Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU

İnnâ lillah…

Geçen yılın başlarında bir sabah bilgisayarımın başına geçtiğimde hemencecik karşıma çıkıveren bir haberle sarsılmıştım. Bir dönem beraber çalıştığımız, sonrasında da kalbî beraberliğimizi hep koruduğumuz, benden sadece birkaç yaş büyük bir ağabeyimin vefat haberini veriyordu. Aynı isimde bir başkası değildi vefat eden; o resim, işte bildiğimiz, kaç vakit aynı odada beraber çalıştığımız güzel insanındı.

Merhum Hamid Can ağabeyin cenaze namazını kılıp defin için mezarlığa gittiğimizde, sadece bir gün önce odamızda onun yanındaki masada oturan bir başka ağabeyimin de yine kalb kriziyle vefat haberini öğrendiğimde, yaşadığım sarsıntının haddi hesabı yoktu. Dünya işte… Hamid Can, Ahmed Özcan demeden; yaşına, işine bakmadan eceli gelenleri alıp gidiyordu ölüm.

“Zamansız ölüm’ diyemedim bu sarsıcı haberleri okuduğumda. Çünkü biliyordum; zamansız ölüm yoktur. Her ölüm, o can için belirlenen zamanda gerçekleşir. Onun bize ‘zamansız’ gelmesi, bizim ölüm gerçeğini dünyamızdan, hatıramızdan, hafızamızdan silme düzeyimizle ilgilidir.

Yine de sarsıcıydı ardı ardına gelen bu iki ölüm. Metrobüs yolunda Edirnekapı-Topkapı arasında bir yerdeki ‘ölüm tehlikesi’ uyarısını ne zaman görsem hatırıma gelen bir gerçeğe, ‘ölüm tehlikesi’nin olmadığı yer mi, zaman mı var diye yaşadığım sorgulamaya rağmen; hayatının bir şekilde kesiştiği bir insana dair ölüm haberleri yine de sarsıyordu insanı. Bu sarsılmalarla, yakînin dereceleri arasındaki farkı da görüyorduk. Meğer, birşeyi ilmelyakîn bilmek ile aynelyakîn görmek arasında ne kadar da büyük bir fark varmış! Aynelyakîn görmek ile hakkalyakîn yaşamak arasındaki farkı da, varın kıyas edin…

Ölümün son tahlilde bir ‘tehlike’ olmadığı; belki ebed tarafına bir geçiş kapısı olduğu idrakine rağmen; hele ki yakın birine aitse, ona dair haberler insanı ziyadesiyle sarsıyor velhasıl.

Bu sarsıntıların birini de geçtiğimiz gün yaşadım. Öğleden sonra, vaktiyle aynı evi paylaştığımız bir kardeşim aradı beni. Bir gazeteci olarak, duyduğu bir haberi teyid niyetiyle arıyordu. Haberi duyunca, teyidini alabileceğimiz web adreslerine yöneldim hemen. Uzun yıllar çalışmış olduğu akademik kurumun web sitesindeki taziye, ikinci bir adrese gerek kalmadan, haberi doğruluyordu.

Bundan onbir yıl önce, 2000 yılında yine bir Haziran ayında tanıştığımız bir isimdi kendisi. Benim gibi neredeyse ‘sosyofobik’ derecede çekingen bir insanın zıddına, son derece girişken biriydi. Konuşmacı olduğu bir toplantıda sorduğum bir sorudan sonra ayaküstü tanışmıştık. Bir veya iki gün sonra, posta kutumda daha detaylı görüşebilme talebini ileten bir e-posta ile karşılaştım. Ertesi sene yaklaşık bir yıl süren Amerika hayatımız için bize davette bulundu bu ilk görüşmemizde.

Amerikan diyarında ise, neredeyse her gün görüşmüştük birbirimizle. Çünkü bizim kaldığımız ev, onun çalışma ofisiyle karşı karşıyaydı.

Bu süreçte, Filistinli bir Müslüman olarak, onu daha da yakından tanıma fırsatı buldum. Hiçbirimiz mükemmel değiliz; o da değildi. Bu anlamda ne zaman gözüme ilişen birşey çıksa karşıma, Filistinli bir çocuk olmanın, Filistinli bir genç olmanın, Filistinli bir insan olarak hayata tutunmanın zorluklarına dair düşünce kareleri birbiri ardınca geçiverdi zihnimden.
Meselâ, bazan hayatta hiçbir şeyi ciddiye almıyor gibi gözükmesi, sıklıkla ironiye ve mizaha başvurması, bu açıdan bakınca, yaşadığı nice nice acıların üstesinden gelebilmek için geliştirilmiş bir stratejiydi muhtemelen. İster Türkiye’den, ister Pakistan’dan, ister Fas’tan, ister başka bir diyardan fark etmez, Amerikan diyarına gelen hiçbir Müslüman öğrenciden esirgemediği ilgi, Amerikan diyarına uyum sağlamış insanların dahi yitirdiği bir hasleti ustalıkla koruyabilmiş olması ve evini çekinmeden insanlara açması, misafir çağırmaktan ve Allah ne verdiyse ikram etmekten aldığı lezzet, genç bir üniversite öğrencisi olarak geldiği Amerika’da ilk elde kimbilir ne zahmetler yaşadığını da düşündürürdü bana. İnsanların yolda gördüğü hemen herkese ısmarlama bir gülücükle ezbere bir selam verdiği, ama ruhların birbirine değmediği bir ülkede, onun evi ve ilgisi, birçok insan için çölde vaha gibiydi.

Merhum İbrahim Abu Rabi’nin bu dünyadaki belki en büyük hizmeti ise, herhalde, akademik dünyanın ilgisini Risale-i Nur’a çekmek oldu. Risale-i Nur’a olan muhabbetine karşılık hiçbir zaman Colin Turner kadar derinlikli surette onun içine nüfuz edemedi belki, ama girişken kişiliği ve iletişim yeteneğiyle SUNY Press ve Blackwell gibi büyük ve prestijli yayınevlerinin Risale-i Nur üzerine akademik kitaplar yayınlamasında çok büyük hizmeti oldu. Aynı şekilde, akademik kuruluşların Risale-i Nur üzerine çalışmalara ve bu konuda çalışabilecek genç akademisyenlere yönelmesinde de…

Mevla, yaptığı bu hizmetini mükâfatlandırsın; rahmetiyle yarlıgasın ve geride bıraktıklarına sabr-ı cemîl ihsan etsin.

Ölümü bir gerçek olarak bilirsek bilelim, yan yana oturduğunuz, beraber yürüdüğünüz, aynı sofrada ekmeği paylaştığınız, beraberce secdeye eğildiğiniz bir insanın ölüm haberi insanı sarsıyor. Allah ona rahmet eylesin; doğup büyüdüğü ama ayrılmak durumunda kaldığı ülkesine de huzur, emniyet ve barış içinde bir hayatı yeniden nasip etsin.

Ruhuna el-Fâtiha…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum