Erdem AKÇA
İslam Tarihinde Ekonomik Kaynak Kullanımı ve Ehliyet Mefhumu-2
İnsan Kaynaklarının Değerlendirilmesi ve Eğitim Müesseseleri
Hz. Peygamber (ASM) kendi döneminde kurduğu Suffe Ashabı modeliyle Mescid-i Nebevi’yi dünyevi ve uhrevi konularda bir öğretim medresesi ve bir eğitim tekkesi haline getirmiştir. Hz. Peygamber Suffe Ashabı’nın hem üstadı, hem mürşidiydi. Üstadiyet yönüyle, kişileri yeteneklerine göre çeşitli sahalarda ehliyet sahibi kılıyor, mürşidiyet yönüyle de onları terbiye ederek görevlendirilecekleri makamlar için liyakate eriştiriyordu. Liyakat, makamı kötüye kullanmayı engelleyen bir iç terbiyeye dayanır. Bu manada liyakatsiz ehliyet, kurda kuzuyu teslim etmek gibidir. Ehliyet ve liyakatin birleştiği bir siyasi idareye “râşid hilafet” denilir. Bu idarenin hilafet cephesi, ilim ve ehliyete; râşidiyet yönü ise rüşd ve liyakate dayanır. Ehliyet ve liyakat ayrıldığında, müstebid kurtlar başa geçerler. Emevi saltanatı döneminde Yezid ve Velid örneklerinde bu acı hakikati Harre vak’ası, Kerbela faciası ve diğer kanlı hadiselerde görebiliyoruz.
Hz. Peygamber (ASM), Suffe Ashabı’nı yeteneklerine göre yetiştirmiştir. Hafıza yönü kuvvetli olan Ebu Hureyre’yi (RA) ilim ve hadisler konusunda desteklemiş ve açmış; sır tutma ve ketumlukta zirve olan Huzeyfe bin Yeman’ı (RA) kendisine sır katibi ve istihbarat uzmanı yapmıştır. Bunu Hendek savaşında düşmandan haber almak için Hz. Huzeyfe’yi (RA) göndermesinde görebiliyoruz. Abdullah ibn-i Mesud’u (RA) Kur’anı derinlik ve bütünlüğüyle öğrenme ve öğretme konusunda; hadisleri yazarak kaydeden Abdullah bin Amr bin As'ı (RA) din konusunda bir arşivci olarak yetiştirmiş ve sonraki nesle birer rehber haline getirmiştir. Ki İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin mensubu olduğu Kûfe Ekolü, bütün fıkhî fetvalarını Abdullah bin Mesud’un (RA) yetiştirdiği Alkame bin Kays gibi talebeler kanalıyla Hz. Peygamber’e (ASM) dayandırıyorlar. Bu durum Hz. Peygamber’in (ASM) izlediği eğitim ve öğretim stratejisinin ne kadar başarılı ve basiretlice olduğunu gösterir.
Hz. Peygamber (ASM) sonrası dönemde İslam dünyası Kûfe ve Basra ekolleri ile, dinî hayatın bütün cephelerini düzenleyecek bir hukuk ve fıkıh geliştirmiştir. Hanefi ve Mâlikî fıkhı ile şehir hayatını; Şafii ve Hanbelî fıkhı ile köy ve kırsal kesim hayatını bir düzen altına almıştır. İtikadi konularda ise, şehir insanlarının düşünce ve inanç dünyasını Maturidî tespitleriyle düzenlediği gibi, köy ve kırsal kesim itikadını de Eş’arî tespitleriyle tanzim etmiştir. Bu itikadi ve ameli mezhepler halkın inanç ve yaşam dünyasını düzenlemeye kafi gelmiştir.
Siyasi sahada ise önce liyakat ve ehliyet ayrılmış; ehliyetin de ortadan kalkıp zulmün hâkim olmaya başladığı durumlarda Kader-i İlahi iktidarları sebepler eliyle tokatlamıştır. Abbasilerin Emevileri tokatlamasında, Hülagü’nün Abbasilerin kanını akıtmasında; Osmanlıların Memlukleri ve nihayetinde Hıristiyan dünyanın Osmanlı saltanatını yıkmasında Kaderin tokatlarını müşahede etmekteyiz. Ehliyetin ne derece kaybedildiğine bir numune olarak tarihi kaynaklarda aktarılan Mısır fatihi Yavuz Sultan Selim ile Memluk kralı Tomanbay arasında geçen şu konuşmadır:
Yavuz Sultan Selim der ki:
-“Askerlerimin kahramanlığı karşısında senin ordun mağlup oldu.” Bunun üzerine Tomanbay der ki:
- “Hayır. Mağlubiyetimizin sebebi senin askerlerinin kahramanlığı değil, kullandığınız top ve tüfenktir.” (Mısır ordusu Mercidabık ve Ridaniye’de, kılıç ve kalkan ile savaşa katılmıştı.) Bunun üzerine Yavuz Selim şöyle der:
-Kur’anda Allah: “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen hayal gibi hızlı binekler hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'’n bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz” buyuruyor.[1] Neden düşmanına mukabil bir kuvvet hazırlamadın, diye sorunca cevap sükut olmuştur.
Oysaki Hz. Peygamber (ASM), Uhud savaşında yalnızca Mekkelilere karşı savaşıp mağlup olmasına rağmen Hendek savaşında bütün saldıran kabilelere karşı savunma harbi yapmış; bulunduğu bölgede bilinmeyen bir savaş stratejisi yurt dışından ithal ederek savaştan çok az zayiat ve muhteşem bir zaferle galip çıkmıştır. Hz. Peygamber’e (ASM) bu stratejiyi öğreten ise, İranlı bir Müslüman olan Selman-ı Fârisî’dir (RA).
Osmanlı’nın yükselişinin sebebi ehliyet ve liyakatin belirli bir derecede birleşmesiydi. Orta Çağı, Yen Çağ’a dönüştüren İstanbul’un fethini sağlayan ilim ve tekniğin getirdiği güç ve stratejik imkanlardı. Fatih’in İtalyan top ustasına döktürdüğü şâhî topları Sünnet-i Seniyye’nin bir uygulaması olduğu gibi, kendisinin havan topunu icad edecek derecede fen ve tekniğe vukufiyeti, karadan gemileri Haliç’e indirtecek derecede askerî dehası ve stratejik keşifleri Hz. Peygamber’in (ASM) görmek istediği ideal bir devlet başkanı imajını yansıtmaktadır. Ki bu imaj, 850 yıl öncesi döneme aksetmiş, Hz. Peygamber (ASM) Onu ve azimli ordusunu “Ne güzel emir, ne güzel ordu”[2] diye tebcil etmiş ve haber vermiştir.
Ekonomik Hayat ve Kalifiye Eleman İhtiyacının Karşılanması
İslam âleminde aktif şekilde cereyan eden ticari faaliyetler kalifiye eleman ihtiyacını doğurmuştur. Bu ihtiyacın müesseseleşmiş şekilde teminini sağlayacak çeşitli kurum ve kuruluşlar Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde kendilerini göstermişlerdir. Anadolu’nun fethi ve sonrasında kurulan beylikler ve devlet döneminde ticari sahada İslamiyetin hakimiyeti için Fütüvvet ve Âhilik teşkilatı temel rol oynamıştır. Bu iki teşkilat, tasavvufi kavramlara dayanmakta, İslam tüccarlarının hem ehliyet sahibi hem ahlak ve edebiyle de liyakat sahibi olgun bir ferd haline getirilmesine çalışmaktaydı. Büyük mutasavvıf Abdurrahman es-Sülemî fütüvveti şöyle tarif eder:
“Fütüvvet, bir kimsenin, başkalarının hak ve menfaatlerini kendi hak ve menfaatinden üstün tutması, başkalarına katlanması, hatalarını görmezlikten gelmesi, özür dilemeyi gerektirecek davranışlardan sakınması, kendini aşağılarda, başkalarını ise yükseklerde görmesi, sözünde durması, sadakat göstermesi, olduğundan başka türlü görünmemesi, kendini başkalarından üstün saymamasıdır.”[3] Bu prensipler sağlıklı bir sosyal ve ticari hayat için olmazsa olmaz ilkelerdir. Hicrî 3. Yüzyıl itibariyle fütüvvet anlayışıyla İslam âlemi içinde esnaf birlikleri teşekkül etmeye başlamıştır. Fütüvvet ülküsünün, İslâm’ın yayılmasına paralel olarak Suriye, Irak, İran, Türkistan, Semerkant, Endülüs, Kuzey Afrika ve Mısır’da esnaf ve sanatkârlar arasında yaygın olduğu bilinmektedir.[4]
Fütüvvetten etkilenen Âhîlik teşkilatını ise Âhî Evran diye bilinen Evhadüddin Kirmanî Hicri 7. Yüzyılda Anadolu’ya getirmiş ve kurmuştur. Âhîlik, Arapça’da “kardeşim” manasına gelen “âhî” kelimesine dayanır. Bu manada Âhîlik teşkilatına girip teşkilat başındaki şeyhin irşad ve terbiyesi altına giren bütün tüccarlar bir ailedirler. Her bir âhi tüccarı diğerine ailesinin bir ferdi gibi bakmakta, bu sayede nefis ve benliklerin sebep olduğu soğuklukları ortadan kaldırmakta, teşkilatın sosyal ve kudsi havuzunda bencilliklerini eritmekteydi.
Tarihi kaynaklar Âhilik sisteminin yapısı hakkında şöyle bilgi vermektedir:
“Ahîlik bünyesi içindeki esnaf birlikleri ustalar, kalfalar ve çıraklardan oluşuyordu. Çıraklıktan itibaren birlik içinde yükselmek için meslekî ehliyet ve liyakat şarttı. Çıraklar mesleği çok iyi öğrenmedikçe dükkân açamazlardı. Esnaf ve dükkân sayıları, iş aletleri ve tezgâhlar sınırlandırıldığı gibi ihtiyaca göre mal üretimi de esastı. Osmanlı döneminde esnaf birliklerinin idare tarzına çok önem verilmişti. Sanat erbabı içinde en dürüst ve en çok saygıya değer olan, muhtemelen yaşça da önde bulunan bir üstad teşkilâtın reisi olup kendisine ahî deniyordu. Bunların zenaat mensupları üzerinde bir şeyh gibi nüfuzu vardı. Ayrıca esnaf arasındaki inzibatı temin eden ve yiğitbaşı yahut server denilen bir ikinci reis bulunuyordu. Bir şehirde mevcut zenaat şubesi sayısı kadar olan ahîlerden birisi diğerlerine reis oluyor ve buna ahî baba adı veriliyordu. Ahî babalar, genellikle Kırşehir’deki Ahî Evran Tekkesi’ne bağlı olan şeyhler ile bunların çeşitli illerdeki vekilleri idi. Büyük âlim ve mutasavvıf Şeyh Edebâli de ahî şeyhlerinden olup Osman Gazi ile sıkı ilişkiler kurmuş ve kızını onunla evlendirmişti.”[5]
Ahîlik teşkilatına katılan bir kişinin sahip olması gereken belirli özellikler bulunuyordu. Bunlar dürüstlük, güvenilirlik, affedicilik, tevazu sahibi olmak, kardeşlerine nasihatta bulunarak onları doğru yola sevk etmek, cömertlik ve tövbe idi. Teşkilat üyelerinden birisi için şarap içme, zina etme, yalan söyleme, gıybet ve hile yapma meslekten atılmaya sebep olan suçlardı.[6]
Âhilik teşkilatına sadece Müslüman tüccarlardan katılabilmekteydi. İstanbul’un 1453’te fethedilmesiyle Âhîlik teşkilatı yerini Lonca Teşkilatına bırakmak zorunda kaldı. Çünkü Osmanlı Devleti’nde değişen iktisadi yapı ile birlikte sermaye birikiminin oluşmaya başlaması ve sınırların genişlemesi ile Müslüman olmayan toplulukların da Osmanlı ticaretinde yer alması Türklerin egemen olduğu Ahilik Teşkilatı’nı yetersiz kılmaya başlamıştır. Azınlık esnafının taleplerinin de artması ile birlikte Ahilik Teşkilatı yerini Lonca Teşkilatı’na bırakmıştır. (Güvemli, 1998: 69).
Lonca teşkilatı ticari hayat için gerekli kalifiye eleman yetiştirme noktasında Âhîlik teşkilatının devamı mahiyetinde olarak 18. Yüzyıla kadar hizmet görmüştür. Fakat Osmanlı Devleti’nin topraklarının büyümesi ve kendi sınırları içerisine çok sayıda Yahudi ve Hristiyan esnafı olması ile birlikte Lonca Teşkilatlarında olan Müslüman-gayrimüslim ayrımını yapmak güç hale gelmeye başlamıştı. Bu nedenle 18. yüzyıl itibari ile Osmanlı Devleti “Gedik Teşkilatı” denilen yapıyı oluşturmuştur.
Gedikler Teşkilatının başlangıç tarihi 1727’dir. Herhangi bir din ayrımı yapmaksızın ortaya konulan gediklerin eski örgütlenmelerden büyük farkı bulunmamaktaydı. Yalnızca eski esnaf teşkilatının eksik yönlerini tamamlar nitelikteydi.
Gedik sistemine ilk dönemlerinde ustalık adı verilmekteydi. İlerleyen dönemlerde ustalık terimi yerini zanaat aletlerini kasteden gedik kavramına bırakmıştır. Bir esnaf icra ettiği sanatı bırakıp sahip olduğu ustalık hakkını yetişmiş bir kalfaya verdiğinde usta aynı zamanda zanaat aletini de kalfaya vermiş bulunmaktaydı.
Gedik, ticaret ve zanaat faaliyetlerini gerçekleştirebilme yetkisine sahip olmayı ifade etmekteydi. Yetişen kalfaların ellerinde imtiyaz fermanı belgesi olmaması durumunda ticaret ve zanaat yapabilme hakları bulunmamaktaydı. Yani, gedik sahibi olmayan esnaf, dükkân veya atölye açamamakta ve ticaret yapamamaktaydı. Ahi Birliklerinde esnafa yetki Ahi kurulları tarafından verilirken; gediklere verilecek izin gibi her türlü konudan devlet sorumluydu.
Gedikler, müstakar ve havai olmak üzere ikiye ayrılmaktaydı. Müstakar gedikler; dükkân, atölye, mağaza gibi yerler dışında sanat ve/veya ticari faaliyet yapamamaktaydılar. Bu kişiler resmi soruşturmaya tâbi tutulurlar ve “gedik senedi” almak zorundaydılar. Havai gedikler ise, bireylere özgüdür ve bireyler istedikleri şekilde sanatlarını ve/veya ticari faaliyetlerini gerçekleştirebiliyorlardı.
Tarihi süreç içinde görüldüğü üzere meslek edinme ve meslek etiği kazanma konusu her toplumu ve her dönemi ilgilendiren bir konu olarak öne çıkmıştır. Farklı isimler altında, benzer özellikler sergileyerek günümüze ulaşmış, kişisel ve sosyal bir ihtiyaç olarak devam etmektedir ve gelecekte de devam edecektir.
Mesleğe alınma, meslekte yetişme ve ilerleme usulleri ve meslek etiği konusunda Gedik Teşkilatı, Lonca Teşkilatının devamı şeklindeydi.
Tanzimat Fermanı’nın ilanı ve yabancı devletler ile yapılan ticaret anlaşmaları sonrasında tekelciliğin; sanayinin ve ticaretin gelişmesini engellediği, bu nedenle devletin artık tekelcilik ve gedik uygulamalarına son vermesi gerektiği kararlaştırılmıştır. Bu doğrultuda, 17 Haziran 1861 yılında Osmanlı padişahı Abdülmecid’in fermanı ile ticaretteki gedik kuralları tam anlamıyla kaldırılmıştır. Bununla beraber esnafın kendi varlıklarını devam ettirmeleri ve ticari hayatın sürekliliği için esnafın şirketleşmeleri teşvik edilmiştir.
[1] Enfal suresi, 60.
[2] Ahmed b. Hanbel (v. 241/855)'in Müsned'i ve bizzat Buhârî (v. 256/870)'nin et-Târihu'l-Kebîr ve et-Târihu's-Sagîr'i, Ibn Ebî Hayseme (v. 279/892)'nin Kitâbu't-Târih'i, Bezzâr (v. 292/905)'in Müsned'i…
[3] Sülemî, s. 183, 436, 461, 511; Kuşeyrî, s. 474
[4] DİA, “ Fütüvvet ” maddesi.
[5] DİA, “ Âhîlik ” maddesi.
[6] A.g.e.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.