Habibi Nacar YILMAZ
Kötülük problemi mi iyiliği görememe körlüğü mü?-3
Hayatın merkezine gücü, kuvveti koyan anlayış, kâinatta hükmeden ve her şeyi kuşatan yardımlaşmayı elbette göremez. Canlıların bazı özelliklerinin olmayışını ya da eksik oluşunu kusur olarak gören akıl, mesela insanın uçamayışını, insanın 'uçma özürlü' oluşuna mesnet olarak mı görecektir? Hâkeza balık yüzüyor ama gezemiyor, balık da o zaman 'gezme özürlü' müdür? Bu anlayışa göre koyun da 'yüzme özürlü'. Halbuki kâinatta her mahluk, bulunduğu ortama göre ve çekemeyeceği hiçbir yük hiçbir canlıya yüklenmeden, yardımlaşma kanunun bir parçası olarak yaratılmıştır. Her mahluk da bu halinden memnundur. Her biri, hangi modeli üstlenmişse onu layıkıyla yapmaktadır. Ara sıra oturmak, kalkmak ve çeşitli vaziyetler almayı ise, o vücut nimeti ile birlikte diğer cihazları kendisine takan iradenin, ona giydirdiği elbise üzerindeki hakîmane tasarrufu olarak görmektedir.
Her bir canlı mükemmel bir tasarımın sonucudur. Yani Cenab-ı Hak her şeye hakkını, müstehakkını vererek onu varlık alemine çıkarmıştır. Hiçbir şey israf edilmemiş, abes yaratılmamıştır.
"Fâtır-ı Hakîm ve Kâdir-i Alîm kemâl-i intizamla her şeyi güzel yaratmış, güzel techiz etmiş, güzel gayelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihat yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor."
Aklı başında olan insan, bunu görüp "Daire-i imkânda bundan daha mükemmel olamaz." derken; esfel-i safilin yolcuları, bu güzel işlere tabiatı, tesadüfü abesiyet dalâleti karıştırmışlar ve çirkin olmuşlardır.
Çirkin olarak mevcudata çirkin bakanlar, ücretini almış bir modelin üzerindeki elbisenin çeşitli vaziyetler alması ve daha güzelleşmesi için oturup kalkmasını ,ona acı çektirmek olarak yorumlamışlardır.
Aynı anlayış, anne karnındaki çocuğun kafasına takılan gözü, ona ihtiyaç takmış, ayağı vücuduna göre ihtiyaç monte etmiş deme hamakatine yuvarlanmışlardır. Anne karnındaki çocuğun hangi ihtiyacı ona göz ya da ayak takabiliri düşünememiştir. Bir yumurtanın içindeki kuşa takılan kanadı, onun hangi ihtiyacı ortaya çıkarabilir? Devamlı gezen bir kertenkelenin ayağı gelişmemiş ve kucaklardaki bir çocuğun ayağı uzamışsa, bunu hangi ihtiyaçla izah edeceksin? Demek bunlar 'ahmakul humakadan daha ahmak' itabını fazlasıyla hak etmiş, fakat sözleri mutantan olduğu için, bir derece kafaları karıştırmayı başarmışlardır.
Kâinatta her şey, bizzat ya da netice itibariyle cemil olan Allah'ı göstermektedir. Yokluktan varlık âlemine alınmamızdan tut ruhumuza; gözümüzden tut güzel ahlakımıza; atom yığınından ibaret kafamızdan ağız yoluyla takılan konuşma kabiliyetimize kadar, bizzat güzel olan şeylerin yanında; çirkin ya da şer gibi görünen, fakat neticeleri itibariyle güzel olan şeyleri de yaratmıştır. Kangren olan bir parmağı, vücudun selameti için kesmez miyiz? Ameliyatlar nice sıhhati netice veren çirkinliklerdir. Tükrüğümüzden tut, boşaltım sistemimize kadar çirkin görünen hangi şey lüzumsuzdur. Kışın yağan kardan ya da yağmurdan zarar görmemiz, onları çirkin yapar mı?Cihadın ülkeyi korumak gibi neticesi ,çirkin görünen bazı ölümlere değmez mi?
Bunun en çarpıcı örneği ise, şeytanın yaratılmasıdır.Evet şeytan şerdir. Ama az önce saydığımız yağmur da kar da ameliyat da mesela bir gübre de şer gibi görünmektedir.Ama neticeleri güzeldir. İşte o güzel neticeler onların yaratılmalarının sebebidir. Çirkinlikleri ise, yaratılma cihetine değil, bizim onları kullanmamızla aldıkları sıfatlardır. Yani gübre onu cebimizde gezdirelim, şeytan ona tâbi olup hayvanlaşalım, yağmur tedbir almayıp ıslanalım, kalem küfrü neşredelim diye yaratılmamışlardır. Bunun böyle olduğunun en büyük delili, gübre ve yağmur sayesinde biten nebatlar, kalemle uyanan gönüller, şeytan sayesinde kazandığımız ebedî saadettir. Sayıların çokluğu ise böyle şeylerde nazar-ı itibara alınmaz. Siz yüzlerce öğrencinin döküldüğü fakat bir İbn-i Sina'yı yetiştiren okulu tercih etmez misiniz? Bir kilo altını kazanmak için, bin kilo kömürü yakmaz mısınız?
Demek karada ve havada yaratılan yüzbinlerce canlının modelinden kesim, güzellik, uygunluk ve mükemmelliğine, ruh ceset uyumuna kadar; bütün canlıların 'dişi erkek' olarak yaratılışından, hayata geliş gidişine kadar, kâinat, birbiri içinde binlerce denge ile örülmüş. Bunların içindeki bu muhteşemliği görmeyen göz, bir böceğin kendi topluluğundan uzakta kalışını, büyük bir vaveyla ile veriyorsa, işte o gözün gördüğünün esas olmadığını, cüz'i olduğunu, bu muhteşem işleyişi görmeye engel olmaması gerektiğini ifade ediyoruz.
Kâinatta ve insanda müthiş bir adâlet tecellisi vardır. Mütecavizler durdurulmuş, âcizler hâkîmane koruyucularla korunmuş, öyle dakik süzgeçler takılmış ki bu sayede kainatta şu gördüğümüz asayiş sağlanmıştır. Bütün unsurlar el ele vererek yardımlaşma örneği sergilemişlerdir. Güneşten tut atmosfere, sekiz milim kalınlığındaki bizi güneşin zararlı ışınlarından korumakla vazifeli ozana kadar, kendini bir çocuğun eline bırakan güçlü deveden öküze, inekten sivrisineğe kadar hangi unsur, bir mücadele sonucu bizim hizmetimize girmiştir ki hayat mücadeleden ibarettir diyelim. Ya da güzellikleri görünür kılan, dolayısıyle güzelliğe hizmet eden bazı çirkinlikleri, kötülük kaynağı görelim.
Kötü ya da çirkin arayan göz, insanın gözünü tepesinde, ağzını belinin tam ortasında, burnunu ense kökünde, ellerini ayaklarının altında mı buldu ki çirkinlik arıyor? insanın tenasüplü yaratılışı, sadece bu maddî cihazları ile ilgili değil elbette. Bu mükemmel tefrişin merkezinde akıl, kalp, vicdan, şuur ve kelâm kabiliyetimizin hangisi eksik bırakılmıştır? Ama ara sıra verilmemiş ya da yerleri değiştirilmiştir. Bu da irâdeyi göstermektedir zaten. Burada asıl olan, bu güzelliğe ve muvazeneye şirki ve dalâleti karıştırmamak ve çirkin olmamaktır.
İnsanın bulaşık elinin bulaştığı yerlerdeki çirkinlikler, elbetteki engellenmeyecektir. Bu imtihan sırrına da sünnetullaha da uymaz. Sen bir sınavda çalışanla çalışmayanın aynı seviyeye gelmesini ister misin? Soruları soran bir öğretmenin, cevapları da ayan beyan vermesinin sonucunun çalışanla çalışmayanı, ter dökenle yan gelip yatanı aynı seviye indirip sıfırlayacağını bunun da hikmete, akla ve fıtrata uygun olmayacağını bilmez misin?
Allah, insanların emek mübâdelesi için koşuşturmaları esnasında, meydana gelen zulümleri durdurmak; onları istikamete, hak ve hakikate sevketmek, ölçü ve tartısında adâleti temin etmek, hak ve hukukların çiğnenmesini önlemek, hayat-ı insaniyeyi istikamet ve itidale çekmek için ise, muhayyer ve şahane serbest bıraktığı iradenin önüne de 'aklı, gadabı ve şehveti' vasata getirecek şeriatlar, hukuklar, hadler va'z etmemiş midir? insanlık tarihi hususen Asr-ı Saadet bunun en canlı örneği değil midir? O vahşi ve âdetlerinde mutaassıp kavim ve kabileler, zulüm ve zorbalıklarını nasıl bırakmışlar ve sair milletlere üstat haline gelmemişler midir?
Demek insanlar birbirine muhtaç fıtratta yaratılmışlardır.Kâinat unsurları arasındaki yardımlaşmadan ders alıp âhenk içinde emeklerini değiştirmek yerine, tagallübü tercih edenlere, Rabbimiz kayıtsız ve seyirci kalmamış, kâinatta hükmeden "âlemin harekât ve sekânatını tanzim eden, sıfat-ı irâdeden gelen tekvinî şeriat" gibi; insanların da emek değişimdeki muhtemel zulümleri önlemek için uymaya mecbur olduğumuz insanın "ef'al ve ahvâlini tanzim eden, sıfat-ı kelâmdan gelen teklifî şeriat" olan Kur'an gönderilmiştir. Bu Kur'an ise tam adalet ve mahza güzelliktir.
