Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Bu Fırsat Kaç/ar/maz

Bir öğretmen, sınıfta öğrencilerine: "Şimdi size bir yalan söyleyeceğim, asla inanmayın." diyerek öğrencilere bu yalana inanmamalarını sıkı sıkı tembihler. Sonra da "Meşhur bir sanatçı okulun bahçesinden içeri girdi ve sınıfa doğru geliyor." şeklinde yalanını söyler. Fakat öğrenciler, sıkı sıkı tembih edilmesine rağmen, söylenen haberin yalan olduğunu bile bile güya gelen meşhur sanatçıyı görmek için pencereye yönelirler. Bu sefer öğretmen, çocuklara "Çocuklar, ben size bir yalan söyleyeceğim, demiştim. Niçin pencereye koştunuz?" der. Ve ilave eder: "İşte, dünya da böyledir. Yalan olduğunu bile bile arkasından koşuyoruz, peşinden gidiyoruz."

Bunu bir yerde okuyunca, Asr-ı Saadette Hazret-i Ebubekir radıyallahu anh'ın iki çocuğun ceviz paylaşımı kavgasına getirdiği çözüm aklıma geldi. İki çocuk, bir ceviz paylaşımında anlaşamaz ve kavgaya tutuşurlar. Biz cevizi paylaşamazlar. Bunu gören Hz. Ebubekir, çocukları çağırır ve onlara, cevizi kıralım ve yarımşar olarak paylaşalım, der. Çocuklar buna razı olur. Bu sefer cevizi kırarlar ki cevizin içi boş. Yani iki çocuk boş ceviz için kavga etmektedirler.

Uğruna kavga verdiğimiz bu dünya ve içindekiler de çok iyi biliyoruz ki işte, öğretmenin söylediği yalan ve bu boş ceviz gibi çürük. Onun uğrunda kavga vermeye, darılmaya, darıltmaya değmez. Uğruna kavga verdiğin mal, dünyada kalacak ama darılttığın kalbin hesabı, devam edecek. Bir çürük ceviz için kavga vermeye değmediği gibi, içi boş bu dünya için de kavga vermeye değmez.

Son "değmez" kelimesi, Hâfız-ı Şirazi'nin "Dünya öyle bir metâ değil ki bir nizaya değsin." cümlesini hatırlattı bu fakire. Üstad bu cümleyle hem Hâfız-ı Şirazi'yi özetliyor hem de bu cümleyi çok ehemmiyetli bir derse medar yapıyor. Koca bir dünya, bir nizaya yani "Bu dünya senin mi benim mi?" itirazına değmezse; beş paraya değmeyen fâni, zail, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviye (dünyanın basit işleri) bir nizaya değer mi? Bu niza belki "sarhoş, divane ve bir buz parçasına elmas fiyatı veren Yahudi cevhercisi" veya "güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi" ölümünü ve sonrasını hiç hatırına getirmeyen biri için değer. Ama aklı başında kalbi yerinde bulunan bir mü'min için değmez. Hem de ona yakışmaz.

Aklı başında olmak ne kadar esaslı bir hakikat değil mi? Akıl, başka nerede olabilir ki? Mesela aklı hep topta olanlar da var. Ya da midesinde. Ya aklını sadece kasaya, masaya bağlayanlara ne demeli? Bu kadar değerli bir cevheri israf etmek olmaz mı? Yani, altından bir çekicin var. Sen o çekiç ile taş yontuyorsun. Evet, belki her vuruşunda zahiren bir şey kazanıyorsun ama altın çekicin zayi oluyor. Farkında bile değilsin.

Sevmek mahalli olan kalp ise, idare ve hissiyat merkezimiz olduğuna göre; günlük, belki de saatlik, anlık özel bakım ve takviye ister. Yani ihmale gelmez. Çünkü kalp kelimesi, "hâlden hâle çevrilmek" anlamında olduğu gibi; insanların kalbi de her saniye, hâlden hâle dönmekte ve bazen de yönünü ve yüzünü telafisi zor, döndürülmesi imkânsız olabilecek tarafa çevirmektedir.

"Allahümme yâ muhavvilel havli vel ahvâl havvil hâlena ilâ ahsenil hâl." gibi, birinci elden kalbi takviye duasını dilimizden eksik etmeyelim.

Evet, buraya kadar anlattıklarımız dünyanın fena, fani, oyun ve oyuncak olan yüzü için doğru. Bir de dünyanın çok kıymetli ve kazanılması bin can ile arzu edilir iki yüzü daha var ki asıl başlıkta "kaç(ar)maz" diye vermeye çalıştığımız da dünyanın bu yüzleri için geçerliydi. Cenab-ı Allah, bizi direkt ahirete almıyor. Ahirete liyakatimizi ölçmek için, önce dünyada misafir ediyor. Bu misafirliğimiz, bizim seçimimiz olmadığı için de kefalet altında. Hem bu misafirliğimiz de çok uzun değil. Hani şair:

"Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor,
Gel de bu rüyayı yor, deli gönül." diyor ya.

Kısa olan bu ömrümüzü dünyanın ahirete ve esma-i ilahiyeye bakan yüzüne harcamamak, bu fırsatı kaçırmak akıl kârı değil. Bu fırsat, bir daha elimize geçmeyecek çünkü.

