Erdem AKÇA
İlhamın Çeşitleri ve Özellikleri
İslam uleması ve evliyasının eserlerinde ilhama dair sünuhat, tuluat, huturat[1], ihtarat ve zuhurat şeklinde isimlendirmeler verildiğini görüyoruz. Bu farklı farklı isimlendirmeler, ilhamın farklı dalga boyunda kendini göstermesine, içeriklerinin etkisine, ortaya çıkış hallerinin sebeplerine ve yansıdıkları enfüsî merkezlere göredir. Bu çerçevede ilhamın bu alt tabakalarını şu şekilde tanımlayabiliriz:
Tuluat, hem aklî hem kalbî olarak gerçekleşmektedir. Aklî tuluat, akıl bir “katre”[2] mahiyetinde olduğu için, “Dolunay” şeklinde olur. Yani meselenin ilmini ve hakikatini kişinin ufkuna açar. Aklî tuluatta, kalb gözü açık olanlar Dolunay’ın doğduğunu görürler. Kalbî tuluat ise, kalb bir “reşha” mahiyetinde bulunduğu, âciz ve fakir olduğu için, “Güneş” şeklinde olur. Yani kişiye meselenin sırrı ve hikmeti açılır. Akıl aczini itiraf edip hissetse, Akrebiyetin penceresinden kalb ile birleşirse, bu durumda kalbin ışığı ile Hakikat Güneşi’ni görebilir. Kalbin tuluatı, kişiye “ziya”; aklî tuluat ise, “nur” verir. Tuluat bir vak’a üzerine kalbe doğan bir mana olabildiği gibi bir ilim ehline kitap kaleme alırken veyahut halis bir sohbet ehline ders verme esnasında da açılabilir. Bu konuda örnek bir vak’a Mescid-i Nebevi’nin inşaı esnasında gerçekleşir. Vak’a şöyle cereyan eder:
Ebu Sâid el-Hudrî (RA) der ki: Hepimiz mescid için birer taş taşıdığımız hâlde, Ammâr bin Yâsir (R.Anhuma) ikişer taş taşıyordu. Resulullah (SAV), onu görünce üzerindeki tozları silkeleyerek şöyle buyurmuştu: “Vah Ammâr vah! Seni azgın bir topluluk öldürecektir. Sen onları Hakk’a davet ederken, onlar seni Cehennem’e çağıracaklar.”[3]
Hz. Peygamber’in (ASM), Ammar bin Yâsir’i (R. Anhuma) çift taş taşırken görmesi, tuluat-ı kalbiye şeklinde bir ilhamın gelişinin anahtarı olmuştur. İslam’ın temel taşlarının hararetli kurucularından olan Ammar bin Yâsir’in (R.Anhuma), insanları hakka davet etmesine rağmen şehit edileceği acı haberi, Hz. Peygamber’in (SAV) kalbine hüzünlü şekilde tulu’ eder.
Tuluat-ı kalbiyenin daha külli hali ise Hz. Peygamber (SAV) ve Hz. Ebu Bekir’in (R.Anhuma) Seniyyetü’l-Vedâ’dan Medine’ye girişleri esnasında onları gözetleyen Medineli Müslümanlarda tahakkuk etmiştir. Şöyle ki:
Hz. Peygamber (SAV) ve Hz. Ebu Bekir’in (R.Anhuma) hicret haberini alan Medineli Müslümanlar yolculuğun bitiş tarihini ve saatlerini tahmin ettikleri için nurlu misafirleri beklemekteydiler. İki mübarek misafiri gördükleri anda bütün hepsinin kalbinde “Talaa’l-bedru aleyna/Min Seniyyeti’l-Vedâ…” şiiri hatta melodisiyle beraber tulû’ etti. Ki aynı şiir aynı melodisiyle günümüz Müslümanlarınca da bütün kalbî hissiyatlarıyla beraber okunmaktadır. Bu çerçevede tuluat ile görme fiili arasında bir bağ bulunmaktadır, tespitini yapabiliyoruz.
Tulûatın aklî ve kalbî boyutlarının farkını, manevi cephesinin namaz ile bağlantısını bizzat yaşadığım bir vaka göstermektedir. Ailece tanıdığımız son devir kadın evliyalarından birisi Giresunlu Fatma Teyze idi. Kendisi hayatının belli bir safhasında geçirdiği rahatsızlık sonucu a’ma kalmıştı. Fakat sürekli dilinde zikir bulunuyordu. Meşhur cümlesi şöyle idi:
Allah Allah bir Allah
Dolu kalbim nur Allah
Kalbimin muradını
Gece gündüz ver Allah…
Bundan 15-20 sene önce zaman zaman evlerine gider, evinde Risale-i Nur dersi yapmak için bulunurduk. Bir gün öğle namazı vakti girmişti. Kendisinin de bulunduğu salonda namaza durdum. Namaza durunca bir anda kızına seslendi:
“Güler! Bak, ay doğdu!” (Teyzemizin kızının ismi, Güler idi.)
