Habibi Nacar YILMAZ
Mezhepler Kurulmamış, Onlara Uyulmuştur
Üniversitede okuduğumuzun ilk yıllarında, liselerin önüne gider; öğrencilerle tanışmaya çalışırdık. Yine böyle bir günde, kaldığım eve yakın bir okulun birkaç öğrencisiyle buluşmuş ve onları kaldığımız yere onlara bir faydamız dokunsun fikriyle getirmiştik. Onlarla oturup bir müddet çay içtikten sonra, bir suallerinin olup olmadığını sormuştuk. Öğrencilerden biri: "Niye dört mezhep var, hem dördü de hak nasıl olur?" diye sormuştu. Konunun Risalelerde olduğunu biliyorduk ama konuya kemâliyle vakıf değildik o zaman. Hemen, içeride mühendislikte okuyan Maraşlı Hasan Yılmaz abiye ilettik suali. O da mevzuyu okuyup güzelce anlatmıştı.
Yıllar içinde defalarca okuduğumuz bu bahsin, aslında özeti bize göre, "Mezhepler kurulmamıştır, mezheplere uyulmuştur." cümlesi oldu. Bazen bizzat, bazen de denk geldiğimizde okuyor ve bazı mecralardan meseleyi dinliyoruz. Bazı konuşmalarda sanki, birileri bir mezhep kurmuş, bazıları da buna üye veya taraftar olmuş şeklinde intiba veriliyor. Halbuki durum öyle değil.
İşin ehli İslam âlimleri -ki başta bunların çoğu tâbîindendir- yani sahabeden ders almış, onların uygulamalarına şahit olmuş insanlardır. Bu müçtehid zâtlar, geniş ve değişik şekillerde anlamaya, uygulamaya müsait âyet ve sünnet uygulamalarını -ki bunlar sadece yüzde ondur- daha basit, anlaşılır ve uygulaması kolay hâle getiriyorlar sadece. Bu içtihat ve anlayışlarını da kendi görüşleri olarak ilân etmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Yani kendi nefisleri için yaptıkları bu içtihatları, teşri etmiyor, kimseyi bunlara uymakla da mesul tutmuyorlardı. Âlimler, Müslümanlar yani çoğunluk da isabetli buldukları bu görüşleri benimsiyor ve uygulamaya başlıyordu. Zamanla da bu uygulamalar bir tarz, yol, meşhur tabirle mezhep oluyordu. Peki, bunlar niçin aynı konuda ihtilaf ediyor, doğru da olsa değişik fetvalar veriyorlardı?
Onu da üstad, 29.Mektubun 7.Kısmında harika bir tespitle hulasa ediyor. "Mezahibin ihtilafi ise, Sahib-i Şeriatın gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir." İşte, konuyu özetleyen bu kitaplık cümle tam anlaşılmadan meseleyi anlamak da zor gerçekten.
Demek, "muhkemât" denilen, dinin temeli olan ve tevili, değişik anlaşılması mümkün olmayan konularda değil; tevili mümkün ve değişik anlamaya müsait birtakım düsturlarda yapılan içtihatlar ve onları uygulamakla ortaya çıkan yol ve tarz, bir mezhep kıvamına gelmiş oluyor. Ayrıca bu da fıtri olarak oluyor. Kimse kimseyi zorlamadığı gibi, kimse de taraftar bulmak veya birilerini zorlamak yoluna da gitmiyor, gidilmemiş.
Özellikle dört büyük İmama ve içtihatlarına bakınca anlıyoruz ki bu dini hurafelerden ve dış etkilerden korumak, azizliğini ve mukaddesliğini muhafaza etmek, yanlış ve maksatlı görüş ve tutumlardan uzak tutmak için, bu güçlü ilim insanları hikmet-i İlâhiyenin sevki ile görevlendirilmiştir. Onlar da "Biz böyle bir vazife ile yola çıktık." da dememiştir.
Zamanında, bir ilim ehlinden işittiğimi zannediyorum. İmam-ı Gazali dört büyük mezhebi birleştirmek emelinde bulunuyor bir zaman. Rüyasında bir büyük binanın önünde duruyor. Binanın kapısında İmam-ı Azam yazılı. Kapıdan giriyor, karşıda bir kapı daha var. Kapıdan çıkıyor bakıyor ki onun başında da İmam-ı Şafi, diğer kapılarda da diğer mezhep imamlarının isimleri yazılı. Bunları görünce, burada kendisine gösterilen ince ve derin bir mana olduğunu anlıyor ve bu fikrinden vazgeçiyor.
Üstadın, asırlar içinde dinlerin gelişini, beşer anlayışının gelişmesine ve değişmesine bağladığı ve mevsimlere göre değişik libasların giyileceği örneğinin geçtiği 27.Söz'de çok iddialı bir cümlesi var. Dinler, nasıl beşerin anlayış ve uygulamalarının mertebesine göre değişiyor. Mezhepler de bir dine muhatap olacak seviyeye gelmiş bir cemiyetin farklı sosyal hayata mensup insanlarına göre bir cevap olduğunu anlattıktan sonra, diyor ki "Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası, bir mekteb-i âlinin talebesi gibi bir tarz-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhepler tevhid edilebilir." Yani insanların aynı sosyal hayatı yaşamaları mümkün olsa, mezhepler de birleşebilir. Ama devamı önemli. "Fakat hâl-i âlem o hâle müsaade etmediği gibi, mezhepler de bir olmaz." Olması gerekir mi gerçekten? Mezhepler birleşmeyi gerektiren bir ayrılık içinde değil ki ayrıca bir olsunlar. Her bir mezhep bir sosyal hayata cevap veriyor. Bu durum ortadan kalkmadıkça da bu mümkün ve gerekli de değil. Bu yazı da bunu anlatmak için yazılıyor.
"Kur'an'da mezhepler var mı ki?" gibi, altı cehalet dolu sorular soruluyor bazen. Bu soru bana, sütün içinde yoğurt, peynir, yağ var mı sorusunu hatırlatıyor. Aynı sütten yoğurt da ayran da yağ da peynir de çıktığı gibi, aynı âyetten veya sünnetten daha fazla yorum da çıkabilir. Bu yorumlar da rahmet olur hem. Senin ona bakışın veya sütün hangi yönüne daha fazla olan ihtiyacın, ondan alacağın neticeyi beliriyor.
Dört veya daha fazla hükmün, aynı anda hak ve doğru olmasına üstad bir suyun, onu kullanan dört kişiye göre hüküm almasını örnek veriyor. Aynı su, ama birine helal, birine de haram. Demek bir konudaki hüküm, onun muhatabına göre farklı olabilirmiş, her hüküm de doğru olabilirmiş. Benim de aklıma meşrubat örneği geliyor. Bir baba, dört evladından meşrubat (içecek) istese; biri su, diğeri ayran, bir diğeri çay, biri de meyve suyu getirseler; dördü de bu isteğe cevap olur ve hepsi de haktır deriz, değil mi? Dördü de doğru yapmıştır ve bu doğruları meşrubat kelimesinin yorumlarıdır. İşte, Kur'an'daki bir kelimeyi ve sünnetteki bir uygulamayı da ehli olan müçtehitler farklı anlayabilirler. Bunların hepsi de hak olurlar.
Evet dostlar, yine üstad Sözler'de, bahsin sonunda mizan-ı Şarani'den söz eder ve Şeriat mizanlarının Şarani'nin mizanları ile tartılmasını ister. Yani bu konuda Şarani hazretlerini hüccet kabul eder. Üstadın söz ettiği bu kitabı, çok merak ederdim. Sonunda ilahiyatta bir dostla birlikte birazını mütalaa ettik. Gerçekten dört hak mezhebin tüm meseleleri ele alınıyor ve Şeriata uygunluğu ispat ediliyor. Fakat bu kitabın özeti de Şarani'nin şu ifadelerinin altında yatıyor.
"Bütün müçtehitlerin sözlerinin kaynağı olan Şeriatın kaynağına kalp gözü ile eriştim. Her bir fakih için ondan ayrılan bir cetvel, yani bir kanal gördüm. Ve her bir müçtehidin zan ve tahminle değil, keşif ve yakîn ile içtihadında isabet ettiğini bildim. Ve Şeriata göre bir mezhebin diğerinden evla olmadığını anladım."
Müçtehitlerin çoğunlukla yaşadığı ilk selef dönemine minnet duyuyoruz ve onlara rahmet diliyoruz. İyi ki olmuşlar ve bu dinin asliyetini ortaya çıkarmış ve göstermişler.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.