Habibi Nacar YILMAZ
Dünyanın sekizinci harikası
Dünyanın yedi harikası olarak kabul edilen eserler var. Bunlar, Birleşmiş Milletler'e bağlı UNESCO tarafından tesbit ve tayin ediliyor. Bilebildiğim kadarıyla, en son 2005 yılında yüz milyon insanla yapılan anketle yenileri test edilmiş. İmam-ı Rabbani'nin muhatap olduğu ve zulmüne uğradığı Ekber Şah'ın torunu 1627-1658'de Babür hükümdarı olan Şah Cihan'ın çok sevdiği eşi için yaptırdığı doğu ve batılı birçok şaire ilham kaynağı olan Taç Mahal, yine yedi harikadan oluvermiş. Çin Seddi'nin de girdiği yedi harikadan en ilginci ise, bir nevi putperesliğe dönen hıristiyanlığın, içler acısı durumun taşlaşmış şekli olarak görebileceğimiz Brezilya'da yapılmış olan Kurtarıcı İsa Heykeli'dir. Otuz metre uzunluğunda olan bu heykel, bana Bakara Suresinin 138. ayetini hatırlattı. Hristiyanlar sarımsı bir suya bir çocuğu sokup boyayınca, kurtulduğunu zannediyorlarmış. Cenab-ı Allah da kurtuluşun Allah'ın boyasında olduğunu bildiriyor. O boya da Allah'ın yolu, ahlâkı ve Peygamberimizin gösterdiği yol olarak tefsir ediliyor.
Başlığa sekiz harika dediğime göre, bana göre bir sekizinci harika daha var. Ama bunu kalem müsaade ederse, bu yazının sonunda açıklayacağım.
Önce bana göre çok farkında olmadığımız başka yedi harika daha var. Benim yedi harikamı, aslında aklı başında olan ve biraz dikkatli bakabilen herkes kabul eder. Bunlar, harikanın ötesinde birer mu'cize. Hem de İnsan eli değmemiş, bir taş bile atıp kolumuz yorulmadan bize takdim edilen yedi harika. Bunlar olmadan, diğerlerinin zaten bir kıymet-i harbiyesi de yok. Her şey bunlarla anlam ve kıymet kazanıyor. Bu harikaların tespiti için anketler yapılmıyor. Niçin? Çünkü beşerin hikmeti "Bütün harikulâde olan mucizat-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp câhilâne ve lâkaydâne üstünde geçer." de onun için. Aslında ankete bu harikaları da dahil edip dikkatli nazarlara sunulsa, elbette birincilik daima bunların olacaktır.
Beşerin hikmeti ne yapar çoğu zaman. "Harikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkattten huruc eden (çıkan) ve kemâl-i fıtrattan sûkut eden nâdir fertleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zişuura takdim eder." Bir misal de verelim. "Mesela en câmi bir mu'cize-i Kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkayıtlıkla bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden hûruc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı, bir velvele-i istiğrapla nazar-ı ibrete teşhir eder."
Yani tek başlı, iki ayaklı bunca insanın güzel yaratılışını, tanzimini, tefrişini, boyasını hiç görmez; nazara almaz ve göstermez. Fakat her şeyin Allah'ın meşieti, iradesi altında olduğunu ve Allah'ın fâil-i muktedir olduğunu gösteren, kanun dışına çıkmış fertlerini ala-yı vala ile nazara gösterir. Halbuki bu fiillerle Rabbimiz, böyle de yapma iradesini ve ihtiyarının kayıt altında olmadığını bize gösteriyor. Şimdi önce yedi harikamızı, sonra da benim sekizinci harikamı açıklayacağım.
