
Habibi Nacar YILMAZ
Akıl Felci Geçirmek
Trabzon'da umumî cumartesi dersinden sonra, hususî olarak yarım saat okuma daha yapılıyor. Müsait olan arkadaşlar, aynı ders mekânında, yarım saat daha okumaya devam ediyor. Çok da istifadeye medar oluyor.
Bir de salı akşamı dersimiz var ki orada da biraz mütalaaya ağırlık veriliyor. Katılanlar, okunan yerle ilgili istifadesini ifade edebiliyor. Bu haftaki salı dersi davet ilanına, Mehmet Şahinler kardeş tarafından, Mustafa Sungur Abi'den naklen "Dinlemediğinizi, anlamadığınızı zannettiğiniz dersten, üzerinize inen rahmeti gözünüzle görseniz, felçli bile olsanız, sürünerek derse gelirsiniz" notu da ilave edilmişti. Bu fâkir de bu notun altına "Belki bedenen felçli değiliz; ama akıl felcimiz, çok şeyi layıkıyla anlamamıza engel oluyor bazen." cümlesini yazarak gruba gönderdim.
Bedenen feçli olmak, dünyevî hayatımızda bazı şeylere ulaşmamıza engel olur, oluyor. Akıl felci ise, çok şeyi anlamamıza engel oluyor. Vücut felcinin çeşitli dereceleri olduğu gibi, akıl felcinin de farklı dereceleri, engellemeleri var. Mesela ehl-i imandan "namaza mesafeli durma gafletinin Allah'a kafa tutmak ile eş değerde olduğunu anlamamak" bir akıl felcidir. Hem de yüksek derecede bir felaket.
Peki, tadil-i erkâna ve huşuya riayetsizliğin de "namazın sadece yorgunluğu ile bizi baş başa bıraktığını anlamamak" da adı konulmamış bir akıl felci olmaz mı? Bir şey daha var ki her zaman hayret etmişimdir. Adam camiye gelmiş, farz için cemaati zaten bekleyecek. Ama bir sünnet kılışı var ki kesinlikle namaz değil. Hareketlerine isim koymak çok zor.
Rahmetli Kırkıncı Hoca, Erzurum Kümbet dershanesinde bulunurdu her daim. Bir gün misafirler geliyor, akşam namazıdır, misafirler akşam namazını henüz kılmamışlardır. Gelen misafirler bir arkadaşlarını imam yaparlar. Arkadaş, akşam namazını kıldırır. Sonrasında, Kırkıncı Hoca oradaki arkadaşlara "Bu kardeşin okuduğu Fatiha Kur'an'da geçmiyor; ama nerede geçtiğini de bilmiyorum." der. Onun gibi de bazılarımızın namazı ve namazda okuduklarımız, ilmihal kitaplarında ve Kur'an'da geçmiyor; ama nerede geçiyor, bilen yok.
Her bir namazımız, zaman ipine atılan bir ilmek gibidir. İlmeklerin ebed âleminde tutunacağımız dala budağa dönebilmesi, onların sağlam atılmasına bağlı. Aslında hayatımızın her bir dakikası, ebed âlemindeki hayat kalitemizi belirleyebilmemiz için, bize sunulan birer elmas keyfiyetinde. Ya bir akıl felci geçirip elmasları cam ile değiştirip zayi edeceğiz ya da onların kıymetini bilip her bir an'ımızı ebedileştirme yolunu seçeceğiz.
Hiçbir şey zayi edilmiyor, edilmeyecek. "İnsanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gafletle muzlim olarak gelirler veya hasenat-ı muzie ile avdet ederler." rivayeti, bunu anlatıyor işte. Yani ameller mensucatı, zaman fabrikasında dokunuyor. Her an'ımız, kumaş topunun açılması gibi açılacak, teşhir edilecek. Ve o kumaşın içinde, her yaptığımız görülecek, bize gösterilecek. Hem de huzur-u İlâhî ve huzur-u Peygamberide. Bunun farkında ve idrâkinde olan bazı mühim zatların kendi kusur ve ayıplarının bu huzurlarda görünmemesi için, cehennemi tercih niyazında bulundukları bile rivayet edilir.
Merhum Kırkıncı Hoca ile olan bir kahvaltı sohbetimizde bu fâkire bulunduğu tavsiyelerden biri de "Ders yaparken, aynı yeri birçok defa ders olarak okuyunca, orası senin âlemine yerleşir. Onun için aynı yeri çekinmeden çok yerde ders olarak oku." cümlesidir. İşte, bu tavsiyenin de etkisiyle çokça okuduğunuz yerlerden biri de Üçüncü Lem'a'dır. Oradaki "Ey insanlar! Fâni, kısa, faydasız ömrünüzü; bâki, uzun, faydalı, meyvedâr yapmak ister misiniz? suali ve o zaman "Bâki-i Hakiki'nin yoluna sarf ediniz." cevabı aklımdan çıkmaz ve bu fakiri çok düşündürür.
Geçenlerde, Araklı dersinde yine bu kısmı derste okurken "Senin rıza-i İlâhî yolunda geçen bir an'ına, Bâkinin cilvesi değince, o an artık genişledi, kanatlandı ve bir an olmaktan çıktı. Onu ebedî âleme, ebedileşmiş olarak gönderdin." ifadelerini kullanmıştık. Dersi dinleyen, çok kıymetli, diyanetten bir arkadaş "Hocam, bu an'lar, küfürde ve isyanda geçince de bekâ âlemine bâkileşerek mi gitmiş oluyor?" diye sordu. Sarsıldım doğrusu.
