabilesine karşı yaptığı affedici ve şefkatli muameleyi biliyordu.[11] Hz. Peygamber, Kureyza Yahudilerinden daha önce, Beni Kaynuka ve Beni Nâdir ile de benzer hadiseler yaşamıştı. Kaynuka ve Nâdir Yahudileri de ahidlerini bozup düşmanla işbirliği yapmışlardı. Hz. Peygamber’in Müslümanlık teklifini reddetmiş fakat Medine’den sürgün edilmeyi (malları ve servetleriyle birlikte olmak şartıyla) kabul etmişlerdi. Elbette bunu Medine ve civarında yaşayan bütün Yahudiler biliyorlardı. Nitekim Hayber halkı da aynı teklifi savaşın kesildiği bir anda yapmışlar ve kabul görmüşlerdir. Eğer Hz. Peygamber’in esir, mal ve cariye arzusu ve düşkünlüğü olsaydı, Hayber Yahudilerini de öldürtürdü.

Hz. Peygamber’in haklılığını bilen, Kureyza esiri ve cariyesi olan Reyhane ile, Hayber esiri ve eşi olan Safiye Müslüman olmuşlardır. Bu kararı vermelerinde de asla ve kat’a bir zorlamayla karşılaşmamışlardır. Kur’an’ın “Dinde, zorlama yoktur[12] hükmü itikadî bir anayasadır. Baskı ve dayatma, kâfir birini münâfık (dilde Müslüman özde inançsız) yapar. İslamiyet’te fikir ve inanç hürriyeti esastır. Bu manada Kur’an, savaşlarla İslamiyet’in hakkıyla yayılamayacağını, bilakis sulh ortamının İslamiyet’in kendi güzelliğini göstermesi ve haklı olarak yayılmayı kazanışını anlatma sadedinde “Hudeybiye Antlaşması”nı gerçek ve apaçık bir fetih olarak gösterir.[13] Oysa antlaşma şartları Müslümanlar aleyhinde idi... Bu davanın canlı tarihî delili şudur: Hudeybiye’ye kadar, ki 628 yılıdır, toplam Müslüman sayısı, kadınlar dahil, 3000 iken; 2 sene sonraki Mekke Fethi’nde sadece erkek mümin sayısı 10.000 idi. Barış ortamının etkileyiciliği Halid bin Velid, Amr bin As ve Osman bin Talha gibi Mekke’nin askerî, siyasî ve idarî dâhilerinin kazanılmasına vesile olmuştur.

Bu noktalardan diyebiliriz ki Kur’an ve İslam hem fikir, hem hayat, hem ahlak noktasında son derecede güçlüdür; alternatifi yoktur. Evet, temeli bilgi ve bilince dayanan bir sistemin alternatifi cehâlet ve şuursuzluktur. Pratiği tamamıyla hakka, adalete, samimilik ve düzene dayanan bir sistemin alternatifi zulüm, haksızlık, sahtekârlık ve anarşidir. Aklı başında hiçbir kimse, duyguları bozulmamış hiçbir insan, böyle bir sisteme alternatif aramaz, arayamaz.

İslamiyet böyle gerçekçi ve şefkat dolu olduğu için esirlere, yepyeni bir muamele tarzı öngörmüş ve bu sayede hem onların hürriyetine hem daha önceden kalma kölelerin özgürlüğüne yönelik kapılar açmış ve yollar yapmıştır. Muamele tarzı şudur:

a) Toplama kampı, sürgün ve kötü hayat şartları yerine,[14] erkek ve kadın esirleri Müslüman evlerine dağıtmıştır. Müslümanlara kendi hayat standardları nasılsa esirlerle, köleleri ve cariyeleriyle aynı şartları paylaşmayı şart koşmuştur. “Yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin[15] emrini bizzat Hz. Muhammed vermiş ve önce kendisi uygulamıştır. Hatta Kur’an gerçek müminleri ve hakiki insanları överken onların şu vasfını söyler: “Onlar kendileri muhtaç oldukları halde yetime, esire ve miskinlere hoş kokulu yiyecekler yedirirler ve derler ki: ‘Biz sizden ne bir maddi karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz ve istemiyoruz. Biz bunu Allah rızası için yapıyoruz. Biz o zor gün olan mahşerdeki hesaptan korkuyoruz.[16]

b) Din, cariye ve erkek kölelerin kendi aralarında evlenmesini emrettiği ve tavsiye ettiği gibi, hür bir erkekle bir mümin câriyenin, hür bir kadınla da mümin bir erkek kölenin evlenmesinin uygun olduğunu söylemiştir. Çifte standardı engellemiştir. Kur’an “Mümin bir köle, hür bir mümin kadın için, hoşuna giden bir putperest erkekten evlenmeye daha layık ve hayırlıdır. Mümin bir cariye de, hür bir mümin erkek için, hoşlandığı müşrik bir kadından evlenmeye daha layıktır ve ondan daha hayırlıdır[17] der. Ayrıca cariyelere ekstradan şöyle bir hürriyet kapısı daha tanır: “Hür bir mümin erkekten çocuğu olan cariye, hürriyetine kavuşur.” İslam fıkhında ona “Ümmü Veled” (Çocuk anası) denilir. Yani İslam, köleleştirmeye ve özellikle cariyelik sistemine dost ve taraftar değil, tam aksine şiddetle düşmandır. Aksi takdirde neden böyle bir uygulamaya kalkışsın!

c) Ayrıca erkek kölelere ve cariyelere “Mükâtebe” (Yazışma) usulüyle hürriyetlerine kavuşma noktasında başka bir fırsat daha sunar. Yani mümin bir köle ve cariye, başka birisinden borç alarak veya devlet hazinesinden borçlanarak efendisinden hürriyetini satın alabiliyordu. Nitekim Mustalıkoğulları savaşında esir düşen, düşman kabilenin reisinin kızı Cüveyriye, kurtuluş fidyesi ve mükâtebe bedeli için, devlet başkanı olan Hz. Peygamber’e müracaat etmiş ve borç istemiştir. Hz. Peygamber, düşman kabilenin İslam’a ısınması ve katılması, en azından düşmanlıktan vazgeçmesi ve dost olması için mükâtebe bedelini mihr sayarak kendisine evlenme teklifi yapmıştır. Bu evlilik, Mustalıkoğullarının bütün esirlerinin serbestliğine ve İslam’a katılmalarına sebep olmuştur.[18]

d) Cahiliye’den devr alınan kölelik uygulaması, rehabilitasyon usulü çerçevesinde bitirilme hedefiyle beraber İslam toplumu içinde devam etti. Erkek köleler tarla, bahçe, hayvan bakımı ve ticaret gibi işlerde çalışırken, câriyeler de ev işlerinde evin hanımına yardım etmiş, kadın yapısına uygun işlerde çalıştırılmışlardır. Asla insan takati üstünde bir teklif ve muamele ile karşılaşmamışlardır.[19] Hatta ilişkileri o kadar samimi ve sıcaktır ki, evin hanımı ve beyi genellikle cariyeye “Kızım”, köleye ise “Oğlum” diye hitap ederdi. Zeyd bin Harise buna en güzel bir misaldir. O, Hz. Peygamber’in kölesi iken, önce hürriyetine kavuşturulmuş daha sonra da bizzat Hz. Peygamber tarafından evlat edinilmiştir. Bu sıcak ilişki şöyle de görünürdü, mesela cariyenin, köle kocasından bir çocuğu varsa evin hanımı bazen çocukla ilgilenir, cariye de ev işlerini yapardı. Bu manada Hz. Peygamber’in eşi Ümmü Seleme, Hayra isimli cariyesinin oğlu olan Hasan-ı Basrî’yi, bebekken ağladığında defalarca emzirmiştir. Kölelerin bulduğu bu rahat ve güzel ortamın en bariz ve çarpıcı bir sonucu şudur ki, İslam’ın 2. kuşağındaki âlim kesimin çoğunluğu ya kölelerden veyahut hürriyetine kavuşturulmuş kölelerden meydana gelmekteydi. Ata bin Ebi Rebah, Abdullah bin Ömer’in azatlısı Nâfi gibi…

Bu noktalar nazara alınırsa, Kureyza Yahudilerinin esir kadınlarının intihar etmemeleri… Hz. Peygamber’i ve erkek arkadaşlarını öldürmeye teşebbüs etmemeleri ki, Hayber’de bir esir kadının zehirleme teşebbüsünde bulunması bunu yapabilme imkânlarının olduğunu gösterir… hem daha sonraki hayat dönemlerinde hemen hepsinin gönüllü Müslüman olması… hemen hepsinin ümmü veledlik veya mükatebe usulüyle hürriyetlerine kavuşmaları… hem fiziksel ve ruhî bütün ihtiyaçlarının ihtimamla karşılanmaları —ki kadının esir olması onun fiziksel ihtiyaçlarını[20] engellemiyor— hem hürriyetine kavuşmak isteyenlerin fidye yoluyla kurtulabilmeleri gibi muameleler göz önüne alınırsa görülür ki, Hz. Peygamber’in gayesi ne kölelik ne de köleleştirmedir. Onun mukaddes gayesi esir kadınların ve erkek çocukların Allah’ı tanımaları, sevmeleri, Müslüman olarak ebedî hayatlarını Cennet’e çevirmeleridir. Ki, tarih bunu teyid ediyor.

Hem zaten Hz. Peygamber Kureyza oğullarını köleleştirmedi. Kur’anda böyle bir emir de yoktu. Bu vak’anın öncesinde gelen Muhammed suresi 4. âyet zaten köleleştirmeyi yasaklıyor. “Zenginse fidye alın değilse serbest bırakın” diyerek köleleştirme fiilini, savaş dahi olsa, yasaklıyor. Mevcud köleleri de, hürleştirme yollarını gösteriyor. Kureyza oğullarına bu cezayı Tevrat verdi. Şu noktalar da dikkati çeken hususlardır ki:

aa) Yahudiler ve özellikle Kaynuka ve Hayber Yahudileri zenginlerdi. Kaynuka, lügat manasıyla, kuyumcu demektir. Kaynuka Yahudileri onca zenginliklerine rağmen, hem Yahudi ırkının kadından devam ettiğini bilmelerine rağmen, hem Yahudiler birbirlerini sahiplenmeleri geleneklerine rağmen Kureyza Yahudilerinin fidyelerini verip kadınlarının kurtuluşlarını sağlamadılar.

bb) Hz. Peygamber (AS), Hayber’i fethettiğinde, Hayber ileri gelenlerinden Huyey bin Ahtab’ın esir edilmiş kızı olan Safiye’ye şu teklifi yapar: “İstiyorsan seni kabilene geri göndereyim. İstersen Müslüman ol, seninle evleneyim; mihrin de, hürriyetin olsun. Tercih senin!” Safiye, İslamiyet’i ve Hz. Peygamber’i tercih etmiştir. Hz. Peygamber gerek Safiye ile gerekse Kureyza esirlerinden olan Reyhane ile Müslüman olmadan, karı-koca hayatı yaşamamıştır. Hatta Safiye 3 gün içinde Müslüman olmasına rağmen Reyhane aylar sonra Müslüman olmuştur. Müslüman olduğunda Hz. Peygamber ona “İstersen sana hürriyetini vereyim, eşim ol!” demiştir. Fakat O, “Cariyeliğin bir serbestliği var. Ben hür kadınlar gibi örtünmeyi ve diğer mükellefiyetleri yapabileceğimi düşünmüyorum. Cariye olarak kalmak istiyorum” demiştir. Siyer kaynaklarında görüldüğü üzere Hz. Peygamber onunla cariye statüsünde bir aile hayatı yaşamıştır. Kaderin garip bir cilvesidir ki, Hz. Peygamber’in son çocuğu olan İbrahim, diğer cariyesi olan Mısırlı Mâriye’den dünyaya gelmiştir. Ki, çocuğu olunca o da hürriyetine kavuşmuştur. Mâriye de, Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber ile karı-koca hayatı yaşayabilmiştir. Buna binaen sahabelerin Kureyza esirleri olan kadınlarla ilişkisi noktasında iki ihtimal ortaya çıkar:

1) Hz. Peygamber’in bu sünneti gereğince, Kureyza Yahudilerinin esir kadınları ve kızları Müslüman olmadıkları sürece sahabelerin evlerinde sadece hizmetçi vasfı taşımışlardır. Cinsel bir taleple karşılaşmamışlardır. Çünkü sahabeler, hayatın her karesinde, yemek yemeden uyuma ve konuşmaya, siyasi ve ticari ilişkilerinden özel hayatlarına ve karı-koca münasebetlerine kadar her şeyi Hz. Peygamber’e soruyor ve öğreniyorlardı. Sonra da bu öğrendiklerini harfiyen yaşıyorlardı. Mesela Hz. Peygamber’in hizmetçisi Enes der ki: “İçkinin haram olduğu kesinleşince o içki müptelası kişiler evlerindeki fıçıları sokağa döktüler. Medine sokaklarından bir hafta boyu şarap aktı.” Hem Kur’anın açık hükmüne göre “Putperest kadınlarla evlenmek, haramdır.[21] Bu haramlık, putperest cariyeler için de geçerlidir. Bu yüzden savaşta esir edilen müşrik cariyelere kadınlık cihetiyle dokunulamaz ve onlardan faydalanılamaz; sadece hizmetçi olarak faydalanılabilinir. Yukarıda görüldüğü üzere ehl-i kitab cariyelerle de ancak İslamiyetleri sonrasında karı-koca hayatı yaşanılabileceğini Hz. Peygamber sünnetiyle bildiriyor.

b) Bununla beraber Maide suresi, ehl-i kitap kadınlarla Müslüman erkeklerin evlenebileceğini, onlar Hıristiyan veya Yahudi kalsalar dahi karı-koca ilişkisi yaşayabileceğini bildiriyor. Bu manada sahabelerin Kureyza kadınlarını câriye statüsünde eş olarak kabul etmelerinde herhangi bir engel bulunmuyor. Bu noktada Hz. Peygamber’in uygulaması takva gereğidir.

Bu noktalardan anlaşıldığı üzere “Savaşın akabinde, Muhammed ve arkadaşları, savaş esirlerine ve cariyelere zorla sahip oldular, onlara tecavüz ettiler” gibi ateistçe bir fikrin ne tarihte karşılığı vardır, ne Kur’anda ve Sünnet’te buna bir delil ve emare vardır.

O günkü sosyal ve dinî konjonktür yeni temellenen bir durumdaydı. Bundan dolayı sahabeler ve onların reisi olan Hz. Peygamber, Kur’anın dışına bir adım dahi çıkamazdı. Mutlak bir İlahî kontrol ve nezaret altında bulunuyorlardı. Bu süreç zarfında Müslümanlar başta Hz. Peygamber olmak üzere düşünce-duygu-fizik açılarından yoğun ve hararetli terbiyeye tabiydi. Bu süreçte Allah kendi kelamı olan Kur’anda, tarbiye hakikati tam tahakkuk etmesi için Hz. Peygamber’in içinden geçen hisleri dahi tenkit etmekte ve ikazda bulunmaktaydı.

Mesela sahabeden Zeyd bin Harise ile eşi Zeyneb’in aralarında sık sık problem çıkması ve kavga etmelerinden Hz. Peygamber ferasetiyle ayrılacaklarını sezdi. Sonra da Allah’ın, “Evlatlığının boşadığı kadınla evlenilmez” şeklindeki yanlış Câhiliye geleneğini bizzat Zeyneb’i, kendisiyle evlendirerek yıkıp kaldıracağını basiretiyle gördü. Fakat bu şekilde Arap dünyasını ve geleneklerini karşısına alacağını düşündü. Bu düşünce, Onun içinde korku ve çekingenlik hislerini doğurmuştu. Ahzab suresi 37-38. âyetler bu meseleyi ve Hz. Peygamber’in iç dünyasını açıp doğrudan Hz. Peygamber’e hitaben “İnsanlardan değil Ben’den çekin. Buna, Ben daha layığım” diyor.

Bu noktalardan anlaşıldığı üzere İslamiyet’te ve Kur’anda psikolojik ve sosyolojik, siyasi ve tarihî hiçbir gedik, açık ve yara yoktur. Kehf suresi 1. âyet der ki: “Bu Kur’anı kuluna indiren ve Kur’anda hiçbir eğrilik var kılmayan Allah, bütün mükemmelliklerin sahibidir; ezelden ebede kadar bütün övgüler Ona aittir.

cc) Said Nursi, Muhakemat kitabında şöyle bir tespit yapar: “Eski çağlarda akıl ve bilgiden ziyade, duygu ve güç önemliydi, onlara değer verilirdi. Gelecek asırlar ve bu asır ise, bilgi, akıl, hak ve adalet asırlardır.[22] Mektubat kitabında ise: “İnsanların yüzde 20’si doğrudan doğruya hakikatle muhatap olabilecek bir yapıdadır; insanların yüzde 80’i ise, gözüyle gördüğüne tabidir[23] der. Onun bu 2 değişmez tespitine göre geçmiş asırların ve kıyamete kadarki gelecek asırların insanlarının çoğunluğu, ilim ve irfandan ziyade para, güç, otorite, şöhret ve zenginliğe değer verirler. Fakir bir âlim ile tek bir kadın bile evlenmek istemezken, çok zengin ve meşhur fakat câhil bir adamla 10 kadın dahi evlenmek ister. Hem aynı anda aynı adamla bu 10 kadın evli bulunmayı severek tercih ederler ve isterler. Bu noktadan dolayı Osmanlı devrinde Çerkez ülkesinin güzel kızlarının aileleri “Burada kalıp hür bir köylü kızı olacağına, Padişah sarayında köle bir kız ol!” daha iyi diyerek öz kızlarını kendileri gönüllü olarak köle pazarında satmışlardır.

Bu yönler göz önüne alınıp bakılınca Hz. Peygamber hem devlet başkanıydı, bir saltanat sahibiydi; hem meşhur ve beklenilen bir peygamberdi. Bundan dolayı O, Reyhane, Safiye, Cüveyriye gibi bir savaş esirine, önce Müslümanlık ve sonrasında evlilik teklif ettiğinde bu onlar için talih kuşunun başlarına konması gibiydi. Çünkü hem savaşta ve esir iken öldürülmediler, hem güzelce yaşamalarına izin verildi, hem hürriyetlerine ümmü veled olma ve mükâtebe usulü ile kapı açıldı, hem fidyeyle kurtulma yolu sunuldu ve daha da ötesi Medine İslam Devleti’nin kralının ve şöhretini kutsal kitaplarından duydukları ve bildikleri bir peygamberin[24] eşi olma teklifiyle karşılaştılar. Bu teklif, akıldan ziyade hisleriyle yaşayan bir kadın için reddedilmeyecek bir teklifti. Nitekim hepsi de severek bu teklifi kabul etmiş ve Müslüman olmuşlardır. Tamamen hür iradeleriyle… Zaten Reyhane’nin birkaç ay beklemesi bu irade serbestliğinin diğer bir delilidir.

[1] Tevbe suresi, 73; Tahrim suresi, 9; Muhammed suresi, 31 v.d.

[2] Sahih-i Buhari,

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 5. Söz… Kur’anın birçok suresi bu hakikatli ve değişmez hali vurgular. Savaşmanın insan ruhunu elmaslaştırdığını ifade eder. Mesela Muhammed Suresi, 31; Âl-i İmran suresi, 140-142)

[4] Baknız Kasas, A’raf ve Taha Sureleri.

[5] Alfred North Whitehead, Düşüncelerin Serüveni; Said Nursi, Divan-ı Harb-ı Örfî, 7. Cinâyet.

[6] Bakara suresi, 94-95; Cuma suresi, 7. âyet ve benzeri âyetler…

[7] Bakara suresi, 65.

[8] Ömer Seyfettin’in “ Forsa ” isimli hikâyesine bu gözle bakabilirsiniz.

[9] İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Ğâbe, Cild V., Ümmi Varaka Maddesi.

[10] Tabakat-ı İbn-i Sad, Safiyye bint-i Huyey bin Ahtab en-Nâdiriyye maddesi, c. 10, s. 129.

[11] Halbuki Nadir oğulları kabilesi, doğrudan doğruya Hz. Peygamber’i hedef alan bir su-i kasd girişiminde de bulunmuşlardı. Buna rağmen sadece Medine’den sürgün edilme cezasıyla muhatap oldular.

[12] Bakara suresi, 256.

[13] Fetih Suresi, 1.

[14] Ki hürriyeti ve eşitliği savunan Amerika ve Rusya gibi modern devletler bunları yaptı ve halen yapıyorlar. ABD’nın Guantanamo esir kampı halen çalışıyor. Yaşam şartlarının Guantanamo’daki zorluğu için bakınız https://www.dw.com/tr/guantanamoda-5-y%C4%B1l/a-16985574

[15] Buhârî, Îman, 22; Müslm, Eyman, 40.

[16] İnsan suresi, 8-10.

[17] Bakara suresi, 221.

[18] Tabakat-ı İbn-i Sad, Cüveyriye bint-i Hâris el-Mustalıkiyye maddesi, c. 10, s. 122.

[19] Hz. Peygamber değil köle ve cariyelerin ağır yükler altında ezilmelerine müsaade etmek, bilakis yük hayvanına eziyet eden hür bir Müslümanı bu yaptığı işten vazgeçmesi konusunda uyarmış ve bir yanlışa son vermiştir. (Ebu Davud, Cihad 47, (2549) ).

[20] Esir kadınların esirlikleri onların yeme-içme ihtiyacını engellemediği gibi, cinsellik ihtiyacını da engelleyemez.

[21] Bakara suresi, 221.

[22] Unsuru’l-Hakikat, 8. Mukaddime.

[23] Mektubat, 12. Mektub, 2. Sual.

[24] Cüveyriye hariç… Çünkü o müşrik bir kabiledendi. Onun kutsal kitabı yoktu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.