Mustafa ORAL
Barla kabristanından bakınca dünya
İnsan uzun bir yolculuğa çıkmaya hüküm giymiş. Bu yolculuk onlarca menzilden oluşuyor. Sinema perdeleri gibi menzillerin biri kapanıyor, diğeri açılıyor. Menziller ruhlar aleminden başlayıp, anne rahmine, çocukluğa, gençliğe, ölüme, kabre, berzaha uğrayıp ahiret aleminde ebediyet buluyor.
Said Nursi 1876 yılında bu uzun yolculuğa başlamış, 51 yıl önce bugün dünya menzilinden çıkıp, Halilülrahman Dergahını kendine menzil yapmış. 3 ay sonra Barla kahramanlarına yakın olmak için kendini Halilülrahman Dergahından aldırıp, seyyidler, sıddıklar, şakirtler beldesi Barla menzillerine doğru kanat açmış.
Şimdi ben Bediüzzaman’a uzun yıllar menzil olmuş Barla yollarındayım. Güneş batmak üzere ve biraz sonra ay gökte göverecek. Kasabanın sarp yokuşundan Said Nursi Hazretlerinin talebelerinin medfun olduğu Barla Kabristanına doğru yorgun adımlarla yürüyorum.
Güneş batmak üzere kabristana varıyorum. Bediüzzaman’ın talebelerinden Ali Uçar ile Bayram Yüksel’in mezarları arasında bir yerden Barla Gölünü ve onu çevreleyen ufukları seyrediyorum. İki güneş insan arasında, güneşin batmasına yakın bir güneş tutulması yaşıyorum. Biraz sonra ay çıkacak. Sanki bir denizim de, sanki ay başucumda taht kurdu da, bu hal içre bir bir met-cezir yaşıyorum.
Şimdi, zamana yön veren güneş ile ay, ikindi ile akşam, Bayram Yüksel ile Ali Uçar arasında bir yerdeyim. Bu Kur’ân talebelerinin arasında Kur’an’ın ayetleri bir güneş gibi göğsümü ısıtıyor, ruhumu aydınlatıyor. O an, ayetlerin Mekki ve Medeni ayetler gibi şemsi ve kameri ayetler olarak ikiye ayrıldığını hatırlıyorum. Şemsi ayetler gündüz saatlerinde iniyor ve bu ayetlerde rahmet ağır basıyor. Kameri ayetler ise gece inzal oluyor ve bunlarda da gazap ağır basıyor. “Rahmeti gazabını geçmiş Rabb’im şemsi ayetleri kameri ayetlerden daha fazla kılmış; bu kalben de rahmetini kesmez” diyorum. Değil mi ki bu mevsimde günler uzun, geceler kısadır.
Gündüzlerin en uzun olduğu bir zamanda kendimi bir a’rafta hissediyorum. Güneşle ay, akşamla ikindi, rahmetle gazap, ümit ile korku, Mekke ile Medine arasında.
Kalbi alemin şemsi (güneş), aklı kameri (ay) olan Resûlallâh, Mekke devrinde “Bir elime güneşi, bir elime de ayı verseler; yine de bu davadan (tevhit) vazgeçmem” demiş. Demiş de yüreklerde nabız nabız atan bir saat, akıllarda yaprak yaprak açan bir takvim olmuş. Zaman an be an geçiyor, saat be saat işliyor. Barla Kabristanında gün devrimi yaşanıyor; ömür takviminden bir sayfa daha kopuyor.
Güneş ve ay zamana yön veren iki temel unsur. İkisinden birisi olmasa ne gece, ne de gündüz olacak. Ne akıl, ne de kalb olacak. Ne saat, ne de takvim olacak..
Müminlerde zaman, çevrimsel, yani dairevi. Zaman sürekli bir döngü içersinde. Güneş dönüyor, günler dönüyor. Günler bazen müminler için, bazen de kafirler için dönüyor.
Ben şimdi, şu kabristanda kendimi halkavari, dairevari bir zaman diliminde bir met-cezir haleti içinde hissediyorum. Zamanın “zaman” olarak algılanmasında vazgeçilmez olan “mekan” unsurunu reddetmiyorum. Güneşi ve ayı, aklı ve kalbi, Mekke ve Medine’yi bir bütün halinde kabul ediyorum. Şüphesiz, insan bazen bir anda birden fazla zamanda ve mekanda bulunabiliyor. Bir anda birden fazla zamanda yaşayabiliyor, birden fazla mekanda seyahat edebiliyor. Bunun için kendimi, kah güneşte, kah ayda; kah kalbin menzilinde, kah aklın girdabında; kah Mekke döneminde, kah Medine döneminde buluyorum.
Şimdi şu kabristanda bir “eddai” yazmayı ne de çok isterdim: “Yıkılmış bir mezarım ki...” Oysa kalbim Mekke ve Medine arasında gidip geliyor. Kah Mekke’yi tahlil ediyorum, kah Medine’yi. Bu tahlillerde Mekke ve Medine dönemlerinin özelde mümin, genelde İslam için bir takvim gibi ne kadar da belirleyici dönemler olduğunu fark ediyorum.
Şu kabristanda daha bir anlıyorum ki Mekke ve Medine bir yüreğin iki parçası... Mekke bir akıl; akıl ile hissettiriyor. Medine bir kalb; kalble aklettiriyor. Mekke akıl içindeki kalb. Medine kalb içindeki akıl. Mekke Alemlerin Rabb’ine muhatap olmak, Medine alemlere muhabbet etmek.
Mekke bir düşünme, Medine bir taşınma. Mekke bir fikir, Medine bir aksiyon. Hicret bir ara’f.
Mekke bir mihrap. Oradan imanın erkanları ve tevhidin mertebeleri kâinata ilan ediliyor. Medine bir minber. Orada İslam akaidinin, şeriatının, teferruatının ve külli kanunlarının nasıl uygulanacağı gösteriliyor. Mekke iman, Medine İslam. Mekke mümin, Medine Müslüman. İmansız İslam ne kadar mümkün değilse, İslamsız iman da o kadar mümkün değil. Mekke’siz Medine asla mümkün değil.
Mekke bir temel, Medine bina. Temelsiz bina ne kadar mümkün değilse, binasız temel de o kadar mümkün değil. Mekke’siz Medine asla mümkün değil.
Mekke esir, Medine ecir. Mekke hizmet, Medine ücret. Mekke sadakat ve bedel ödeme dönemi. Medine sadakatin bedelinin tahsil edildiği dönem.
Mekke esir, Medine ecir dönemi. Mekke kafir idarenin baskına rağmen iradeüstü bir iman; Medine her türlü baskıdan uzak iradi bir itaat.
Mekke bir edilgenlik, Medine bir etkenlik hali. Mekke Sümeyyeler’in, Bilaller’in kalblerindeki iman fikrinin izalesi için akla, hayale gelmez işkencelerin yapıldığı dönem. Canların, ruhların kaldıramayacağı türden bedellerin ödendiği bir dönem. Sarp yokuşu tırmanmayı göze almanın dönemi.
“Sarp yokuş” deyince birden aklıma Beled suresi ve “akabe” geliyor. Zira Beled Suresi müminlere işte böyle esaretlerin, işkencelerin yapıldığı bir dönemde Mekke’de inzal edilmiş. Surenin inzal edildiği dönem; Müslümanların kuşatma altında tutuldukları sıkıntılı bir dönem. Müminlerin güven içinde olmadığı, devamlı zahmet, meşakkat, mihnet, tehlike dolu çetin merhalelerden geçtiği bir dönem. Rabb’imiz böyle bir günde, insanın çok zor şartlar içinde dünyaya getirildiğini hatırlatarak, kamil mümin olabilmenin yolunun sıkıntılara göğüs germekten geçtiğini bildiriyor. Bu zorlu yolu da “akabe” olarak nitelendiriyor.
Akabe... Akabe salih amel işlemek, nefis ve şeytanla mücadele etmek. Bu cihadı gerçekleştirebilenler ancak sarp yolu geçebilecekler. Bunun yolu köleler azat etmekten, yoksul ve yetime göz kulak olmaktan, iman eden, birbirlerine sabrı tavsiye eden ve birbirlerine merhameti tavsiye eden insanlar olmaktan geçiyor.
Surenin nazil olduğu günden bu güne çok şey değişti. Günler bir gün müminler için, bir gün de kafirler için döndü, dönüyor. Müminler kah Mekke döneminde yaşadılar, kah Medine döneminde.
Mekke ve Medine meselesi kişiden kişiye, cemaatten cemaate, mekandan mekana, zamandan zamana değişiklik gösteriyor. Aynı mekanda, aynı zamanda kimimiz Mekke dönemini yaşıyor, kimimizin, Medine dönemini.
Buradan bakılınca genel olarak İslam dünyası açısından bu gün gelinen noktanın Mekke dönemi olduğu görünüyor. Bununla beraber bir kısmımız için Medine dönemini hatırlatır şeyler de yok değil. Maddi şartlar itibarıyla nispeten terakki eden bir İslam dünyasına mukabil, maneviyat açısından zayıflayan bir dönem. Kemiyetteki artışa mukabil keyfiyette meydana gelen nispi azalış... Düşünceden yoksunluk ve bedel ödemek konusunda isteksizlik. Hak ve yetki taleplerinde artış, görev ve sorumluluk bilincinde zayıflama.
İslam dünyasındaki son iki yüzyıllık dağınıklığa ve zaaflara baktığımızda bu gün için yapılması gerekenin tekrar Mekke dönemine dönmek olduğu aşikar. İnsanlığın temel sorunu hakiki anlamda iman etmektir. Hakiki iman ise güçlü bir tefekkür ile mümkündür. Müminler için Mekke dönemi böyle bir dönemdir. Şüphesiz düşünceden, tefekkürden yoksun her eylem/aksiyon muvaffakiyetle sonuçlanmayacaktır. Evliya ve asfiyanın ekserisinin Peygamber neslinden gelmesi gibi, tefekkür ehli kişilerin ekserisi de güçlü bir içtimai geleneğe sahip olan toplumlardan çıkar. Bugün nispeten geleneğini yitirmiş ya da geleneğinin önemini yitirmiş bir Müslüman nesil ile karşı karşıyayız. Bugün bedel ödemeyi, sarp yokuşu tırmanmayı göze alamadığımız gibi, bizi tırmanmaya teşvik edecek manevi motivasyondan/düşünceden de nispeten yoksunuz.
İşte bunun için önemli şimdi Mekke’ye yemin ile başlayan Beled suresini okumak, işte bunun için önemli Mekke....
Değil mi ki Beled Suresi müminin hayatını bir bütün halinde saran, bir duruş ve tavır olarak algılanabilecek yaşam biçiminin özetini vermektedir.
Değil mi ki günümüzde zihinler karışmış, dünyalar sürekli erozyona uğrayarak yeni adalar/siteler oluşturmuş...
Değil mi ki insan kendi içinde kendini yitirmekte, Akabeye/sarp yokuşa yol sürmekten erinmekte, Akabe Tepesinde biat etmekte isteksiz davranmaktadır.
Şimdi, halihazır durumu ile bana Akabe Tepesini hatırlatan Barla Kabristanındayım. Barla’ya ilk defa on yıl önce gelmiştim. On sene önce dünyamda -biraz da gençliğin getirdiği uç duygu ve düşünceler nedeniyle- çok derin çalkantılar vardı. Kalbim bir deniz olur, şu göğsümün kabına sığmaz, aklımın dağlarını zorlar dururdu. Bugün de dünyamda bazı irili ufaklı çalkantılar yaşıyorum. Ama on yıl öncesi göre daha sakin, daha sütliman olduğumu fark ediyorum. Bu ruh halimden midir, on yıl öncesindeki ile bugünkü Barla arasında hayli fark olduğunu görüyor, “Elhamdülillah Barla’ya Medine gelmiş” diyorum. Oysa on yıl önce gözüme burası nispeten Mekke gibi gelmişti. Daha yapılması gereken çok şeyin olduğunu hissediyordum. Şimdi ise hayli mesafe alındığını görüyorum.
Kendi kendime “Barla’ya Medine gelmiş” desem de, dünyanın hali hazır durumun daha çok Mekke devrini hatırlattığını sanıyorum. Bunun için, kalbimde Mekke şehrine yemin ile başlayan Beled Süresinden arta kalan hüzün, ruhumda Beled süresinde bahsedilen Akabe yorgunluğu, aklımda bir ikindi dinginliği ile Barla Kabristanından Eğirdir Gölünün uzantısı ufukları seyrediyorum. Sanki ufukların ötesinde Mekke ve Medine’yi görüyorum.
Akabe, engin bir vadiden yüksek bir dağa doğru çıkan sarp yokuş demek. Akabe denilince aklıma hep Mekke ile Medine arasında bulunan Akabe Tepesinde yapılan Akabe Biatı geliyor.
Barla Kabristanına sarp bir yokuştan çıktım ve bir biatın mekanı olarak Ali Uçar ile Bayram Yüksel’in mezarlarının arasında bulunan isimsiz bir mezarın başında biatımı tıpkı Akabe’dekiler gibi 10 yıl sonra yenilemek üzere bulunuyorum.
Zaman ne çabuk geçmiş. Ben kendimin ne durumda olduğumu, ne kadar ve ne yönde değiştiğimi sorguluyor, neleri kaybettiğimi, neleri kazandığımı hatırlamaya çalışıyorum. İslam Dünyasında son on yılda neler değişti, neler değişmedi. Özelde bütün müminler için, hassaten bir Nur Şakirdi için, “Mekke ve Medine nedir ve nerededir? İslam dünyasının neresi Mekke, neresi Medine’dir?” diye düşünmeye çalışıyorum.
Benim ve bütün İslam aleminin önündeki bunca sarp yokuşa (akabe) mukabil bir akabe biatına ne kadar ihtiyacımız olduğunu ve bunu ne kadar istediğimizi sorguluyorum. Biliyorum ki her Beled bir Akabe ister. O gün akabeden geçebilmeyi göze alanlar Akabe tepesinde Rasülallah’a beyat edecek bir maneviyata ulaştılar.
Akabe’de beyat etmeyi göze alanlar da kısa bir süre sonra Bizans ve Sasani’yi fethettiler. Yine biliyorum ki bu gün biat yoksa, artık fetih de yok.
Yedeğimde Beled Suresi, ardımda Mekke; Barla Kabristanında kendime bir Medine arıyorum... Önümde bir Akabe. Bu sarp yokuşu aşabilirsem, ardından biat gelecek inşaallah, bunu da biliyorum.
Değil mi ki ardımda Mekke gibi bir miras, Barla Kabristanı gibi bir menziller var...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.