Kaderin nakışlarının tedbir ve takdirlerinin hüküm sürdüğü, beşerin bulaşık elinin karışmadığı; hayatın tedbir ve tanziminden, bahar sayfasının güzelliklerine, semanın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzünden denizlerin cuş u huruşuna, bülbüllerin nağamatından kuşların enva-i türleriyle kanat çırpışlarına, balıkların denizdeki cevalanından çiçeklerin latif kokularına, hayvatın muhtelif renk ve fitrattaki yaratılışından dağlarda filizlenen erzaklara, ovalardaki berâkattan bütün güzellik ve hüsünlere çirkin gibi gibi görünen hâdiselerin arkasında hükmeden hemen okuyamadığımız hikmetlere kadar hiçbir şeyde zulüm ve mutlak çirkinlik yoktur.
Hatta en karanlık ve çirkin görünen ölümün de hakiki ve arka yüzüne, rahmet yönüne baktığımızda; hikmetten lem'alar, rahmetten şuaları müşahede de edebiliriz. Evet, felsefe gözüyle baktığımızda, bütün mahlukat insan ya da hayvanat kafile ve kafile büyük bir süratle kaybolurlar. Yani ademe gider, yok olurlar. Kendisinin de o yolun yolcusu olduğunu bildiğinden, teesüründen çıldıracak bir hale gelir. Fakat iman nazarı ile bakan bir mü'min, insanların o cihete gidişleri, seyahatleri adem alemine değil ,göçebeler gibi bir yayladan bir yaylaya intikaldir ve fani menzilden bâki menzile, hizmet çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketinden rahmet memleketine göç etmek olup adem alemlerine gitmek değil diye bu ciheti memnuniyetle karşılar.
Fakat yol esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkatler netice itibariyle saadetlerdir. Çünkü nurânî alemlere giden yol,kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük acı felaketlerin neticesidir. Mesela Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi saadete ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha'nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nail olmuştur. Ve keza rahm-ı maderden dünyaya gelen çocuk, mahut tünelde çektiği sıkıcı ve ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nail oluyor.
Demek görünüşü sıkıntılı ama sonu saadetli olan bir acı ya da sıkıntı,acı ismine layık değildir. Aynı durum başımıza gelen birtakım musibetler, belalar için de geçerlidir. Hem dünya bir han, imtihan ve bekleme salonudur, ebedî değil ki musibetleri ve elemi de ebedî olsun. Hem dünya hizmet yeridir, ücret alma yeri değil ki her halimiz bir ücret alma keyfiyetinde olsun. Siz imtihan salonunda keyf, zevk, safa arar mısınız? Adı üzerinde imtihandasınız. İmtihan yerinde acı da olur, elem de. İmtihan müddetince rahatlık aranmaz. İmtihanı başarıp başarıp diploma aldıktan sonra lezzet ve safaya bakılır. Ahiretteki safanıza yardım eden cefalar da o zaman hoş karşılanır. Çünkü ebedî değil.
Bir yönüyle musibetler bu hayatın cilveleridir. Suyu, tuzu, biberi ve gıdası hukmundedirler. Hakikat noktasında bela ve musibetler, insanı helak etmek için değil, belki safilestirmek, arındırmak, insana âcizligini, kulluğunu, imtihanda olduğunu hatırlatmak için birer vesile olarak bakmak lazımdır.
Şöyle düşünün, bir bu bıçğınız var, gayet güzel ve mükemmel, paslanmaz, çelikten ve kabzası da şahane. Onu mutfakta kullanıyorsunuz ama zamanın akışı, seyri içinde o bıçak keskinliğini kaybetti ve köreldi, iş göremez hale geldi. Hem parlaklığı da azaldı. O bıçağı eski haline döndürmek için ne yaparsınız? Biçakçıya götürürsünüz. Bıçakçı alır onu çarka tutar tabii. Çarka tutarken, o bıçağın canı biraz yanar, kıvılcımları etrafa sıçrar, bıçak feryat eder, bağırır, çağırır, yandım, bittim, mahvoldum der. Ama neticede ne olur? Bıçak bilenir, keskinleşir, güzelleşir, görevini mükemmel yapabilecek bir konuma yükselir. Üzerindeki ataleti atar, parlaklığını kazanır, sorumluluğunu bilir, eski asâletine döner, hizmetini mükemmel icra eder.
Demek nasıl ağacın geleceği adına, dallar budanır.Filizin geleceği adına, tohumlar çürür. Budama ve çürüme zahiren bir acı çekmek, kayboluş gibi görünür. Hakikatte ise binler meyvenin ve çiçeğin gülümsemesi ve geleceğinin mevcudiyetini barındırır. Öyle de insanın çektiği sıkıntılar acıların da birkısmı, dünyada olmak üzere, beka âlemindeki inşası adına yediği çekiç darbelerine benzer. Zahiren budanır, çürür, çekiç yer ama onun adına hazırlanan tuba ağacı, binlerce filiz ve inşa edilen gelecek adına, onlar hiç durumunda kalır.
Herkesin imtihanı kağıdı, sorusu farklıdır ve kendine göredir. Bunda da bir zulüm ve çekemeyeceği yük de yoktur. Sorumluluğun sana verilen kadardır çünkü.
Evet dostlar, bu imtihan dünyasında bize yakışan Allahtan razı olmak, Allah'ın rızasını tahsil etmek olmak değil midir acaba? Ehl-i hakikat olup bu iki mânaya masadak olabilmek için ne kadar gayretimiz var acaba?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.