Eyyüp AY
Deistlerin ve Ateistlerin Bulunduğu Girdab Sebepleri ve Çözüm Önerileri-2
Evvela bu sebebleri maddeler halinde sıralamadan önce bunların yani deist ve ateistlerin, özellikle de ateistlerin savunduğu şey; bir ilahın varlığının kabul edilememesi. “Her şeyi Allah yarattıysa onu kim yarattı?” diye klasik soruları sorarak bu konuyu anlayamadıkları veya buradan gençleri avladıkları görülmektedir.
Bu konuda Yüce Allah’ın varlığına dair en büyük delil O’nun eserleridir. Yani Allah’ı gözlerimizle görmemiz imkânsız, nihayetinde aklımızı, iç organlarımızı, nice galaksileri, mikroorganizmaları vb. birçok şeyi göremiyoruz. Ayrıca yeryüzünde görünen rahmet eserleri, yağmurun katreleri, kar tanelerinin muazzam, mu’cizane yeryüzüne inişi, her bahar çiçeklerin açması, börtü böceklerin yeryüzü ovasını şenlendirmesi, ağaçların kör, sağır, şuursuz topraktan rızkımızı getirmeye vesile olmaları, varlıkların şefkati, özellikle de validelerin yani annelerin evlatlarına karşı şefkati, maddenin, unsurların, elementlerin, bitkilerin, hayvanların ve fıtratı bozulmamış insanların birbirlerinin imdadına ve yardımına koşuşmaları, hayatımızda, yürümemizde, konuşmamızda, görmemizde, beslenmemizde, ilişkilerimizde, diyaloglarımızda vb. beşeri hallerimizde gücümüzün, irademizin ve ilmimizin fevkinde anlamakta zorlandığımız harikaların varlığı; Dünya, Ay, Güneş ve Samanyolu Galaksimiz’den tutun da ucu bucağı keşfedilmeyen bu muazzam Kâinat’ın sahip kılındığı harika ve mu’cizevâri hadiselere kadar her şey aslında Yüce Allah Celle Celaluhu’nun varlığının, sonsuz ilim ve kudretinin açık bir delilidir. Her ne kadar bunlar Kur’an-ı Kerim’i kabul etmeseler de Kur’an’da mevzuyla alakalı akıl sahiplerini ikna eden bir çok ayet mevcuttur.
Peygamberimiz Hazreti Muahmmed Sallallahu Aleyhi Vesselam’ın hayatında da yüzlerce örnekler var. Hayatı, yaşadıkları, müşriklerin bile onun doğruluğunu tasdik eden Emin lakabıyla anılması ve isimlendirilmesi, hiç okuma yazma bilmemesine rağmen sonsuz bir belağat ve hükümler ile, tefekkür dolu ayetler ile ümmetine gönderilmesi bunlardan sadece birkaç tanesidir. Öyledir öyle olmasına ama gel gör ki kendilerini bir türlü keşfedemeyen ve bundan dolayı da Allah’ı inkâr edip onu suçlayan ve gençleri bu hezeyanlarla Allah’ın emri olan dinden uzaklaştırmaya çalışan bu herifler Hazreti Muhammed’i de kabul etmiyorlar ve ırkçılık damarıyla ona bir Arap uydurmacısı iftirasını yakıştırmaya çalışıp onu da inkar ediyorlar ve inkar ettirmeye çalışıyorlar. Hatta ve hatta Mekke şehrinin bile o dönem olmadığını ve sonradan inşa edildiğini, Kabe’nin yakın bir tarihte ticaret için inşa edildiğini bütün tarihi belge ve delillere rağmen utanmadan dile getiriyorlar.
Onlar varsın böyle iftiralarda bulunup dursunlar ama asıl mesele bu iftiracılara bizim gençlerin de yavaş yavaş inanıp mukaddesatımıza karşı savaşacak boyuta gelmeleri, kendilerine zarar vermeleri, sefahata atılmaları ve akli dengeden mahrum kalıp intihara bile kalkışmaları düşündürücü ve ibret vericidir. Acaba neden? Kendilerinin bile söylediklerine inanmadıkları, sosyal medyada çeşitli gerçek olmayan isimler ile hesap açıp ve o hesaplar üzerinden zehrini kusan bu güruha bizim gençler nasıl oluyor da inanıyor, inanılır gibi değil. Bu kadar hezeyanların gençlerimiz arasında yayılmasının, hiçbir şeyin hikmetsiz ve sebebsiz olmaması kâidesiyle, sebeblerini ve çözüm yollarını müzakereye çalışacağız.
Çözüm Önerileri
- İmtihan dünyasının yanlış tanımı, anlayamama, ya da anlamak istememe.
“Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki hakikatler perdeli kalıp ta müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a’lâ-yı illiyine çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safiline girsinler.1” İmtihan meydanında aksaklıklar olacak ki mana itibariyle imtihan olsun. Yoksa imtihanın hiçbir anlamı kalmaz. Asıl rahat ve huzur yeri ise Yüce Allah’ın taktir ettiği ve va’d ettiği ahiret yurdudur. Ama gel gör ki günümüz insanları özellikle de gençlerimiz imtihan dünyasındaki sınanma maksadıyla olan aksaklıkları maalesef kabul etmek istememekte ve bundan dolayı isyanlara girmektedir. Biz imtihanın sırrını anladığımız gün ve bu nazarla olaylara, hadiselere baktığımız gün göreceğiz ki çözemediğimiz bir çok problem çözülmüş ve bizler de maddi ve manevi olarak rahatlamışız. Ayrıca imtihanı da kaybetmemiş oluruz inşaallah. Bu dünyada imtihanı anlayıp kabul eden kişi psikolojik olarak rahattır, dünyanın geçici olduğunu, dolayısıyla başına gelen olumsuzlukların da geçici olduğunu bilir ve rahatla yaşar. O psikolojiyle hayatı şeffaf, berrak ve aydınlık görür. Güzel görür, güzel düşünür, hayatından lezzet alır. “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.”2 Hadis-i Şerif gereği dünya ve ahireti mamur olur. Bir başka problem ise imtihan dünyasını anlamak istememek. Bu çok büyük bir problem maalesef. Bunun sebeplerine gelince; tembellik, çalışmak istememe, kolay yoldan para kazanma, külfetten kaçma. Oysaki çalışmadaki lezzeti, alın teriyle geçinmenin ne kadar lezzetli olduğunu keşke herkes bilse idi ve yaşayabilseydi. En lezzetli lokma insanoğlunun kendi el emeğiyle kazandığı lokmadır. İnsanoğlu niyet edip faaliyete geçtikten sonra hiç ummmadığı yerden rızkının gönderildiğini yüzlerce tecrübelerle misaller vardır. Başarılı bir çok insanın hayat hikayesini incelediğimizde ekseriyetle fakir olup hayatın acı yönüyle dopdolu oldukları görülür.
Asr-ı Saadet’te bir genç çok fakirdir maddi problemler yaşamaktadır. Gelip Peygamberimize (asm) durumu izah eder. Artık dilencilik yapmak istediğini iletir. Peygamberimiz evinde bir şeyin olup olmadığını sorar. “Ya Rasulullah hiçbir şey yok.” Deyince efendimiz ısrarla “İyi düşün, hiç mi bir şey yok?” diye sorunca genç: “Evde sadece bir ip parçası var.” Diye cevap verir. Peygamberimiz Sallallahu aleyhi ve sellem: “Git o ipi al ve dağa git odun topla. Sonra o odunları pazara getir sat.” der. Bu tavsiyeye uyan genç kısa zamanda maddi durumunu hayli bir düzeltir. Kazanmanın lezzetini alan insanlar, ondan kopamıyor. Zamanla toplumda maddi olarak saygın bir yere geldiği gibi zaman zaman kazandıklarıyla da çevresindekilere yardım eder. Hayır dualarını alıp mutlu ve huzurlu olurlar. O hayır dualar onlar için adeta koruyucu birer kalkan olur. Ayrıca bir meşguliyetleri olduğu için boş, malayani şeylerle vakitlerini öldürmezler. İnsanların faydası için çırpınırlar. “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.3” Hadis-i Şerif’te yer alan hayırlı insan vasfına nail olurlar.
