Mustafa ORAL
Bediüzzaman’dan Borges’e peruk, maske ve ayna
Bediüzzaman’dan Borges’e peruk, maske ve ayna
İnsanlar hayvanlardan farklı olarak bedenini bir şeylerle örtme içgüdüsü ve emriyle yaratılmış. Toplumdan topluma değişmekle birlikte genel olarak hemen her toplumda bedeni kaplayan örtülerin bir çok dini, insani, siyasi, kültürel, mesleki veya mezhebi anlamı vardır. İnsan kendine ait bazı kabulleri ifşa için örtündüğü gibi, başkaları tarafından kendine izafe edilen bazı kabulleri örtmek için de giyiniyor olabilir.
Şüphe yok ki kıyafet ilk elden bir örtünme biçimi olarak tarif edilebilir. Kıyafet bir çok şeyi örttüğü gibi, bir çok gizli durumu da ifşa eder. Örtünme özünde bir açılmadır, bir mesajdır. “Ben buyum, ben şuyum” demek olduğu kadar, “Ben o değilim, ben bu değilim” anlamını da karşılar.
Kıyafetin giydirdiği insanlar olduğu gibi, insanların giydirdiği kıyafetler de vardır. Kıyafetin giydirdiği öyle insanlar vardır ki, o değersiz insanlar onunla güya değerlenirler. Öyle insanlar da vardır ki kıyafetleri giymezler, kıyafetleri giydirirler. Kıyafet onlarla değer kazanır, onlar kıyafetle değer kazanmazlar.
Misal Peygamberimizin (s.a.v.) sarığı. Şüphesiz o sarık en büyük kralın altın işlemeli tacından daha değerlidir. Bu yönüyle bakıldığında o sarık Efendimizle değerlenmiştir. Yine bir kral krallığı hak etmediği halde başına altın tacı takarak kendi değerini artırma girişiminde bulunmuştur.
İnsanlık yukarıda bahsettiğimiz “değer” olgusunu insan var edileliden bu yana değişik boyutlarda yaşıyor. Bu bazen ivme kazanıyor, bazen de alabildiğine durağanlaşıyor.
Üzerinde yaşadığımız topraklar ise son iki yüz yıldır büyük bir “değer” buhranı geçiriyor. Gerileyen devlet kıyafet / dış görünüş merkezli bir dizi çözüm önerisi ile toplumun karşına çıkıyor. Bugün değer buhranının “başörtüsü” boyutuyla devam etmesi de gösteriyor ki, çözüm arayışı esastan ziyade usül, manadan ziyade şekil üzerinde odaklanıyor.
Tanzimat’tan bu yana ülkeyi idare edenler batının dayattığı bir hayat tarzını bu topraklar üzerinde oturtmaya çalışıyor. Bunu da ilk elden “şekil” üzerinden gerçekleştirme gayreti içine giriyor. Böylece bir dizi yasağı ve mecburiyeti devreye sokuyor.
Bir Osmanlı Padişahı çıkıyor, sarığı kaldırıp, yerine fesi getiriyor. Bir zaman sonra Cumhuriyet kuruluyor. Bu sefer de bir Cumhurbaşkanı muasır medeniyet seviyesine çıkmanın bir manifestosu olarak, fesi kaldırıp yerine şapkayı getiriyor. Öyle ki TC’de bugün hala kanunen şapka giyme mecburiyeti vardır. Başta şapka aleyhine risale neşreden İskilipli Atıf Hoca ve Risale-i Nur’un sarıklı müellifi Said Nursi olmak üzere yüzlerce kıyafet mağduru insan vardır yakın tarihimizde.
Cumhuriyetin ilk yıllarında kıyafet devrimini tutundurmanın yollarından biri de balolar olmuştur. Balolarla başlardan başörtüsü attırılmaya teşvik edilmiştir. Bunda yeterince muvaffak olunamayınca kadınlara yönelik kıyafet yasağı getirilmiştir. Yasak bu gün “başörtüsü” üzerinden devam etmektedir.