İsyan ve itaatsizliğin derecesi, isyan ettiğin ve itaatsizlikte bulunduğun kişi veya makama göre değişir. Bir arkadaşına isyanınla, bir padişaha isyanın derecesi aynı olur mu? Birincisi, belki bir taziri; ikincisi ise, ebedî mahkûmiyeti icap ettirebilir. Ayrıca ceza da isyanın süresine göre değil, itaatsizlikte bulunup isyan ettiğin zâta göre değişir. Bir ömrü küfür ve isyanla geçirmek, bir akıl felci olduğu gibi, her bir an'ını da Bâki-i Hakiki'nin sonsuz derecedeki vahdaniyet delillerini tekzip, tahkir, inkâr ve yok saymakla geçirdiğin için, o an'ların da bâkileşmiş, ebedî bir mahkûmiyeti netice vermiştir artık.
Yakın zamanda yine böyle akıl felci geçiren, kendi ebedî zulümat kumaşını dokumakla meşgul bir bahtsızı dinliyorum. Diline nurcuları, Said Nursi'yi dolamış bu arkadaşımız, on dakikaya on yanlış ve kendi ile çelişen bir sürü cümle sığdırdı.
Katılık, ağırlık, sıcaklık, soğukluk, mekân, hareket, kütle gibi özelliklerini sonradan kazanan madde, ezelî olamaz. Yani bu özellikleri olmayan madde olamadığı gibi, maddenin bu sıfatları arizidir ve madde bu keyfiyetleri sonradan kazanmıştır. Özelliklerini sonradan kazanan madde de ezelden gelmez, gelemez. Bunu anlayamayan ve maddenin ezelî olduğunu ifade eden arkadaş, biraz sonra Dünya'nın Güneş'ten daima uzaklaştığını ve bir müddet sonra da bu uzaklaşmanın biterek dünyanın yok olacağını ifade etmesin mi? Peki, Dünya'nın Güneş'ten uzaklaşması, ezelde başlamış olsaydı, dünya bu hâliyle bugüne gelebilir miydi? Bu uzaklaşma daha devam ettiğine, yani bitmediğine göre, demek ki madde ezelden gelmiyor. "Madde ezelidir ama bu uzaklaşma sonradan başlamıştı." diyemeyeceğimize göre, iki defa kendinizle çelişmiş oluyorsunuz.
Felçli akıl, maddenin ezelî olmadığını, hâliyle sonradan yaratıldığını kabul edemiyor, edemeyince bütün özellikleri sonradan olan maddeye ezeliyet vererek, inkârını felçli aklına yutturmaya çalışıyor. Böylece Said Nursi'yi diline dolayan arkadaş, aklını çalılara doladığının farkında bile olmuyor.
"Bir harf elbette kâtipsiz,bir iğne ustasız olmaz; yapan, elbette yapılan cinsinden değildir." cümlelerini doğru buluyorum, diyor. Niye doğruymuş? Çünkü harf ve iğne, aynı fiziksel kanunlara tabiiymiş; onun için, harfin bir kâtibe, iğnenin de bir ustaya verilmesi mümkünmüş. Fakat her nasılsa, bir insanın veya çiçeğin yapıcısı, Allah olamazmış. Çünkü Allah, onlarla aynı fiziksel kanuna tâbi olmadığından, bu mümkün değilmiş.
Peki, o zaman insan ve çiçek; aynı fiziksel kanuna tabi olaraktan, kime verilecekmiş? Bir harfin kâtipsiz olamayacağını doğru bulan arkadaş, yapay çiçeği insana vermeyi de fiziksel kanunlardan dolayı, makul görüyor. Asırlardır zevkle tükettiğimiz saf besin balı da nereden öğrendiyse, arı yapıyormuş arkadaşa göre. Gerçek çiçek ve insanın yaratılması, yapılması ortada kaldı. Gerçek çiçeği ve insanı atomlardan kim ördü ve inşa etti peki? Cevap yok. Onu tartışmayalım, diyor.
Ya arkadaş bir çiçeğin arkasında kâinat projesi var. Yani bir çiçeğin inşası için, ölçemediğimiz için sonsuz dediğimiz kâinatın çalışması, hem de dengesini bozmadan işlemesi gerekir. Yani kâinata sahip olamayan, bir çiçeğe sahiplik iddia edemez. İnsana göz takanın her şeyi görmesi; kulağı asanın her şeyi duyması; kalbi yerleştirenin de ebed âlemine sahip olması gerekir. Yani bir çiçeğe ve insana sahip olanın tüm fizik kurallarının da koyucusu ve yürüteni olması gerekir. Senin aklın, fizik kanunlarını aşamadığı ve taşamadığı için, vacib (aşkın) bir mevcudu anlayamıyor, anlayamaz da. Normaldir bu. Anlayamadığı için de inkâr ediyor. Sınırlıya, sınırsızı; kayıtlıya, kayıtsızı; mümkine (sonradan olmuşa)varlığı, başkasına muhtaç olmayanı anlatmak mümkün değil ki.
Evet dostlar, felçli aklın önünde bir fiil var, fiili inkâr edemiyor. Bu fiili, bir sanatkâra, fâile de vermesi gerekiyor ama veremiyor. Peki, niçin veremiyor? Bakınız asrın tabibi bunu kısa ve öz şekilde Mesnevi, Zerre bahsinde nasıl izah ediyor?
"İ'lem Eyyühel Aziz! Vâcib-ül Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'âlinde de benzemiyor. Çünkü Vâcib-ül Vücudun kudretine nispeten yakın uzak, az çok, küçük büyük, fert nev',cüz' küll arasında fark yoktur. Ve keza, O'nun fiilinde bizzat mübâşeret yoktur. Fakat mümkinin kudreti, bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcib-ül Vücudun ef'âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte, akıl mütehayyir kalıyor. Fiili, fâilsiz zannediyor."
Fazla söze ne hacet?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.