2- İnsanların iradelerini yok sayıp, iradeleriyle yaptıkları kötülükleri Allah Celle Celaluhu’ya mal etme
Allah Celle Celaluhu insanoğlunu sair varlıklara nispeten akıllı, şuurlu ve irade sahibi olarak yaratmıştır. İnsanlar, kendisine verilen bu zengin manevi cihazlarla sorumluluklar yüklenir ve bu sorumluluklardan kaçamaz. Etrafında olup bitenlere karşı kayıtsız kalamaz. Onlara karşı vazifesizlik yapamaz. İradesiyle yaptığı vazifenin mükafatını ise hem ahirette hem de dünyada mükerreren kalben, vicdanen ve fiili olarak yaşar, müşahede eder. Ama günümüzde iradesiyle her şeyi sorgulayan gençler kendilerini adeta başıboşmuş gibi addedip kendisini sorumluklarının dışına ittirerek akla, mantığa zıt olan bir çelişkiye düşüyorlar. Hayatında yaptıkları kötülükleri, olumsuzlukları adeta kendileri bir robotmuş da kendilerine yaptırılıyormuş gibi lanse etmeye çalışıyorlar. Bunlara şu soruyu sormak lazım; eğer hayatınızda sorgulama yoksa siz bu sorgulamaları nasıl yapıyorsunuz? Yani iradeniz yoksa ve her şey size yaptırılıyorsa siz nasıl bir şeyleri sorgulayıp yargılayabiliyorsunuz? Eğer sorgulamayı yapabiliyorsanız siz irade sahibisiniz, sizin yaptıklarınızdan siz sorumlusunuz ve mesuliyet size aittir.
Bu mesele aslında bir kader meselesidir. Ama ne var ki kader konusunda da inanan bir çok kimseler dahi yanlış bir algı ve inanış içerisindeler. Evvela “Kader ilim nev’indendir. İlim ise maluma tabidir.4” Yani kader Yüce Allah’ın sonsuz ilmiyle senin iradenle ne yapacağını bilmesidir. Yoksa senin için taktir etmiş ve sen de o takdir edileni yapmak zorundasın diye bir şey yok. Mesela özel aracınla uzun yola çıkacaksın. Lastikçi diyor ki; bu araçla uzun yola çıkma. Çıkarsan yolda lastiğin patlar. Sen ise eski lastiğinle yola devam ediyorsun ve yolda lastiğin patlıyor. Bu durumda lastikçe lastiğin patlar dediği için mi lastik patlamış oluyor, yoksa lastikçe lastiğin patlayacağını bildiği için mi o ibareyi kullanıyor? Ama şunu da gözardı etmemek lazımdir ki olaylar olup bittikten sonra fazla mütessir olup umutsuzluğa düşmemek için olayları kadere havale edip rahatlamak ve umutsuzluğa kapılmamak da bir hakikattır ve kadere imananın bir gereğidir. Yani “Kadere iman eden kederlerden (gam ve hüzünden) emin olur.5”
Kader meselesinde vicdani olarak da insanlar yaptıkları olumsuz şeylerden dolayı müteessir olması onun iradesinin bu konudaki işlevinin bir delilidir. Ayrıca insanoğlunun yaptığı iyiliklerde gururlanmaya ve fahirlenmeye hakkı yoktur. Çünkü biz bir iyilik ettiğimizde o iyilikleri biz sedece kendi öz cihazatlarımızla yapmıyoruz. Bize ni’met olarak bahşedilen cihazatlarla yaparız. Dolayısıyla bizim bunlardan dolayı gururlanmaya hakkımız yoktur. Ama yaptığımız olumsuzlukların sorumluluğu ve vebali tamamen bize aittir. Çünkü biz onu irade edip yapmışız ve ayrıca bize verilen cihazatları da kötüye kullanarak o cihazatlara zulmetmiş, Yaratıcı’sına ise isyan etmiş oluruz. Bunu şöyle bir misal ile izah edebiliriz. Bir öğrenci okuyup belli bir yere gelir. Öğretmen, doktor, mühendis, avukat ya da iş adamı olur. O seviyeye gelinceye kadar onun gelişmesine sadece irade ve çabası yetmeyeceğini hepimiz biliriz.
Mesela okurken yeme içmesini, giyimini, barınağını ailesi karşılamış. Okuduğu okullar devlet tarafından inşa edilmiş. Öğretmenlerini devlet tayin etmiş. Ulaşımını belediye gibi kurumlar karşılamış vs. Bu öğrencinin belli bir yere gelmesinde sadece iradesi yeterli değil, bütün çevresel faktörler rol oynamış. Dolayısıyla bunların hepsine karşı bir vefa borcu var ve gururlanmaya hakkı yoktur. Ama aynı öğrenci tembellik edip bir yere gelemedi diyelim. Bu durumda ailesi mi, devlet mi, belediyeler mi, öğretmenler mi hangisi suçlu olur? Şüphesiz sadece o suçlu olmuş olur. Çünkü bir yere gelememesinin sebebi sadece tembelliğidir. Yine bir başka örnek ile konuyu pekiştirmeye çalışırsak; asansöre binip binip yukarı ya da aşağı inmek istedik. Ve düğmeye basıp istediğimiz kata vardık. Bizim istediğimiz kata varmaya vesile olan sadece o asansör düğmesine basmak değildir herhalde. Çünkü o asansörün o seviyeye gelmesinde bir sürü kurum ve kuruluşun emeği ve çalışması var. Ama o kişi asansör düğmesine basmadı ve istenilen yere varamadı diyelim. Bu durumda suçlu, o asansörü yapanlar değil, sadece kendisidir. Yüce rabbimiz de bu mevzuyu Kur’an-ı Kerim’de şöyle dile getirir:
مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِؗ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَؕ (Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülükler ise nefsindendir.)6
Deve kuşuna sormuşlar: “Sen nesin?” cevaben, “Kuşum” demiş. “O zaman uç” demişler. “Yok ben deveyim” demiş. “Deveysen yük taşı” demişler. Deve kuşu, “Yok yok ben kuşum” diye cevap vermiş. Bu misal gibi biz de maalesef bize iyilikler geldiğinde bizden diyoruz. Yok kötülük geldiğinde ise maalesef kadere taş atarak Allah’tandır, deyip bu konuda fıtrata aykırı zıtlıklar yaşıyoruz. Bu misallerden sonra umarım akıl ve mantık süzgecine başvurarak artık meseleyi anlamaya çalışırız inşaallah.
3- Dünyadaki tüm kötülüklerin Allah’ın yaptığını, aynı anda aciz olduğunu da -hâşâ- söyleyip çelişki içinde olduklarını gözardı etme.
Şu bir hakikattır ve imanın altı şartındandır ki her şeyin yaratıcısı Allah’tır. Hayırların da şerlerin de yaratıcısı odur. Ama bir şey ya bizatihi güzeldir ya da binnetice olarak güzeldir. Şerler de aslında binnetice güzel olması hasebiyle aslında onlar da gizli hayırdırlar. Mesela musibetler, hastalıklar zahiren kötüdür ama kişinin tecrübe kazanmasına, acizliğini anlayıp sonsuz bir güç olan Allah’a dayanmasına vesile olduğu için aslında hayırdırlar. Ateş, yangına da sebeptir, gıdaların pişmesine de, ısınmaya da. Ateşle hayırlı işler de yapılabilir, şerli şeyler de. Hakeza bıçak yaralanma ve ölümlerde de kullanılabilir, hayatı kolaylaştıran faaliyetlere de. Onun için “halk-ı şer şer değildir, kesb-işer şerdir.7” Yani şerlerin yaratılması şer değildir, şerlerin işlenmesi şerdir. Ama gel gör ki şerlerin işlenmesini iradeleriyle gerçekleştirdikleri halde bunların yaratılışındaki külli hikmetleri yok sayıp yaratılışlarını şer olarak görüp Yüce Allah’ı haşa suçlu sayıyorlar. Oysaki her akıl sahibi şunu bilir ki şerlerin işlenmesinde işleyen kişinin iradesi devre dışı değildir. Ayrıca Allah hem bu kadar her şeyi yapıyorsa sonsuz güç sahibidir, hem de aciz oluyorsa bunda büyük bir çelişki vardır. Acaba bu çelişki içinde olanlar sahip oldukları aklı devre dışı bırakıp o akla hakaret etiklerini biliyorlar mı? Allah her şeye kadirdir. Her şeye gücü yeter. Her şey O’nun emriyle meydana gelir. O’nun izni, emri olmadan bir yaprak bile düşmez. Ama bizi Allah irade sahibi yaratmıştır. Biz irade edip arzu ettiğmiz şeyleri, bizim için yaratıp nasip ediyor. Ama iradeyi yok sayıp sadece Allah’a suçu isnat etmek akıl, mantık ve vicdana aykırıdır.
Kâinat’ta sünnetullah ya da adetullah kanunlarına baktığımızda hiçbir şeyde ve hiçbir yerde, beşerin bulaşık eli karışmaması kaidesiyle, adaletsizlik ve abesiyet yoktur. Beşerin eliyle vuku bulan zulümlere, adaletsizliklere gelince eski çağlarda adaletten şaşırıp zulmeden, isyan eden kavimlerin başına gelen ilahi tokatlar ve musibetler Allah’ın bu konudaki adaletinin bir tecellisi ve delilidir. Bu dünyada tabiri yerindeyse hesabı kesilmeyen zulum ve adaletsizlikler ise zerre miktarı kadar iyilik ve zerre miktarı kadar kötülüklerin kaybolmadığı ve hepsinin hesaba çekildiği ahirete bırakılmaktadır. Daha doğrusu bu dünyadaki gözle görülen İlahi hassas adalet, bu dünyada hesaba çekilmeyen işlerin, cezalandırılmayan zulümlerin aslında bir başka aleme bırakıldığının açık delillerindendir. Yumurtadan yeni çıkan aciz, küçücük bir yavrunun imdadına akıldan mahrum olan annesinin koşması, onu beslemesi, büyütmesinde İlahi adaletin ne kadar bariz olduğunu görüyoruz ve bu duruma ters bir olayı ne aklımıza ne de vicadnımıza sığdıramıyoruz. Ama akıl, şuur sahibi insanların uğradığı zulümler, haksızlıklar bu dünyada hesabı görülmeden, cezası kesilmeden ölüp gidiliyor. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde yok olup gidiyor. Bunların sonuçsuz kalması, mazlumun hakkını almaması, zalimin ise çektirdiğinin cezasını çekmemesi hiç akıl kârı mıdır? Hiç vicdan kabul eder mi? Kâinat’ta bir otun, bir dalın, bir yaprağın bile hakkı muhafaza ediliyorken insanın böyle başı boş olmasının mümkinatı var mıdır? Demek ki yok olunup gidilmiyor. Başka dâimi ve sermedi bir aleme te’hir ediliyor (erteleniyor.)
4- Hayatın milyonlarca güzel tarafını değil, geçeci ve imtihan gereği olan eksikliklerini görüp ve özellikle gösterip insanları ve bilhassa gençleri İslâmîyet’ten uzaklaştırma.
Hayatın milyonlarca hatta sayısız güzel tarafları var. Gündüzün ayrı ayrı güzellikleri, gecenin ayrı ayrı güzellikleri vardır. Kışın ayrı ayrı güzellikleri, yazın ayrı ayrı güzellikleri vardır. Sabahın ayrı ayrı güzellikleri, akşamın ayrı ayrı güzellikleri vardır. Bu güzelliklerin bir kısmı maddi olarak algılanıp istifâde edilir, bir kısmı manevi cihazatlarımız olan his ve duygularımızla hissedilir. Göz görmekle, kulak işitmekle, el dokunmakla, dil tatmak ve meramını izah etmekle, şuur, akıl, ruh sonsuz haz ve lezzetlerle mükafatlandırılır. Yukarıdaki maddelerde denildiği gibi hayatın sonsuz güzelliklerini görmeyip imtihan gereği ve aslında istidat ve kabiliyetlerimizin inkişafı için yaratılan aksaklıklara nazarları çevirip hayatın kötü olduğunu, sıkıcı ve şerli yaratıldığını, bundan dolayı da bu şekilde yaratan Yüce Yaratıcı’nın haşa kötületilmesi hangi akla, hangi mantığa ve hangi vicdana sığar? Akıl ve vicdan sahiplerine sormak lazım.
Hakikat cihetinde inanan ve şükreden bir insan hiçbir zaman kaybetmez. Ni’met verildiğinde şükreder, musibete girftar olduğunda sabreder. Şükür de, sabır da insana hem bu dünyada hem ahirette sonsuz mükafatlara vesiledir. Her şeyden önemlisi; Allah’ın rızasını kazanmaya vesiledir. Dolayısıyla inanan ve verilen ni’metleri görüp şükreden bir insanın kaybedeceği hiçbir şey yoktur. Âleminde hiçbir şey karanlık değildir, kendisi karamsar ve umutsuz değildir. Gayret ve azmle daima nümune-i misaldir (örnektir.) Hayatın güzellikleriyle donatıldığı için hayırlı işleri üzerine çekip bu hayırları yayandır. Rabbim daima böyle olmayı cümlemize nasip etsin.
5- Tembellik hastalığıyla, çalışmak istememe, hazıra konmaya çalışma.
İnsan oğlu fıtraten imtihan gereği tembelliğe meyillidir. Ama bu tembelliğe karşı akıl, irade, niyet, azim, gayret ve faaliyetteki lezzetle bu tembelliğin üstesinden fevkalade gelebilir bir şekilde yaratılmıştır. Tembellik her asırda her insanda var olan bir hastalıktır. Ama maalesef günümüzde bu tembellik hastalığı zirveye ulaşmış bir vaziyet almıştır. Ayrıca sonucuna da katlanılmıyor. Yani ben çalışmıyorum, bundan dolayı da durumumun iyi olmaması gayet normaldir denilmiyor. Her şeyden ve herkesten hak dava edip yakınıyor. Çalışmak istememe fiiliyata dönüşüyor. Yani hiçbir iş yapmıyor. İş yapmama neticesi fakirlikle sonuçlanıyor. Fakir olunca da, neden Allah fakir yarattı, neden benim de maddi durumum iyi değil, neden bana ni’metler durup dururken verilmiyor? Diye isyanlara giriliyor. Bu isyanlar da şüphesiz evvela Allah’a yönelik oluyor. Ardından da Allah aciz olmasa idi bizi böyle sersefil yaratmazdı diye küfre giriyor. Yani önce bir günah iken, sonradan isyan ile küfre dönüşüyor. “Günahlar kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra ta ki nur-u manı(iman nurunu) çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır. 8” Sırrına mazhar oluyor. Bu suçlama anne babaya, aileye, devlete, otoriteye vs. her şeye karşı başlatılarak bir inançsızlıkla beraber bir kaosa da sebep oluyor ne yazık ki. Bu konuda otoritenin, zenginlerin ve ailelerin de üzerine düşen çok şeyler vardır. Onu da sonraki maddelerde açıklamaya çalışacağım.
Devam edecek
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.