Tefekkür ve mefkure olarak küçülen devletler toplumdaki dengeleri sarsarak, fertlerini bir başka dili kullanmaya zorlarlar. Kültürel bozukluğun, siyasi, sosyal baskının arttığı böyle toplumlarda, kalbsizleştirme, kimliksizleştirme (hüviyetsizleştirme) ve kültürsüzleştirme (mahiyetsizleştirme) çabalarına karşı insanlar bir takım “şekli” tepkiler verirler.
Burada “şekil” deyip geçmemek gerekiyor. O şekillerin çok derin olumlu-olumsuz manaları çağrıştıran sembolik anlamları olabilir. Bu anlamlar da ilk elden peruk, maske gibi sembolik araçlarla verilmeye çalışılır. Örneğin dilsizleştirme politikasına bir tepki olarak başörtüsü yasağı etkisini artırdığında alternatif bir çözüm yolu olarak peruk gündeme gelmişti. Toplumun bir başka dilde konuşmasına bir başka örnek de, birkaç yıl önce, içinde peruk takan başörtülü hanımların da bulunduğu “peruk takan kadınlar” adlı bir belgeselin çekilmiş olmasıydı.
Yine bu dilsizleştirme veya dili dönüştürme tepkilerine bir örnek de bu yakınlarda “dünya şairler günü” dolayısıyla bir grup şairin, Taksim / İstiklal’de şimdi hayatta olmayan bazı ünlü şairlerin maskelerini yüzlerine takarak gelene, geçene şiirler söylemeleri ile gerçekleşmişti.
Gerek maske, gerekse de peruk olayının derinliğine indiğimizde bazı ilginç sonuçlarla karşılaşıyoruz. Bunlardan ilki toplumun bir kesiminin sahteciliği tercih etmesi veya sahte davranmaya mahkum edilmesi. İkincisi de, yine toplumun bir kesiminin kendi sesinin yetmediği yerlerde başkalarının sesinin ardına sığınarak söyleyeceklerini söyleme güdüsüyle hareket etmek istemesi.
Bu iki olay bize şunu gösteriyor: Bir toplum kendi sesini ve suretini yitirdiğinde bir başka mekandan ve zamandan ses ve suret ithal ediyor, o sese ve surete sığınıyor. Toplumsal yapı zayıfladıkça, kişiler insan olma öznesinden uzaklaştıkça, rakip ve alternatif psikolojisi körüklendikçe insanlar dilini unutuyor. Bu da onların maske ve peruk takma ihtiyacını artıyor.
Peruk nispeten bir acziyetin ifadesidir. Sağlık sorunları veya başörtüsü yasağı dolayısıyla peruğun takılması gibi. Ama maske sonuna kadar bir zaafın belirtisidir. Zaaf göstermektense acziyet içinde olmak tercih edilmeli değil mi? Perukla belki bir eksiklik tamamlanıyor, ama maske ile genelde bir eksiklik göz ardı edilmeye çalışılıyor. Çoğu kere maske yok olanı var etme, peruk ise var olanı yok etme çabası olarak karşımıza çıkıyor.
Şimdilerde kimileri maskeli balolar düzenliyor, kimileri maske ile sokakta yürüyor, kimileri daha güzel görünmek için, kimileri de zorunluluktan/yasaktan perukla dolaşıyor. Şüphesiz bunların bir gerçeği örtbas etmek veya ifşa etmek gibi bir işlevi var. Buradan bakılınca bu durum her halükarda anlaşılabilir bir durum olarak görülebilir. Zira kullandıkları şeylerden, onların o kişi dışında başka birileri olduğunu anlıyorsunuz. Bu sahteliklerinin (baskılar sonucu peruk takanları tenzih ederim) açık sözlü bir tarafı olduğunu anlıyorsunuz. “Biz göründüğümüzden başka bir haldeyiz. Size sahtekarlık gibi gelebilir, ama biz söylemek istediklerimizden veya bizi anlamak istediğinizden başka şeyiz” dedikleri için yani açık sözlü oldukları için onları tebrik ediyoruz.
Öte yandan bu toplumda görünüşte başında peruk, yüzünde maske olmadığı halde hakikatte beyninin ardında peruk ve yüzünün gerisinde maske taşıyan o kadar çok insan var ki. İşte bunları anlamakta ve bağışlamakta zorlanıyorsunuz. Onlar başlarına öyle rengarenk peruklar takıyorlar ki onları tanıyamıyorsunuz. Yüzlerindeki maskeler o kadar çok çeşitli duygunun resmi olan hayvan ve insan motiflerini taşıyor ki, onların ne olduğunu anlayamıyorsunuz. Böyle durumları “koyun postuna bürünmüş kurt” diyerek geçiştirmek zorunda kalıyorsunuz. Yok geçiştirmeyeyim, biraz derinlemesine inceleyeyim dediğiniz zaman, hele hem peruklu, hem de maskeli insanlarla karşılaştığınızda sarıklı Bediüzzaman’ın sabrını ve ferasetini yedeğinize almak zorunda kalıyorsunuz. Zira bazı insanların yüzünde kurt, yılan gibi yırtıcı hayvanlarla karşılaşma ihtimali çok yüksek oluyor.
Bu gün gelinen nokta şu ki maske ve peruk meselesinde kafir ile münafık arasındaki ilişki benzeri bir ilişki kurarak tercihte bulunmak zorundayız. Hepinizin bildiği üzere münafık kafirden daha tehlikelidir. İnsanlar yüzlerindeki kat kat maskeleri ve başlarındaki kat kat perukları çıkarmalı, ne ise o olmalı. “Bir çok insanlar gördüm ki üzerinde elbise yok. Bir çok elbiseler gördüm ki içinde insan yok” diyen Mevlana gibi, “ Ne peruklar gördüm altında baş yok, ne maskeler gördüm altında yüz yok” dememeli...
Arjantinli yazar Borges “Ayna ve Maske” isimli öyküsünde bir Kral ile şairin öyküsünü anlatır. (Öykünün mekanının İstiklal Caddesi olmaması insanı rahatlatıyor.) Kral şairden her ikisini de ölümsüzleştirecek bir şiir yazması ister. Karşılığında da bir ayna ve altından maske vermeyi vaad eder. Nitekim sözünde durur ve daha şiir yazılmadan aynayı ve maskeyi verir. Aradan bir yıl geçer. Kral şaire şiiri sorar. Şair “Yazdım. Keşke Efendimiz İsa bunu yasaklamış olsaydı” deyip şiiri okumaktan korktuğunu söyler. Ozan yine de şiiri okur. Kral kızar ve “Sana bir ayna ve altından bir maske verdim; işte sonuncu ve üçüncü armağanım” diyerek ozana bir hançer verir. Saraydan çıkarken ozan kendini öldürür. Kral da bir dilenci olup ülkesini baştan başa gezer ve bir daha o şiiri hiç okumaz.
Borges öyküsünde ayna ve maskeden bahsediyor. Ben buna bir de peruğu ekliyorum. Peruk, maske ve ayna. Üçü de bir şeyi hatırlatıyor, bir mesaj veriyor. Peruk ve maske ile kişi olduğundan başka bir insan olduğu mesajını verirken, ayna kullanan kişi neyse o olduğunu göstermeye çalışıyor. Hiçbir hesabiliğin içine girmiyor.
Buraya kadar anlatılanlar, özellikle de Bediüzzaman feraseti ile Borges’in yukarıda zikrettiğimiz öyküsü bize insanın her halükarda, her türlü örgütlü-örgütsüz, devletli-devletsiz etki, tepki ve baskıya rağmen “insan” olma durumunu koruyup, yücelterek, başındaki perukları, yüzündeki maskeleri çıkararak, kendi değer yargıları doğrultusunda bütün alemleri yaratan sonsuz kudret sahibi Rabb’inin esma, sıfat ve şuuna ayine olmayı hatırlatıyor. Zira insana düşen ayna olmak. Maske ve peruk olmak değil. Çünkü Rabb’imizin insan üzerinde tecelli ettirdiği ibret ve tefekkür hallerini ne perukla, ne de maske ile örtmeye hakkımız var.
Bediüzzaman’la bitirelim: Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin bir ayinedir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.