Abdulkadir MENEK
İslam alemi ve Türkiye
İslam dünyası şu rezil 20. Yüzyılı çok büyük acılarla, esaretlerle, katliamlarla, kardeş kavgaları ile geçirdi. İslam dünyasının neredeyse her karış toprağında, Avrupa zalimleri ve Asya münafıkları tarafından organize edilen, finansmanı yine Müslümanların kendi öz kaynaklarından sağlanan ve ustaca sahneye konulan fitne ve fesat hareketlerine sahne oldu.
Şu geçen yüzyılın acıları ve fitnelerini tam anlamıyla yazmak ve bunları bütün dehşeti ile nazarlara sunabilmenin imkânı yoktur. Deccaliyet ve Süfyaniyet fitnelerinin kol gezdiği İslam toprakları, bambaşka bir şekle ve renge büründürüldü. Sinsi ve dessasça yöntemlerle, İslam âlemi ve Müslümanlar, belli bir düşünce ve hayat tarzına yönlendirilmek ve mahkûm edilmek istendi. Maalesef, üzülerek ifade etmemiz gerekir ki, bu konuda çok önemli mesafeler de alındı.
Fakat Allah’a şükür Risale-i Nur hizmeti başta olmak üzere, İslam’ı özüne uygun şekilde anlatmaya çalışan hareketlerin büyük gayret ve fedakârlıkları ile yapılan çalışmaların meyveleri, son yıllarda bütün dünyada yoğun bir şekilde her tarafa ulaştı. İslamiyet’in hakkaniyeti başta Müslümanlar olmak üzere, çok büyük kitleler tarafından anlaşılmaya ve yaşanmaya başlandı.
Bu şuurlanma ve İslam’a yeniden sarılma heyecanı çoğaldıkça, İslam düşmanlarının da gayretleri, hile ve tuzakları artmaya başladı. Müslümanlar oyunu, onların koyduğu kurallara göre dahi oynayıp kazanmaya başladıkça, bu dessas çevrelerde büyük bir panik havası orta çıktı.
Batılılar ve İslam düşmanları, kendi koydukları kuralları dahi çiğnemeye ve yerle bir etmeye başladılar. Çünkü İslam dünyasında şuurlanan ve İslam’a yeniden sarılmaya başlayan Müslümanların, demokratik kurallar çerçevesinde meselelerine sahip çıkması ve ülkelerinin kaynaklarını kendi halklarının menfaati için harcamaya başlaması, sömürü hortumları kesilen sömürgeci zihniyeti, adeta çileden çıkmaya yetti.
Son yıllarda özellikle Türkiye’de siyasi ve ekonomik anlamda çok önemli ve kayda değer gelişmeler yaşandı. Ekonomik olarak gayrı safi milli hasılasını dörde katlayan bir ülke olarak Türkiye, İslam ülkeleri ile de yakından ilgilenmeye ve yardım elini uzatmaya başladı.
Bu süre zarfında, gerek direk hükümet kanalıyla, gerekse yardım kuruluşları ve sivil toplum kuruluşları marifetiyle. Türkiye, Müslümanların yaşadığı elliden fazla ülkeye önemli miktarda yardım elini uzattı ve önemli katkılarda bulundu.
Bu yardım ve yakınlaşma gayretleri, yüzyıldır çaresizlikten dolayı yönlerini Avrupa ve ABD’ye çevirmiş İslam ülkelerinin yavaş yavaş Türkiye’ye yönelmesinin kapılarını araladı. Bu durum, yeniden yakınlaşma ve kardeşlik duygularının filizlenmesine yol açtı.
Bu çerçevede, İslam ülkeleri ile Türkiye arasında ticari, kültürel, ekonomik ve sosyal ilişkiler, çok önemli oranda gelişti. Osmanlı Cihan Devleti tecrübesini yaşamanın ve hilafeti dört yüz yıldı aşkın bir süre ile temsil etmenin vermiş olduğu ağırlık ve sorumluluk neticesi olarak Türkiye birçok konuda inisiyatif yüklenmeye ve karar verici merciler arasında bu misyonuna yakışır şekilde öne çıktı.
Bu yeni vizyon çerçevesinde, Türkiye birçok konuda yıllarca dost diye isimlendirdiği ve müttefiki olan Batı’lılara danışmadan kendi başına bazı kararları almak ve bazı hamlelerde bulunmak durumunda kaldı. Böyle bir durum, yüz yılı aşkın bir zamandır kaynakları sömürülen ve adeta bütün önemli kararları bazı Batı mahfillerinden alınan İslam Dünyasının yeniden kendi meselelerine sahip çıkma iradesini ortaya çıkarmak için iyi bir fırsat oldu.
Çok üzücü bazı gelişmeler yaşanmakla birlikte, İslam ülkelerinde son yıllarda diktatörlüklere karşı verilen mücadelenin, bu gelişen yeni durumdan bağımsız olarak ele alınması mümkün değildir. Mısır gibi Afrika kıtası ve İslam dünyası için kilit konumunda bulunan bir ülkede sahneye konan Batı destekli, çirkin, ahlaksız ve insanlık dışı senaryo, elbette bu önemli gelişmelerden duyulan korkunun neticesidir.
Bu yeni durumun, böyle önemli gelişmelerden zarar gören ve yaptıkları projeksiyonlarla gelecekte daha büyük zarar görme durumunda olan bazı ülkeleri rahatsız etmemesi elbette mümkün değildi. İşte Taksim Gezi Parkı’nda açık ve aleni bir dış destekle ve çok masum gerekçelerin arkasına saklanarak sahneye konan çirkin tezgâh, bu milletin engin sağduyusu ve hükümetin cesur ve kararlı tutumu sonucu geri püskürtüldü.
Fakat burada herkesin müttefik olduğu bir konu vardı. Mesele, Gezi Parkı ile bitmeyecekti. Yeni bazı oyunlar ve senaryolar uygun zamanlarda sahneye konacaktı. Dış bağlantılı bu çevreler, Taksim’deki çirkin tezgâhta sessiz kalanlar ve bu duruşları ile burada yapılan çirkin provokasyona dolaylı olarak destek verenlerle beraber, Aralık ayının ikinci yarısından itibaren sahneye koydukları yeni bir oyun ile yarım kalan işlerini bitirmeye çalıştılar.
Bu sefer meseleye bir kez daha, masum gerekçelerin halkı tereddütte sokacak kılıfı giydirildi. Bu vatanın evlatları elbette yolsuzluk ve rüşvete rıza göstermeyeceklerdi. Bu dalga ile maksatlarına ulaşmaya çalışacak ve Türkiye’yi seçim öncesinde istikrarsızlığa sürükleyerek büyük bir kaosun içine atacaklardı. Kamuflaj ustaca hazırlandı, zamanlama çok güzeldi. Mısır’da askere yaptırdıklarını, Türkiye’de askerden umutlarını kestikleri için yargıya yaptıracaklardı.
Hatta bu tezgâha karşı çıkanları, suçlayacakları klişeleri de hazırdı: ‘’Sizler yolsuzluklara destek mi veriyorsunuz.’’ Henüz hiçbir mahkeme kurulmadığı, karar alınmadığı halde, medyaya servis edilen bilgilerle bir algı oluşturulmaya çalışıldı. Hukukun en temel kurallarından birisi olan ‘’Masumiyet karinesi’’ aleni bir şekilde çiğnendi. Bütün gayretlerine rağmen, halk bu sefer çok uyanık çıktı. Meselenin öyle anlatıldığı gibi olmadığı halkın büyük bir kesimi tarafından kısa bir süre içinde anlaşıldı.
Savcıların, gözaltına alınan şahıslara karşı tutumu eğer doğru ise, hukuk adına tam bir facia yaşanmıştır. Suçlama ile ilgili olarak toplanan çuvallar dolusu delillere bakılmadan, gözaltına alınanlar hakkında tutuklama talebinde bulunuldu. Gözaltına alınanlar üzerinden Başbakan’a kadar götürülmek istenen bir suçlamanın tehdit ve tekliflerinin yaşandığı ısrarla ifade edilmeye başlandı.
Elbette 17 ve 25 Aralık operasyonlarını ile meselenin biteceğini kimse ifade etmiyor. Bu hamur çok su götürecek veya tabiri caizse güç kavgası daha uzun süre devam edecek. Bunun en önemli neticelerini ve etkilerini ve muhtemel sonuçlarını, 30 Mart 3014 tarihinde yapılacak yerel seçimlerde nasip olursa hep birlikte göreceğiz.
Fakat her şeye rağmen şunu belirtmemiz gerekiyor. Bu kavganın bir galibi olmayacak. Bu yolda galip, her hal-ü karda mağlup sayılacaktır. Her ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın, bu tatsız ve dramatik kavgadan, bu ilkede yaşayan ve yıllarını çok zor şartlarda iman ve Kur’an hizmeti ile geçiren insanlarımız çok büyük zarar görecek ve bu büyük üzüntü onlarca yıl etkisini göstermeye devam edecektir..
Bu arada çok çirkin bazı dezenformasyonlara ve etik dışı algı oluşturma çalışmalarını da üzülerek müşahede ediyoruz. Kırıkhan’da elli iki kişinin öldürüldüğü büyük patlamanın ardından bir hafta olay yerine gitmeyen bir savcının, Suriye’ye MİT’in kontrolünde yardım götüren bir TIR’ı aramak için gece yarısı apar topar yollara düşmesi de manidardır.
Devletin en önemli kurumlarından birisinin himayesinde Suriye’ye silah götürüldüğü ve böylece Türkiye’nin dünya nezdinde ‘’teröre destek veren bir ülke olarak anılması’’ algısını meydana getirmeye dönük teşebbüslerden, elbette öncelikle hükümet ve sonra da bütün bir millet olarak hep beraber zarar göreceğiz.
Kilis ile birlikte altı ilde yapılan ve İHH-İnsani Yardım Vakfı’nın hedefe konulduğu operasyonların da bazı gazetelerde ‘’El Kaide Operasyonu’’ olarak verilmesi ve bu haberlerde İHH’nın tabelalarının kullanılması da aynı algıyı oluşturmaya dönük bir başka teşebbüs olarak yorumlandı. İsrail, Mavi Marmara organizasyonunu yapan İHH’yı elbette unutmayacak.
Dünya kamuoyunda Türkiye Hükümeti tarafından izlenen çok kararlı bir politikanın neticesinde çok zor durumda kalan ve özür dilemek zorunda bırakılan İsrail’in, bu olayı unutması da elbette mümkün değildir. Suriye’ye insani yardım götüren kuruluşların başında gelen İHH’nın bu şekilde yıpratılması ve gözden düşürülmesi ile elbette birçok amaca birden hizmet etmenin hesapları bu çevreler tarafından yapılmış olmalıdır.
Konu ile ilgili olarak çok şey yazılabilir. Meseleyi bu yazımızda bir genel değerlendirmeye tabi tutmak istedik. İşin uzmanları, burada kısaca belirttiğimiz birçok mesele ile ilgili olarak zeminlerinde spesifik değerlendirmeler yapmaktadırlar.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür. Türkiye’nin zor durumda bırakılması, yeniden ekonomik ve siyasi zorluklarla karşı karşıya bırakılması, İslam âlemi ile ilgili olarak emel ve kirli maksatları bulunan birçok ülkenin ortak faydasına olacaktır.
Hem geçmiş tecrübelerin ışığında ve hem de son birkaç yıldaki önemli atılımların getirdiği avantajlara bakarak, Türkiye’nin sadece Türkiye’den ibaret olmadığını söylememiz gerekiyor.Türkiye bütün İslam âlemi için çok önemlidir ve adeta bir lokomotif vazifesi görmektedir. Bu lokomotif çalışamaz duruma getirildiği zaman, bütün İslam âlemi çok büyük zarar görecek ve hep beraber bir kez daha hayal kırıklığına uğrayacağız.
İslam âleminin hilafetin son merkezi olan Türkiye’ye son yıllarda bağladığı ümitleri canlı tutmak için üzerimize düşen görevleri hep beraber yapmak zorundayız. Bu ümitlerin söndürülmesini elimiz kolumuz bağlı olarak seyredersek, bunun manevi mesuliyetinin altından kalkmamız mümkün olmayacaktır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.