İbrahim KAYGUSUZ

İbrahim KAYGUSUZ

Doğrular

Önceki hafta davetlisi olduğum bir seminerde ilim ehlini “terletici” sualler tevcih ettiler. Âdetim değil, fakat bir tanesini paylaşmak istiyorum. Soru aynen şöyle idi: “Kararlar ve doğrular arasında kalırsak tercihimiz ne olmalı?”

Cevabımın hülasasını artı katkılar ile arz ediyorum: İki şık var: Birincisi, karar ve doğru zaten tamamlayıcı bütünlerdir. Önce doğru sonra karar gelir. Çünkü bu iki mefhum birbirinin lazımı ve melzumudur. İkincisi, kararlar(ımız) doğrular ile örtüşmüyorsa kavramların ruhundan hareketle bir çıkış yolu bulmak gerekir.

Doğru veya ileri boyutu ile “Hak” taaddüt etmez çünkü adet olarak birdir fakat mana ve veche itibarı ile müteadittir.

“Zahiri ve batıni duygular, afaki ve harici deliller, enfüsi ve dahili bürhanlar ve vasıtalar manayı taaddüt ettirir." (İşaratü’l-İ’caz)

Fıtrata ait bu kanun, doğru ve hak diye bildiğimiz “inhisar” paradigmamızı yıkmalıdır.
Bu değişkenler hayatın pratiğine irca edildiğinde tekdüze standartlarımızı yıkar. Hayatımızın hayatı olan Risale-i Nur’un hizmetinde de böyledir. Mesela, zahiri ve batıni duyguların taaddüdü “herkes bir meşrepte olamaz” izdüşümü ile hizmetimize akseder. Müellifçe “emir kipine dönüştürülmüş hali” ise şöyledir: “Çok sıkı tutmayınız; … Müsamaha ile birbirine bakmak şimdi elzemdir.” (Kastamonu lahikası).

Çok sıkı tutmamak ne demektir?
Müellif-i muhteremin ifadesi ile “ihtiyatlı olmak, telaşsız olmak ve velveleye vermemektir.
Risale-i Nur’un doğrularını “kendi kararlarımızda mündemiç”  görmek çok iddialı bir söylemdir. Bu söylem yanlış adreste bulunmanın potansiyel riskini taşır.

Kerameti kendinden menkul “sahiplik” edalarımız zaafiyetimize işaret eder.
Müellifinin dahi ihtiyarı ve şuuru dışındaki (Barla L.) uçuşa yasaklı bölgeyi hangimiz ne cesaretle mülkümüze dahil ediyoruz!

Olsa olsa “benim/bizim kanaatim(iz) budur” deriz. Bu ise rahmet-i ilahiyenin celbine vesiledir. Değilse, “arzu”larımıza “fikir” sureti giymiş oluruz.

Kendi algılarımızı başkasına zorla dayatmamalı. Vesileler ve alışkanlıklar “tek meşrep” diye empoze edilmemeli. Doğru bir olduğu halde doğrunun vecheleri ve doğruya götüren vesileler/alışkanlıklar birey sayısı kadar geniştir. Üstadımız, “vasıtalar itibarıyla hidayetin manası taaddüt etmiştir” diyerek bu durumu Kur’an’ın bir mucizesi olarak zikreder. Risale-i Nur Kur’anın bu kuşatıcı derinliğinden hisse almıştır.

Uzatmamak kaydı ile bu bağlamda bir analiz yapalım: Birey önceliklerini iki kaynaktan alır. Birincisi: Fıtratı, kabiliyetleri, meyilleri ve arzuları. Yaratılışta kendisine ihsan edilen bu ruhsal donanım onun kabullerini doğrudan etkiler. Bu ferdin biyolojik, genetik kodlarıdır. İkincisi, haricin tesiratı ile kazanılan “kalıplar”dır. Bu anlamda fert, yaşadığı sosyal çevrenin “çocuğu”dur. Risale-i Nur’daki “muhitin insan ahlâkı üzerinde tesiratı” vurgusu bu noktaya temas eder.

Birey sosyal çevre ile temas ettikçe onun rengi ile boyanır, dünyaya o pencereden bakar, hayatı ve hadiseleri o nazar ile değerlendirir. Risale-i Nur’a bakarken de o adese ile bakar. Ahlakını ve fıtratını yoğuran değişkenler, Risale-i Nur’a ait yorumlarına akseder.

24. Söz’ün İkinci Dalındaki Zühre, Katre ve Reşha metaforları bu gerçeği anlatır. Temas edilen güneş “bir” olduğu halde akseden renkler farklıdır. Mor bir çiçeğe “Güneş hangi renktir?” diye sual ederseniz “sadece mor renktir!” diye cevap verecektir. Kırmızı, sarı, pembe ilh. Hepsi kendi renginden ve cinsinden bir cevap üretecektir. Hâlbuki güneş bütün renkleri mündemiçtir!

Bu Zühre düzeyinde cereyan eden ehadiyet yansımalarıdır. Katre ve Reşha metaforları ise daha üst düzlemde bir açılımla ve bu temadan hareketle “çok renkliliği” anlatır.

Risale-i Nur’un metinlerini yeniden üretirken, doğruyu yakalama adına kendi anlam düzeyimizi, pozitiflerimizi ve negatiflerimizi, mazhariyetlerimizi ve saplantılarımızı hassas teraziye koyabilmeliyiz. Mazhariyet “reşha” düzeyini yakalamak olmalıdır.

Risale-i Nur’un hakikatlerini “Zühre” gibi kendi rengine büründürmemeli, o elmaslara kendi suretimizde bir ziynet giydirmemeli.

Hem bireysel hem de kollektif düzeyde hatalara meydan vermemeli. Benlikler ve enaniyetlerden uzak, beşeri zihnimizi yoğuran kesif maddelerin aşk ateşi ile yakıldığı ve vahyin ziyası ile buharlandığı “lekesiz zeminlerde” yürünmelidir.

Bireylerin önceliklerini belirleyen sabiteler olduğu gibi, kitlelerin ve heyetlerin de önceliklerini belirleyen sabiteleri vardır. Heyetler, “metin” karşısında dururken -birey gibi- kendi arka planını oluşturan alışkanlıkların saiki ile hareket edebilirler. Bu onları seçmeci bir algı ve ilgi pozisyonuna sürükleyebilir.

Heyetler bu saikle bugüne ait taşıyıcı kodlarla düne; düne ait taşıyıcı kodlarla da bugüne dair hükümler koyabilirler. İşte hak ve doğruyu bu noktada ayırt etmek zorlaşır.

Düne ait olup sosyal genetiğimizin kodlarına “değişmez doğrular” olarak yapıştırılan kanaatler “işlevsiz” kalınca “doğrular ve kararlar” tamamlayıcı bütünler olmaktan çıkar ve omuzlarına vicdanlarının kabul etmediği kararlar yüklenen bireyler haklı itirazlara başlar.

Hâlbuki düne ait sosyal genetik ile bugünün sosyal eklemleri ve bağlamları birbirinden tamamen farklıdır. Bugün, düne ait izler taşımakla beraber dünün aynısı değildir. Zamanların ruhunda gizli olan değişimin dili iyi okunamazsa, meyl-i teceddüt, fikr-i icad ve cür’et-i tağyir (Muhakemat) kendine yol bulup ortaya çıkar. Binaenaleyh, sembolleri, vesileleri ve yaklaşımları maksud-u bizzat hükmüne getirmek saplantıdır.

Risale-i Nur’da bütün zamanların ruhuna nüfuz edebilir doğrular ve hakikatler mevcuttur. Zaman ve mekân üstüdür. Onun hakikatini şahıslara, olaylara ve kurgulara indirgememek gerekir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum