Metin KARABAŞOĞLU
İstifadeden istismara yolculuk
Muteber bir ismin veya eserin maruz kalabileceği belki en büyük felâket, sahip olduğu itibarın birilerince ‘kullanışlı bir zemin’ olarak görülmesidir. Böyle bir bakış, ilgili isim veya eserden ‘istifade’nin ötesinde bir temasa yol açar. Sonuç, ‘istifade ediliyor’ zannettiğimiz ismin veya eserin, esasen ‘itibarından’ istifade ediliyor olmasıdır. Kısacası, istimal, suiistimal ve istismar diye uzayıp giden bir yanlışlar silsilesidir ortadaki...
Bütün bunlar, muteber ismin yaptığı veya muteber eserin söylediği ile insanların onlardan çıkardıkları veya onlara dayandırdıkları arasında giderek büyüyen bir mesafeyi getirir. Öyle ki, muteber isim veya eser A söylemişken, bundan Z sonucu çıkaranlar dahi vardır. Onun ‘belki’sinden ‘mutlaka,’ ‘hayır’ından ‘evet,’ ‘asla’sından ‘kesinlikle’ sonucu çıkaran garip yorumlar ve yaklaşımlar dahi dolaşır ortalıkta.
Durumun o kadar vahim olmadığı örneklerde dahi, muteber ismin ve eserin söylediği ile kişilerin onlara ‘söyletmek istediği’ yine de farklı şeylerdir. O şeyi söyletmek, kendini o muteber isme veya esere doğrulatmak için ise, birçok şey feda edilir, ihmal edilir, gözardı edilir, heder edilir. Böyleleri, ilgili kişinin hayatındaki seyre veya ilgili eserdeki bütünlüğe nazar etmezler meselâ. O hayattan veya o eserden, sadece kendileri için ‘işe yarar’ görülen kısımları seçer, ışığı sadece onlara tutar, aynaya sadece onu yansıtırlar. Üstelik, muteber ismin hayatının veya muteber eserin metninin taşıdığı tutarlılık, tecrübe veya muvazenenin bertaraf edilmesi pahasına yaparlar bunu.
Netice, anlamın buharlaşması, tutarlılığın kaybı, yol gösterenin yol doğrulayıcı konumuna indirgenmesi, kitaba uymanın yerini kitabı kendisine uydurmanın alması gibi bir sürü felâketin ortaya çıkmasıdır.
Aynı eserden, birbirinin zıddı bin türlü mânâ… Aynı kişiye atıfla, birbiriyle çelişen ahlâklar ve davranışlar.
Kişilerin kendi duruş veya fikirlerine itibar devşirmek için atıfta bulundukları mecrayı tutarsız eylemler veya çelişik sözler toplamına indirgeyen böylesi bir tutum, bir esere veya isme gerçekten hürmet edenin yöneleceği bir tavır elbette değildir, olmamalıdır.
Ama nerede bir muteber isim ve eser varsa, bu muhakkak gerçekleşir.
Mevlânâ’yla telifi imkânsız türlü-çeşit Mevlânâcılığın zuhuru bu sebeptendir meselâ.
Şahsen, Bediüzzaman Said Nursî’nin ve eseri Risale-i Nur’un da, benzer bir felâkete maruz kaldığı kanaatindeyim.
Onu Türkçülüğüne âlet etmeye çalışanlar ile Kürtçülüğüne âlet etmeye çalışanların beraberce varlığı, bunun en açık örneklerinden biri. İnsanın kendi küçük âleminde ‘ene’yi büyük âlemde tabiat gibi ‘tağut’lardan olarak tahlil ettiği “Ene” bahsinde milliyetçiliği ben asabiyetinin biz asabiyetine dönüşerek daha da dehşetli bir şekle bürünmesi olarak okuyan, Mesnevî’sinde “Asabiyet-i câhiliye birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur. Bunun için milliyetçiler milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar” diyen Bediüzzaman’a atıfla milliyetçiliğine güzelleme yapanların gerçekten bu sözüyle Bediüzzaman’ı anladıkları ve sevdikleri ne kadar söylenebilir?
Olan Bediüzzaman yerine olmasını istedikleri Bediüzzaman’dır onların gözündeki… ‘Söyledikleri’yle değil, kendisine ‘söylettikleri’yle değerlidir onlar için Bediüzzaman.
Keza, onu Yeni Said’e dönüşümündeki belki en kritik eşiğin “Eûzu billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti” diyerek gerçekleştirdiği istiaze olmasına ve Yeni Said olarak siyaset hakkında ortaya koyduğu hükme ve ölçülere rağmen, müzmin yandaş veya müzmin muhalif siyasetlerine dayanak arayanların elinde onun hayatının ve eserinin sürekli o tarafa da, bu tarafa da çekiştirilip duruyor olması da bunun bir diğer delili değil midir?
Üretilip geliştirilen ve çokça tekrarlandığı için neredeyse herkes tarafından işin aslı gibi algılanır hale gelen ‘Üçüncü Said dönemi’ açıklamaları da istifadeyi aşan ‘istimal’in siyasetle de irtibatlı bir örneğidir. Bu söyleme bakılsa, tek parti döneminde içe kapanmış ve iman hizmetine sarf-ı nazar etmiş Bediüzzaman, 1950’de Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla birlikte yeniden sosyal ve siyasî alana yönelmiş bir Üçüncü Said olarak karşımıza çıkmıştır. Halbuki, Bediüzzaman’ın Afyon hapsi şartlarında, muhtemelen 1948 veya 1949’da tek bir yerde kullandığı ‘Üçüncü Said’ kavramlaştırması, bu ifadeye yüklenen anlamın tam zıddı bir duruşa işaret etmektedir:
“Aziz, Sıddık Kardeşlerim! İki-üç defadır ehemmiyetli bir hâlet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene evvel İstanbul’da beni Yûşa Dağı’na çıkarıp İstanbul’un, Dârü’l-Hikmet’in câzibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp, hatta İstanbul’da bulunan Nurun birinci şâkirdi ve kahramanı olan merhum Abdurrahman’ı dahi zaruri hizmetimi görmek için de yanıma almaya müsaade etmeyen ve Yeni Said mâhiyetini gösteren acîb inkılâbat-ı ruhînin bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış. Üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum. Demek Nurlar ve kahraman şâkirdleri benim vazifelerimi yapacaklar, daha hiç ihtiyaç kalmamış…”
Burada Bediüzzaman, Risale-i Nur’un telif ve neşri büyük ölçüde tamamlandığı ve Risale-i Nur’la ifa etmek istediği iman hizmeti çok yerlere ulaşıp çok ellere kavuştuğu için artık dünyayla hiç alâkası kalmamış, ‘bütün bütün dünyayı terketmiş’ bir ‘Üçüncü Said’in zuhuruna bir işaretten söz ederken, dillerde dolaşan ‘Üçüncü Said dönemi’ söylemlerinin bu tanımlamanın muradının tam aksi bir yöne işaret etmektedir.
Böylesi tutumlar, insanın hatırına şu düşünceyi getirir: Kişilerin, zaten edindiği bir kanaat, tutturduğu bir çizgi mevcuttur. Kürtçüdür veya Türkçüdür, A partisine veya B partisine meyyaldir, gelenekçidir veya modernisttir, zahirperest veya bâtınîdir, gergin tabiatlı veya sakin mizaçlıdır, avâmperest veya elitisttir; velhasıl, zaten sahip olduğu bir kanaat, mensup olduğu bir duruş, yürüdüğü bir çizgi vardır. Hayatlarında Bediüzzaman ve eseri olmasa da sahip olduğu kanaat, yürüyeceği çizgi budur. Ama Bediüzzaman ve eseri, sahip olduğu itibarla, bilhassa bu itibarın etkili olduğu mecralar açısından kişiye zaten sahip olduğu bu duruşu en rahat biçimde takdim imkânı sunmakta ve hatta başkalarını da bu yöne tazyik açısından elverişli ve kullanışlı gözükmektedir. Bediüzzaman’a kasdetmediğini murad ettirmenin, söylemediğini söylettirmenin sebebi, işte budur.
Bu tutum, dün vardı, bugün de var. Özellikle siyaset alanında, Bediüzzaman’ın söylediği ölçüye uymak yerine, oldukları yere Bediüzzaman’a doğrulatma gibi bir arıza ısrarlı bir şekilde devam ediyor.
Buraya kadar, bir yazı değil, bir yazının girişiydi aslında. Başlarken, kısa bir girizgâhtan sonra, Emirdağ Lâhikası’nda yer alan, siyasetin tehlikeleri hakkında bizatihi bir siyasetçiyi uyaran bir mektuba dair yazacak; o mektuptan ‘istifade nazarıyla’ bakıldığında hemen görülmemesi imkânsız olmakla birlikte ‘istimal nazarıyla’ bakıldığında bir türlü görülemeyen ölçülere dikkati çekecektim.
Yazı Cuma’ya kaldı, şimdilik en azından başlığını duyuralım: “102 numaralı mektup.”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.