Ahmet AY
Bir terapi yöntemi olarak dua
Birkaç yazıdır ‘fakr’ ve ‘hayatı fakr boyutunda yaşamak’ üzerine konuşuyoruz. Bu yazıda isterseniz (Bunu öylesine söyledim. Ben istedikten sonra kaçarınız yok) konumuzun biraz dışına çıkalım ve dua üzerine konuşalım. Peşinen söyleyeyim: Bu dışına çıkmaktan kastım ‘biraz’ olacak, zira dua da fakr’ın çok ötesinde bir olay değil.
İhtiyaçlarını ‘farkeden’ insanların, Allah’tan onları talep etmesi ile ilgili birşey dua. Ama yalnız böyle anlatıldığında veya ihtiyaç/farketme boyutuna eksik vurgu yapıldığında—en iyi ihtimalle—nafile kıvamında bir talep görüyor ne yazık ki. Nafile, kullanımındaki kırılmaları da hatırlarsak, yapılması şart olmadığı halde ‘fazladan’ yaptığımız şeyler demek. (Bazense cümlelerimizdeki anlamı ‘boşyere’ kelimesine yakın.) Halbuki dua öyle mi?
Burada hemen 23. Söz’de dua hakkında geçen şu ifadeyi hatırlayalım: “Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: ‘Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.”
Ben bu ifadeyi, duanın fıtrat ile ilişkisini ortaya koyması açısından çok önemsiyorum. İntihar ve öfke de dahil pekçok nefsî ve psikolojik arızanın ‘anlaşılmadığını düşünmeye’ dayandığı bir düzlemde, duanın sadece ‘arzuladıklarımızı Cenab-ı Hak’tan istemekten’ ibaret olmadığını farketmek önemli. Dua, aslında bizim yaratılıştan gelen yalnızlığımızı ve anlaşılamadığımız duygusunu alıyor. O yalnızlığın getireceği yükten ve çektirebileceği elemden bizi kurtarıyor.
Tevbe Risalesi (Etkileşim Yayınları) isimli eserinde peygamberlerin başındaki en büyük imtihanın ‘anlaşılmamak’ olduğunu belirten İmam Gazalî, çokça yanlış yorumladığımız bir hadisin de nasıl yorumlanması gerektiğini şöyle öğretiyor:
“Bu mana bir hadiste şöyle anlatılır: ‘Belalarla önce peygamberler yüzleşir, sonra derece derece onlara yakın olanlara gelir.’ Belayı sadece Eyyub’un (a.s.) belası sanma! O imtihan bedene aittir. O bela sadece onun bedenine inmiştir. Belanın büyüğü Nuh aleyhisselama inmiştir. O öyle bir toplulukla imtihan edildi ki onun Allah’a daveti onların ancak kaçışını arttırıyordu.”
Burada, Gazalî’nin ve Bediüzzaman’ın bizi taşıdıkları noktadan hareketle artık diyebiliriz ki: Peygamberlerin hayatlarının her anını bu kadar dua ile doldurmaları sadece dua edilmesinin ibadet olmasından dolayı değil. Yahut ibadet, bizim anladığımız gibi sevap kazanmadan ibaret değil. Belki de peygamberler, ümmetleri arasında yaşadıkları yalnızlığı dua etmekle gideriyorlar. Ondan kazanacakları sevap değil yalnız hedeflerindeki. Bir açlığı gideriyorlar.
Tabii olayı yalnız ‘yalnızlığa’ indirgersem bu da benim hatam. Duanın daha bizde yaptığı çok iş var. Mesela bunlardan bir tanesini de yine Gazalî’nin ve Bediüzzaman’ın (Allah ikisinden de razı olsun) rehberliğinde gıybet ve dua arasındaki ilişkide hissediyorum. 22. Mektup’taki gıybet bahsinde, pişman olunduktan sonra, gıybet edilene dua edilmesini tavsiye eden Bediüzzaman (bu dua da özünü Suyutî’de geçen bir hadisten alıyor) acaba bunu sadece ahiretteki hesap sırasında helalleşilebilmesi için mi öneriyor?
Bu noktada, İmam Gazalî’nin, yine Tevbe Risalesi’nde geçen şu cümlelerini okumamız gerektiği kanısındayım: “Herşeyin bir sebebi vardır. Bir şeyin sebeplerini terk etmek ve zıddıyla meşgul olmak, gidiş yolunu tersine çevirmek demektir. Tevbeden murat da budur.”
İşte burada geçen ‘zıddıyla meşgul olmak’ ifadesi, yukarıdaki gıybet bahsiyle birlikte okuyunca, bana, “Bir günah terapi metodu olarak duayı kullanabilir miyiz?” sorusunu sorduruyor. Zira yine kardeşlikle ilgili bir bahiste bir kalpte iki zıt duygunun aynı anda bulunamayacağını belirten Bediüzzaman’ın bu dua vurgusunu, iki zıttın çarpıştırılması olarak anlamak aklıma geliyor.
Örneğin; gıybetini etmekten bir türlü kurtulamadığınız ve bunun dilinizde bir alışkanlık haline geldiği bir insan hakkında dua etmeniz, kalbinizde iki zıt hissin çarpışmasını sağlayabilir: Sevgi ve nefret... Sıkıntıda olan başka bir kavme dua etmeniz yine birbirine zıt iki duyguyu boğuşturabilir: Kardeşlik ve asabiyet...
Bu iki duygu arasındaki kapışma, birisinin diğerini zayıflatmasıyla sürüp gidiyor. Ve belki de gıybeti edilen bir şahsa hemen arkasından yapılan dua da böylesi bir tedaviyi arkasından getiriyor: “Kötülüğünü istedin, iyiliğini de iste...”
Bence bu yönüyle duanın psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde kullanılabilmesini sağlayacak önemli bir yönü var. Zaten alışkanlık haline gelmiş günahlar da nefsî veya psikolojik rahatsızlıklarımızın getirisi. Böyle kurtulamadığımız günahlardan dua vesilesiyle—zıt hisleri tokuşturma anlamında faydalanarak—kurtulmamız, en azından hissi tabanının üzerine yürümemiz iyi bir yöntem. Bu terapi tarzına hepimizin ihtiyacı var. Ki işte hayata fakr penceresinden bakmanın bir getirisi de budur: Tedaviye talip olma...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.