Mübarek teyzemiz bunu söyleyince gayr-ı ihtiyari namazda duydum. O esnada 24. Söz’deki Katre-Reşha-Zühre bahsi namazda aklıma geldi. O esnada “katre” konumunda olduğumun teyidini bu müşahede veriyordu. Namazda aklıma bir fikir geldi, acaba Allah’a sığınarak günahlarımı itiraf etsem, acz ve fakrımı, kulluğumu itiraf ederek tövbe ve dua etsem sahne değişir mi? (Böyle bir şeyin doğruluğu tartışılır[4] ama o an yapmıştım.) Kıyamdayken dua etmeye başlayınca Fatma teyzemiz tekrar konuştu:
“Güler! Bak, güneş çıktı!”
Bu sahne değişimi o an “katre modu” ndan “reşha modu” na geçildiğine delil olmuştu. Katre-i akıldan, reşha-i kalbe geçişte duanın muazzam tesirini bu yaşanan manevi hal ispat hükmüne geçti. Üstad Bediüzzaman’ın “Ehl-i şuhud dediğimiz ehl-i hibre, enbiya ve evliyadır. Çünkü hakikî velî, zevk-i şuhudî sahibidir. Âmînin itikad ettiği gaybî şeyleri bazan velî, aynı şeyi gözüyle veyahut kalble görüyor.”[5] sözünün bu yaşanan vaka bilfiil bir ispatıdır. Namazda yaşanan, bizce gaybî, evliya için şuhûdî bu iki hal, manevi çerçevede “hilal-i hakk ve şems-i hakikat” in birer tulû’ edişidir.[6]
Zuhurat ise, kalbîdir. Çünkü zuhur, sırr-ı Samediyettir ve daha özelde sırr-ı Kayyûmiyettir.[7] “Bâtın-ı kalb, âyine-i Samed’dir.”[8] Zuhurat, kişinin kalbinde kendisi belirmek ve görünmek isteyen hakikatlerdir. Aynen öğle vakti güneşi gibi çok parlak ve nettirler. Yakıcı ve ışıtıcıdırlar. Tuluat ise, sabah güneşi gibi ışıltılı ama yakıcı değildirler. Zuhuratın zuhur zamanı için en ideal zaman “Zuhur (Öğle) namazı” dır. O vakit, maddi güneşin zirve zamanı olduğu gibi, Şehadet âlemindeki sanat ve güzelliklerin de en net görüneceği vakittir. Zuhurat, kişiyi terbiye edici ve değiştirici özelliktedir. Bu açıdan Üstad Bediüzzaman’ın tekrar tekrar vurguladığı üzere, Rububiyet zuhurat ile “tezahür” etmek ister. Ulûhiyetin “tebarüz” etmek istemesi gibi…[9]
Sünuhat ise, kalîb[10]-i kalbe zikirle artezyen vurulması sonucu fışkıran feyizli su mahiyetinde manalardır. Sünuhât, ya fen bilimleri ve kâinata ait meselelerin özünü ve hakikatini bildirir veya muhataplarının kalb dünyasını yeşertecek zengin içerikli bir feyzi ifade eder. Sünuhat da, kalbîdir.
Hutur ve ihtarat ise, hem kalbî hem ruhîdirler. Hutur, cemalli; ihtarat ise, hem cemalli hem celallidir. Kişiyi mahzurlu şeylerden çekmek için İlahî bir sevk ve himaye şeklinde celalli, kimi zaman da teselli şeklinde cemalli mahiyetlidirler. Huturat ve ihtarat, takva derecesine göre kişide belirirler. Bir kumandanın emri gibi…
Bu ve benzeri çeşitleri göz önüne alındığında Cenab-ı Hakk’ın has kulları ile bir irtibat kanalı, kelam sıfatının bu renk renk tecellilerine dayanır. Ayrıca vahyin bir çeşidi olan sâdık rüyalar hakkında da Hz. Peygamber (SAV) onların da bir çeşit İlâhî tekellüm olduğunu ifade sadedinde “Müminin gördüğü rüya, kulun rüyasında Rabbiyle konuşmasıdır.”[11] der. Bazı sadık rüyalarda doğrudan Allahü Teala’nın kuluyla konuştuğu da vâkidir.[12] Bu çerçevede sâdık rüyalara en azından bir ilham-ı İlâhî olarak bakmak aklen bir zarurettir.
Özetlersek ilham, Allah ile kulu arasında kaynaşmayı sağlayacak ve sünnetullaha kişinin alışmasına yardım edecek şekilde beliren manalardır. Ki akıl, o mananın hikmetiyle ikna olur; kalb o mananın feyziyle işba olur. Ruh ise ilhamdan aldığı nur ile sükunet bulur. Bu manada ilham, cüz’î iradeyi Külli İrade’ye bağlayıcıdır. İlham, genel olarak kalbîdir. Vahiy ise, doğrudan doğruya ruhîdir. Vahiy, Sırr-ı Ehadiyetle Cenab-ı Hakk’ın külliyet-i ef’âlini bildirir ve temelinde bürûz ve tebârüz hakikatlerine dayanır.
[1] Ehl-i tasavvuf ve özellikle Nakşibendî tarikati muhakkiklerinin, “havâtır-ı Rahmânî” olarak isimlendirdikleri bu ilham çeşidini Üstad Bediüzzaman Risale-i Nur Külliyatında “hâtırât-ı kalb” veya “hatırat-ı gaybiye” olarak isimlendirir. Mesela: “Evet, kalblerde, perde-i gaybda ihtar edici bir Zâta bakan hiç bir hâtırat-ı gaybiye ve ilham edici bir Zâta baktıran hiç bir ilhâmât-ı sâdıka; ve hakkalyakîn sûretinde sıfât-ı kudsiye ve Esmâ-i Hüsnânı keşfeden hiçbir itikad-ı yakîne; ve enbiya ve evliyada, bir Vâcibü'l-Vücudun envârını aynelyakîn ile müşahede eden hiçbir nuranî kalp; ve asfiya ve sıddîkînde, bir Hâlık-ı Küll-i Şey'în âyât-ı vücubunu ve berâhin-i vahdetini ilmelyakîn ile tasdik eden, ispat eden hiçbir münevver akıl yoktur ki, Senin vücub-u vücuduna ve sıfât-ı kudsiyene ve Senin vahdetine ve ehadiyetine ve Esmâ-i Hüsnâna şehadet etmesin, delâleti bulunmasın ve işareti olmasın.” (Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 3. Şua)
[2] Katre, dolunaya odaklı ve ayna olan yakamoz damlasıdır. Katre, “tabiat gecesi” nde yaratılış âlemi içinde hak nuru ve hakikat güneşini arayan “akl” ın sembolüdür. Reşha ise, doğrudan güneşe odaklı bir su sızıntısıdır. Aşk-ı İlahinin hararetiyle her an buharlaşıp semavileşmeye hazır haliyle hakikat âşığı “kalb” in sembolüdür. (Sözler, 24. Söz, 2. Dal)
[3] İbn Sa’d, Tabakât, III, 252.
[4] Bu konuda Hanefi mezhebi ile diğer mezhepler arasında ihtilaf bulunmaktadır.
[5] Bediüzzaman Said Nursi, Nûr’un ilk Kapısı, 4. Ders.
[6] Bediüzzaman Said Nursi, Nûr’un ilk Kapısı, 12. Ders.
[7] Samed ismi, Kayyûm ve Rabb isimlerinden meydana gelen “kibriya isimleri” nden ve “zâtî” isimlerden birisidir. (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Lemeat, Tevhidin İki Bürhan-ı Muazzamı, İhlas Suresi Tefsiri kısmı)
[8] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf, 2. Mebhas, Mühim Bir Sual, 2. Nükte.
[9] Mesela: “İşte, faaliyet hakikati içinde tezahür eden rububiyet hakikati, ilim ve hikmetle halk ve icad ve sun' ve ibdâ, nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, kast ve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil, şefkat ve rahmetle it'âm ve in'âm ve ikram ve ihsan gibi şuûnâtıyla ve tasarrufatıyla kendini gösterir ve tanıttırır. Ve tezahür-ü rububiyet hakikatı içinde bedahetle hissedilen ve bulunan ulûhiyetin tebarüz hakikatı dahi, Esmâ-i Hüsnânın rahîmâne ve kerîmâne cilveleriyle ve yedi sıfât-ı sübûtiye olan "hayat, ilim, kudret, irade, sem', basar ve kelâm" sıfatlarının celâlli ve cemâlli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.” (Şualar, 7. Şua, 1. Makam, 19. Mertebe)
[10] Kalîb, Arapça’da, su seviyesi yükselip alçalan kuyu demektir.
[11] Hakim 1/390 ve Dıyau’l-makdisî 8/275 (337), İbn-i Ebî Asım 1/213 (486).
[12] Mücâhid imam, Ahmed ibn-i Hanbel’in gördüğü sâdık rüyada olduğu gibi…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.