DÜNYANIN BİRİNCİ HARİKASI, ruhumuzun bir pencere olarak kullandığı gözden bakabilmek, nesneyi görebilmek harikasıdır.Hele de bu gözü, "Sâni-î Basîrine satsan ve O'nun izni dairesinde çalıştırsan." O gözü kâinatın bir mütâlâcısı, mucizat-ı sanatın seyircisi, küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübârek bir arısı derecesine bir çıkarabilirsen, onu kavvâdlıktan kutarıp kütüphane-i İlâhinin mütefennin bir nazırı yapabilsen; senin ebedî saadetinin de önünü açacak bir harikalık makamına yükselecektir. Görme özürlü bir öğrencim vardı. Ona derdim ki kızım sen görme, bizde anlamı özürlüyüz. Hele bu hakikatleri bilen, okuyan insanların göz konusundaki ihmal ve israfları -bunu kendim için söylüyorum- affedilecek ve telâfi edilecek gibi değildir.
DÜNYANIN İKİNCİ HARİKASI, duyabilmektir. Kâinattaki tüm sesleri tonları ile hatta imaları ile dahi duyup ayırt edebilen kulak, ne büyük nimettir bir anlayabilsek. Fakat bu kulağın, nur-u imanla ışıklanıp kâinatı ilâhî bir musiki dairesine çevirmesi; türlü türlü âvâz, çeşit çeşit terennümatlarla Rabbanî aşkları intiba ettirmekle, kalpleri ve ruhları nuranî alemlere götürebilmesi gerekir. Yoksa nimet iken, nıkmete dönecektir.
DÜNYANIN ÜÇÜNCÜ HARİKASI, konuşabilmemizdir. Ne harika bir sanat konuşabilmek. "Yani o sanat o derece mânidar ve hassas ve güzeldir ki o makine-i zihayattaki cihazatı, fonoğraf gibi nutka geldi söylettirdi. Ve öyle bir ahsen-i takvîm içinde bir sıbga-i Rabbaniye vermiş ki o maddî, cismanî, câmid kafada; mânevî, gaybî, hayattar olan beyan ve hitap çiçeği açtı." Beyan ve hitap, hem mânevî, hem gaybî hem hayattar. Mânevî, çünkü sesi maddeten izah edemeyiz. Gaybî, çünkü ilim dünyası, konuşma fiiline cılız bir iki tarif dışında tam bir izah getiremiyor. Hayattar çünkü asırları delip gelen, kalpleri ihya edip akılları diri kılan kelâmlar, dünyayı sarmaya ve sarsmaya devam ediyor. Bir Veda Hutbesinin asırları delen derin ve ulvî sesi, nelere bedel değil ki? Kelam-ı İlâhi ise izahtan varestedir.
Böyle bir nimeti bugünkü beşer bir iki kılu kal, dedikodu ve gıybetin cenderesinde harcıyor maalesef. Fıtrata tercüman olanlar ise her şeyin belağata döküldüğü asrımızda Kelâm-ı Ezeliye tam ayna olamıyor.
Kelâmı tarif ve tahayyülde Yunus Emre'nin ifadeleri de bir gerçeğin terennümüdür.
"Sözünü bilen kişinin/ yüzünü ak ede bir söz.
Sözünü pişirip diyenin/ işini sağ ede bir söz.
Söz ola kese savaşı/ söz ola kestire başı.
Söz ola ağulu aşı/ bal ile yağ ede bir söz.
Kişi bile söz demini/ demeye sözün kemini.
Bu cihan cehennemini/ sekiz cennet ede bir söz.
İşte sözün, konuşmanın, kelâmın değerini Yunus Emre, ne güzel ifade ediyor.
DÜNYANIN DÖRDÜNCÜ HARİKASI, sevebilmektir, muhabbettir. Kâinatın sebeb-i vücudu ve rabıtası olan muhabbet, şu kâinattan çekilse; zerreler dağılacak, küreler çarpışacak, insanlar şimdi olduğu gibi bağrışacak ve âlem hercümerc içinde kalacaktır. Demek muhabbet, sebeb-i vücut olduğu gibi devam-ı vücuttur aynı zamanda. Bu cazibeyle birbirine bağlı zerreler, küreler ve hayvanat aleminde bir anarşi görünmüyor. Ama insaniyet alemindeki bu muhabbet eksikliği anarşiyi, birbirini boğazlamayı, menfeatperestliği netice vermiş. Bu noktadan bakınca bile, sevginin, muhabbetin yokluğunun dehşetini bir nebze anlayabiliyoruz. Kâinatı yutsa bile tok olmayacak genişlikteki bir kalbi, mecazîlerde dolaştırıp ahu figan edenler, hakikisinin lezzeti ile mest olarak dolaşan zemin, şems ve bütünüyle kâinatın kalbindeki aşk-ı hakikîyi tam anlamazlar elbette.
DÜNYANIN BEŞİNCİ HARİKASI, gülebilmektir. Nice hasımları mağlup ederek, kucaklaşmanın basamağı olan gülmenin sultanı da elbette Allah Resulüdür. O, gülmeyi tebessüme çevirip onu sevimlileştirmiştir. Gülmenin insan yüzünü attığı sevimliliği, derinliği onsuz nasıl temin edebilirsiniz? Nice kapıları açıp gönüllere giren insan, tebessümü kullanmıştır. Bir et ve kemik yığınına bu sevimliliği harikayı katan gülümseme, dünyanın en önemli harikasıdır.
DÜNYANIN ALTINCI HARİKASI ise, "bir tavla kapıcılığı ile bir fabrika yasakçılığı ve hazine-i hassa-i Rahmet nâzırlığı" arasında gidip gelen, tat abilmektir. Tatma duyumuzdur. Dil gibi et ve doku yığınından ibaret bir et parçası, dört ana tat dışında on binlerce tadı da ayırt edebilmektedir. Tatları toprak yüzüne ve odun parçalarının ucuna serpen Kudret, onu tadabilecek harika cihazı da ağıza yerleştirmiştir. Hem de konuşma sanatını da ona yükleyerek. Yüksek bir iktisat ve sanat örneği. Hem onca tadı tadıyor hem binlerce mahreci ile konuşuyor hem de bir süs olarak ağız boşluğuna ayrı bir güzellik katıyor. Bunu tesadüfle basitleştiren maddeci kafa, bunca mânâyı ne ile izah edecek?
DÜNYANIN YEDİNCİ HARİKASI, dokunup hissedebilmektir. Bunun değerini en iyi felçli ya da yarı felçli insan anlayabilir. Yaptığımız bir musahafanın ya da küçük bir merhabalaşmanın insan ruhuna verdiği emn ve sükûneti ne ile sağlayabiliriz? Elimizin, ayağımızın ya da vücudumuzun bir küçük kısmının donuklaşması, bazen hayatımızı da donuklaştırmaz mı? Bir hastanede on ameliyat geçirmiş küçük yaşlarda yavrumuzun, göz kapaklarını kaldıramayışına şahit olmuştum. Göz kapaklarının farkında değil, onları hissedemiyor, haliyle indirip kaldıramıyor. Çocuğun anne ve babası, çocuklarının sadece göz kapaklarını hissetmesi ve onları indirip kaldıması için, her şeylerini feda etmişlerdi ama tam netice alamamışlardı. O zaman bu harika ve bir makine gibi çalışan vücudun her bir hücresinin ve dokusunun ne kadar önemli ve yerinde olduğunu ve bütün vücutlara, özelde bizim vücudumuza hükmeden Kudret, ilim ve Rahmetin her an bizi ne derece kuşattığını bir derece anlayabiliyoruz.
Nihayet geldik DÜNYANIN SEKİZİNCİ HARİKASINA. Bana göre dünyanın bu harikası, namazdır. Bir başka harikadan da söz etmemek haksızlık olur. Risalelerdeki namaz ve ubudiyet bahisleri.
Rabbimiz, yüze yakın yerde namazı bize emretmiştir. Peygamberimiz de namazın nasıl olması gerektiğini 'efradını câmi ağyarını mani' şekilde Rabbimizin bu emrinin uygulamasını bize en kâmil mânâda fiilî sünnet olarak ders veriyor. Belki de Hazret-i Peygamberden bize aksamadan en doğru şekilde gelen en önemli ibadet namazdır, diyebiliriz. Bu konuda bir dünya harikası da namazı, Kur'an-ı Mu'ciz-ul Beyan'dan ilhâmen bize, şimdiye kadar hiç yazılmamış ifadelerle tarif edip tanıtan Hazret-i Bediüzzaman'ın eserlerindeki ilgili bahislerdir.
Siz gidin üniversite hocasından medrese mollasına kadar "İbadet ve namaz nedir?" diye bir sorun. "Kur'an nedir?'e verdikleri kısa ve yetersiz cevap gibi, alacağınız en câmi cevap "Allah'ın emrettiğini yapıp nehyettiklerinden kaçmaktır." olacak. Bu ifadeler doğru. Fakat ibadeti tam yansıtıyor mu? Bir de ibadeti ve namazı Dokuzuncu Sözden, İşarat-ül İcaz'dan bakın ve öğrenin. Birkaç giriş cümlesini derc edelim.
"İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlâhi'de abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemâl-i Rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve Rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir."
İbadeti bu derinlikten mahrum ederseniz, devamlı yapamaz ve kıvamını da bulamazsınız. Risaleleri sıksanız, üstada da bir baksanız, acizlik ve fakr aktığını görürsünüz. Yani kendini sıfırlama ve böylece ubûdiyet-i külliyeye mazhariyet. Yoksa kendi aynasını kirletenler, kirli aynada zât-ı Ulûhiyetin azametini, kemâl-i Rububiyetin paklığını müşahade edemez ve ibadetin tadına da kemaline de ulaşamaz.
Aynı şey namaz için de geçerli. Şu tariflere bakar mısınız?
"Namazın mânası, Cenab-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yani celâline karşı kavlen ve fiilen 'Sübhanallah' deyip takdis etmek.Hem kemâline karşı lâfzen ve amelen 'Allahüekber' deyip tâzim etmek. Hem cemâline karşı, kalben ve lisânen ve bedenen 'Elhamdülillah' deyip şükretmektir."
"Nasıl ki insan, şu âlem-i kebirin bir misâl-i musağğarıdır ve Fâtiha-i Şerife şu Kur'an-ı Azimüşşân'ın bir timsâl-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibâdâtın envâını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnaf-ı mahlûkatın elvân-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kutsiyedir."
"Bir nevi Mi'raç hükmünde olan namazın hakikati; sabık temsilde bir nefer, mahz-ı lütuf olarak huzur-u şahaneye kabulü gibi; mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celil-i Zülcemâl ve Mâbud-u Cemil-i Zülcelâlin huzuruna kabülündür. "Allahüekber" deyip mânen ve hayalen ve niyeten iki cihandan geçip kayd-ı maddiyattan tecerrüt edip bir mertebe-i külliye-i ubudiyete veya küllinin bir gölgesine veya bir suretine çıkıp bir nevi huzura müşerref olup "iyyakena'budu" hitabına (herkesin kabiliyeti nispetinde) bir mazhariyet-i azimedir."
"Arkadaş! Namaz kul ile Allah arasında yüksek bir nispet ve ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki her ruhu celp ve cezb etmek namazın şe'nindendir.... Her vicdanın muhabbetini celbetmek namazın şe'nindendir."
"Namaz kalplerde azamet-i İlâhîyeyi tespit ve idâme ve akılları ona tevcih ettirmekle adâlet-i İlâhiyenin kanununa itaat ve nizam- ı Rabbaniye imtisal ettirmek için yegâne bir vesiledir... O vesileye müraaat etmeyen veya tembellikle namazı terk eden, veyahut kıymetini bilmeyen ne kadar cahil ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhare anlar ama iş işten geçer."
"Evet nasıl ki Fatiha Kur'an'a, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünkü namaz; savm, hac, zekat ve sair hakikatleri hâvi olduğu gibi, idrâkli ve idrâksiz mahlukatın ihtiyarî bir fıtrî ibadetlerinin numunelerine de şâmildir."
Evet dostlar, bir sohbetinde "Nurculuk, namaz kıldırma hareketidir." diye buyuran Mehmet Kırkıncı hocamız, herhalde bu hakikatleri ve bu konuları terennüm etmek istiyordu.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.