Hürriyetimizin şubeleri

‘İtibar eden’ dinleyenleri için, muteber yaşantıların şu âlemde verdikleri başlıca derslerden birisi; “fark edebilmenin”, ancak bu fark edişin icapları yerine getirildiği takdirde bir anlam kazanabileceği şeklindedir. Diğer türlü, “Tedavisiz teşhislerin”; maalesef ızdırabı arttırmaktan başka kimseye bir ‘katkı’ sunamadığı meydandadır.

 

Üstelik fertler katında ya da toplum ve devlet katında olsun, durum yine aynıdır.

Trafikte kırmızı ışığı ‘sadece fark etmiş’ bir birey de, merhametten uzaklaşmanın nelere mal olduğunu ‘sadece gören’ bir toplum da; yeşil ışığı bekleme ve vicdanı başköşeye buyur etme gibi icaplara başvurmadıkları müddetçe, çok ciddi sıkıntılara uğrayacaklardır demektir.

Ve elbette ki aynı durum, artık ‘kemikleşmiş’ diyebileceğimiz sorunlarını ‘sadece hisseden’ siyasi yapılar için de geçerlidir.

 

Örneğin, Osmanlı devletinin pek çok alanda günümüzden de ileride bir çizgiyi yakaladığına dair inkar edilemez vasıflarını ‘sadece görebilmek’; bu vasıfları netice veren dinamiklere hep umarsız kalındığı müddetçe, ‘torunlarının’ hiçbir sorununu halledemeyecek bir ‘fark ediş’ olacaktır. Dahası bu vaziyet, o kemikleşmiş sorunları ‘kanıksama’ gibi belalarla, belki meseleleri daha katmerli bir hale de getirebilecektir.

 

Aslında bugün memlekette yaşanan sorunların bu derece can yakıcı bir etkiye sahip olmalarının en önemli nedenlerinden birisi de, tam olarak budur zannedersem: Sorunları hissetmemize, fark etmemize ya da teşhis edebilmemize rağmen (ki bu aşamalara tam manasıyla geldiğimiz bile tartışılabilir); bu sorunlara karşı sarılmamız gereken en doğru tedaviden ve reçetelerden, işimize gelmediği için hala ısrarla kaçınmaya çabalamamızdır!..

 

Nasıl mı?..  Her fırsatta yasalar önünde eşitlikten ve dil, din, ırk, mezhep farklılığı gözetilmeksizin vatandaşlık bağlamında ‘herkesin birinci sınıf bir yurttaşlığa’ sahip olduğundan dem vuran siyasi partilerin, 2011 Genel Seçimleri için açıkladıkları milletvekili aday listelerine bakacak olursak; bu dem vurulan değerleri özümsemiş olma hususunda, hala Osmanlı’dan çok geri bir halde olduğumuzun ayan beyan ortaya çıktığını görebileceğizdir mesela!.

 

Yani Osmanlı devleti, geride öyle kolayca red veya inkar edilemeyecek bir miras bırakmış olmasına rağmen; ve bakiyesi de, Cumhuriyet kurumları ve teamülleri üzerinde tesis edilmiş olmasına rağmen; bugün bir çok alanda hala o ecdadı aratan uygulamalarla yaşayabilmekteyiz.

 

nursi_mavi.jpgNitekim Dışişleri Bakanlığının, Uluslararası Ermeni lobisinin 1915 Olaylarının yüzüncü yıldönümüne yönelik tüm ülke parlamentolarında yapmayı düşündüğü propaganda çalışmalarına karşılık hazırladığı raporun bildirdiğine göre:

 

“Osmanlı Devletinde 29 Ermeni, üst düzey hükümet rütbesi olan ‘Paşa’ sıfatını almıştır. 22 Ermeni, Hariciye, Maliye, Ticaret ve Posta Nazırlığı dahil olmak üzere bakan olarak görevlendirilmiştir. 1915 yılında Nafıa (Bayındırlık) Nazırı olarak görev yapan şahıs, Ermeni asıllıdır. Çok sayıda Ermeni, tarım, nüfus ve ekonomik kalkınma konularıyla ilgilenen devlet dairelerinin başkanlığını yürütmüştür. 1876 yılı sonrası Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda 33 Ermeni milletvekili olarak yer almıştır. Hariciye Nezareti’nde 7 Ermeni büyükelçi, 11 başkonsolos ve konsolos görev yapmıştır. Akademik dünyada 11 Ermeni kökenli profesör ders vermiştir”. (Star Gazetesi, “Osmanlı’da 29 Paşa, 22 Bakan Ermeniydi”, 20.02.2011)

 

İşte, birlikte yaşadığımız gayr-ı Müslimlerin hürriyetinin bizler için taşıdığı önemi, “hürriyetimizin bir şubesi” diyecek derecede dikkatlerimize sunan Bediüzzaman Hz.nin de işaret ettiği üzere bu ‘mesele’ (Münazarat, s.61); bugün artık hakkı ve adaleti muhafaza edip-etmemenin ve kendi yurttaşını “ötekileştirmemenin”, daha da somut bir ölçütü haline gelmiş durumdadır.

 

Dahası hürriyetimizin bu şubesi, insanî, vicdanî ve elbette ki İslamî değerlere muhatabiyetimizle birlikte, ‘emaneti ehline tevdî etmenin’ erdemini ve dahi, “Asabiyet-i Cahiliyye” ile mesafemizi de gözler önüne seriyor olduğundan; bu gibi başlıklar, bizler için tam bir imtihan vesilesi konumundadır diyebiliriz. Tıpkı hürriyetimizin, düşünebileceğimiz başka ‘şubeleri’ gibi...

 

Alarm verdiği böylesi önemli başlıklardan dolayı taşımış olduğu önemindendir ki, bu mesele hakkında, “Bediüzzaman” vasfında bir alim olmasına ‘rağmen’, Said Nursî’nin toplumu şu gibi derslerle ikaza gayret göstermesi; hürriyeti sadece kendine lazım olduğunda isteyen kimileri için de ayrı bir ders niteliğindedir:

 

“Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır.” (Münazarat, s.67-68.)

 

“Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?

Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır.” (Aynı yer, s.79.)

 

Ama anlaşılan o ki, bu imtihanı verebilme umudu, bir kez daha başka bir bahara kalmış durumdadır.

 

Öyle bir bahardır ki hem, yüzyıl evvel kendisini hissettiren, konu edinilen, savunulan ama sonrasında ‘kara bir kışın’ boğmaya çalıştığı bir bahardır bu...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum