Şahin DOĞAN
Can sıkıntısı
Biliyorum bütün yaratılış, “oyun ve eğlence” olsun diye değil serapa hak ve hakikat olan bir mana için var. Biliyorum “sıkıntı sefahatin muallimi.” Biliyorum bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesinde bu lekeli duygular içinde olmak çok feci. Ama yine de etrafıma bakamıyorum ve kendimi tutamıyorum artık; kendimi içimde uğursuz bir musiki gibi hissettiğim düşüncelere bırakmışım.
Ne diye bunun böyle olmasından endişeliyim. Niçin hayatta mutlaka bir devam istemeli ve neden bir ihtiras sahibi olmalı? Bütün bunların lüzumu ne? Bütün pınarlardan içmiş olsam bile ne çıkar? Lezzetle bitirdiğimiz her kadehin dibinde hep aynı ifrit, kül rengi gözbebeklerin de hiçbir aydınlığın gülmediği kayıtsız, sabit gözlerle halimize gülecek olduktan sonra… Hayatımızı idare eden güçler arzularımıza ne kadar uygun olurlarsa olsunlar, bizi ondan kurtaramazlar.
Can sıkıntısı… ‘Ruhun ayağına dolanıp, onu kördüğüm eden kasvetli his…
Bucaksız ve derin bir loşluğun veya boşluğun ruha gözünü dikmiş karanlığı… Yokluk ve hiçliğin, ruha akıttığı bir zehir… Bedeninin, kalbinin... Geçit vermez bir türlü. Ucu kör bir bıçaktır, öldürmez süründürür… Aydınlığın orta yerinde karanlıkta kalma hali… Bir nevi, varlık içinde yokluk, hayatın içinde ölüm... Dimdik daracık bir sütun gibi dikilir önüne ruhunun… Bilinmez bir dehlizin içindeki havasızlık… ‘
Ne dersek diyelim, nasıl tarif edersek edelim, hayat nimetlerinin değişikliği içinde bize, yaratıcı işaretten kalan en büyük miras can sıkıntısı galiba. Hatimler indirelim, mealler okuyalım, tefsirler bitirelim, günlerce huşu içinde secdeye kapanalım, itikaflara çekilelim, susuzluktan çatlamış dudaklarla ister şa'şalı, debdebeli, tantanalı, kallavî iftar sofralarında isterse mütevazi varoş sofralarında iftar açalım, hatimle teravih kılalım, en zekice siyasi analizler yapalım, diyarlar fethedelim, mucizesine erişilmez eserler verelim, her anımıza bir sonsuzluk derinliği katan hislerin birinden öbürüne atlayalım, aradaki en kısa fasıllarda onun zalim alayı ile karşılaşırız. Hiç ummadığımız zamanda o gelir, karşımıza oturur, iblisçe kahkahasıyla gözlerini gözlerimize diker.
Kaç defa ondan en uzak bulunduğumu sandığım bir anda bulanık ıslak nefesini alnımda duydum. Okşadığım zülüflerde, kokladığım gülde, içtiğim çayda, okuduğum satırlarda hep o zehir vardı. En hazlı, en mutlu, en mesut uykudan uyanır uyanmaz bu acayip ifriti siyah meşinden bir mahluk gibi kollarım arasında buldum. Ve kafamın içinde, gönlümün ortasında. Günahın sevimli ve dayanılmaz cazibesi belki de. Tehlikeli olanın, yasak olanın, “yasak meyve”nin.
Kim bilir, belki de bizim için zamanın hakiki ritmini o yapıyor. Dakikalarımızı kendi arzusuyla uzaltıp kısaltan ve bizi, küçük uyanışlara benzeyen itişlerle ölümün uçurum ağzına atan odur. En sonunda şeytani kahkahasını atarak üstümüze zamanın sürgüsünü çeker ve fırının ağzını kapatır. ‘Her şey buraya kadar’ der.
Ondan başka ne olabilir ki, gerçekten onun dışında kalan her şey bize sadece can sıkıntısından kurtulmak için aranılmış çocukça çareler gibi görünüyor. Aşk, sanat, edebiyat, felsefe, bilim hepsi hasta benliğimizin oyuncaklarından başka bir şey değil ve hepsinin arkasında kaderin veya talihin o büyük çarkı işliyor. Şairin dediği gibi “kaderin üstünde bir kader var; ne yapsak boş, göklerden gelen bir karar var.”
Her şeyin hatta bu şehrin (Urfa) en güzel ifadesi olan mukabele ve ezan seslerinin bile hülyama boş kadehler uzattığı böyle bir günde nasıl düşünebilirim ki?
Ruhu tam doyuran o kesif ürpermeden, irkilmeden ve tatminden, eşya ile aramızdaki perdeleri kaldıran ve bizim için dışımızda yabancı bir şey bırakmayan o büyük ve ezeli dolgunluktan, olgunluktan ve ilahi tatminden yazık ki mahrumum.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.