Evet,"hepi topu" bu kadar ömrümüz var. Bu 'hepi topu' kısmını tırnak içinde verdim. Çünkü meşhur ilahiyatçı Mustafa Öztürk çok şeyde olduğu gibi, ömür için de bu "hepi topu yetmiş seksen sene ömür" tabirini çok kullanıyor. Ama bunu, ömrü yeterli görmediği için kullanıyor. Yani bu azlığa itiraz ediyor. Bu fakir de bunun bu itirazını ele alan bir yazı yazmıştım. Değil yetmiş seksen sene, bin seksen sene ömür verilse de bunu yine yeterli değil, bunu az görürsün, diye seslenmiştim arkadaşa. Niye az görür? Çünkü geçici. Yani bitecek olduktan sonra, uzunluk kısalık tartışması yapmak anlamsız. Eğer, Allah bizim için ebedî bir ömür hazırlamamış olsaydı; hayat, ömür ölümle bitmiş olsaydı; "Hepi topu bu kadar mıydı?" gibi sorular sormanın bir anlamı olabilirdi? Ahirete uzanamayan nazar, dünyada da maskara oluyor gerçekten.

Önemli olan, ömrün uzunluk kısalığı mı, yoksa uzun ya da kısa ömrün nerede kullanılması mı? Ömür kısa ama sana bu "fani, kısa, faidesiz ömrünü; baki, uzun, faydalı meyveler yapmak" fırsatı veriliyor. Bu fırsat kaçar mı? İnsana bu fırsatı kaçırmamak düşerken, ona "Bu kadar ömür mü verilirmiş?" derdine düşmek yakışır mı? Ya arkadaş, ömrün kısa ama bu türkü, burada bitmiyor ki devamı var bunun. Senin bu dünyan kefalet altında ama ebedî hayatındaki ömrün keyfiyeti, kefalet altında değil. Bu, sana bırakılmış.

Elimize bir defalığına geçmiş ömür sermayesi, zengin fakir, alim cahil, adil zalim herkese, her gün eşit dağıtılıyor. Fakat bu ömür sermayesi, diğer sermayelere benzemiyor. Yani onlar gibi depolanamıyor; bekletilemiyor, her gün sermaye yeniden veriliyor. Fakat sermayeyi vaktinde bitirmek zorundasın. Bu fırsat kaçar mı? Çünkü sana verilen günlük zaman sermayesini kullanmazsanız da elinizde durmuyor. Öyleyse, bu fırsat kaçmaz. Başta sahabeler, ehl-i hakikat insanlar dünyanın bu mahiyetini anlayıp fark edenler, bir defalığına verilen dünya hayatında sümbüllerini ebedî hayatta almak üzere, ekmişler, ekilmişler. yani bu fırsatı kaçırmamışlar.

Özellikle Kur'an kurslarındaki sohbetlerimizde, dünyanın bu üç yüzünü etraflıca anlatmaya çalışırız. Niçin özellikle Kur'an kurslarında? Çünkü "dünyanın üç yüzü vardır yaklaşımı" Diyanet mahfellerinde yeterince anlatılmıyor. Vaazlarımızda hep dünyanın fani, fena, aldatıcı, çürük ve esassız yüzü nazara verilip; dünyanın ahiret saadetine medar olabilecek yüzü sanki saklanıyor. Vaazların tesirsiz kalması biraz da bundan. İçinde hem de her saniye yaşadığın dünyadan alakayı kesmek, ondan küsmek, pek mantıklı gelmiyor insanlara. Hem de bu, insan fıtratına ters. Sevmem, inat etmem, hırs gösterip endişe duymam gerekiyor. Bunlar, fıtratıma zaten yerleştirilmiş. Beni dünyaya bu fıtratla gönderen Cenab-ı Allah, bunları nasıl kullanmam gerektiğini de bildirmiştir.

Burada, bir fırsat okuması ve dokuması olan Risale-i Nurların farkı ve yaklaşım tarzı, hemen kendini gösteriyor. Faniyi, ona ebedileşmek iksirini sürerek sevebilirsin. Endişeni, geleceği meşkuk dünyevî bir istikbalden çok, seni bekleyen muhakkak bir istikbale yönelt. İnadına yazık etme. O değerli hissini basitleştirme. Hakta sebata zikir, şükür ve tefekkürde devamına çevir.

Evet dostlar, en önemlisi de zamanına yazık etmemek. Hani üstad, "gençliğim bir gün dönseydi" diyor ya. Aslında dönmeyecek, biliyor, biliyoruz. Dönmeyeceğini siz de bilin, demek istiyor. Ama asıl bunun cevabı "Ey insanlar!" diye başlayan sualin cevabında veriliyor. Ömrümüzü uzun ve bâki yapmak istiyorsanız; onu "Bâki-i Hakiki'nin yolunda sarf ediniz." Peki bu sarf etmekte ne oluyor ki fani ömür bâkileşiyor. Çünkü ömür fani ama Bâkinin rızası, ona değiyor. Fani saniyeye Bâkinin rızası değince, artık o saniye bâkidir. Bâkinin damgasını almıştır. Onun için, cennette enflasyon yok. Yani amelin değeri düşmüyor. Az da olsa, amelin karşılığını ebedî görüyorsun.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum