Himmet UÇ
Mehmet Akif üzerine mülahazalar
1920’de Akif Burdur milletvekili olarak meclise girdi. Akif’in politik tarafı yoktu ama milletvekili seçildi. Onun şahsiyeti bu seçimde en önemli unsurdur, çükü o hep milletini düşünmüştür, bu herkesçe malumdur. Ankara’da ev bulamadı Hacettepe Hastahanesi’nin avlusunda bulunan Tacettin Dergahı’nın şeyhi, tekkeyi Akif’e verdi. Akif bu konuda şöyle der. “Bu iş yanlış oldu, aslında onun postunda ben oturacaktım, meclisteki benim yerimde de o oturacaktı.”
Meclisteki dört yıllık hayatı sessizliktir, zabıtlarda ancak birkaç kelimesi vardı. Bir gün memurların maaşlarının düzeltilmesi konusunda bütçe müzakerelerinde zabıt katibi Osmanlıca olarak memurlar anlamındaki memurin kelimesini, memureyn şeklinde okuyunca Akif’in yerinden seslenerek “memureyn olsa şekerle beslerdik” nüktesi ve hazır cevabı yazılıdır.
Bir gün Akif’i sevmeyen bir milletvekili ona alaylı şekilde. “Mehmet Bey siz veteriner değil miydiniz” diye sorunca hemen ”Evet bir yeriniz mi ağrıyor?” cevabını yapıştırmıştır. O milletvekili iken bilmediği şeye karışmazdı. Öyle bir prensibi vardı.
Onun dört yıl susması İstiklal Marşı çığlığı ile biçimlendi.
O yıllarda Ankara’ya giderken Kastamonu’ya uğradı. Nasrullah Camii hıncahınç doluydu, camiye girdi. Kalabalığı yararak kürsüye çıktı. Ülkenin o zaman içinde bulunduğu durumu özlü ve açık ifadelerle anlattıktan sonra haykırarak şunları söyledi. “Mücahitlerimiz Sevr paçavrasını doğu bölgelerinde yırtmaya başladılar. Bize düşen görev, Anadolumuzun başka yerlerindeki düşmanları denizlere dökmek ve murdar paçavrayı da büsbütün yırtmaktır.”
Akif hem fikir hem de cemiyet adamıydı. Azimli ve vefakardı. Mütevazi idi. Ağırbaşlıydı. Mertti, cesurdu, utangaçtı, dayanıklıydı, dostluğu kuvvetli idi, çok okur çok okuturdu, cahilliğe, hurafelere, taassuba, ahlaksızlığa ve sapıklığa şiddetle karşı idi. Tek kusuru dava adamı olmaktı, sözde ve özde gerçek müslümandı.
Son yılları ve vefatı
Akif, 1923-26 yıllarında birkaç defa Mısır’a gitti geldi. Sonunda 1926 yılından itibaren vefatına kadar on yıl süre ile Mısır’da yaşadı. Ankara’da kurulan ikinci Büyük Millet Meclisi tarafından oy birliği ile kabul edilen görüşe göre; Kur’an-ı Kerim’in Türkçe’ye tercümesi görevi Mehmet Akif’e, tefsiri de Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a verilmişti. Akif kendisine verilen “Kur’an mealini yazma“ görevini Mısır’da yapıyordu. Hatta bir görüşe göre onu orada bitirmişti. Fakat yurda dönüşünde bazı sakıncalar gördü bu yüzden yazdıklarını bir arkadaşına emanet etmişti. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, 1961 yılında yazdıklarını emanet ettiği arkadaşının yakınları tarafından Akif’in vasiyetini yerine getirmesi düşüncesiyle yazdıkları yakılmıştır. Böyle bir vasiyetin var olup olmadığı bilinmiyor.
Akif dinini ve milliyetini samimiyetle seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sahip. Şair ruhunun heyecanlarıyla dalgalanan, edebi bakımdan çok değerli şiirlerin şairi büyük bir Müslüman Türk şairidir. Aynı zamanda istiklal Marşı şairi olduğu için de Milli Şairdir.
Onun vatan sevgisine bakın ki Mısır’da ya da başka bir yerde ölmekten çok korkuyordu. Mısır’da yakalandığı Siroz hastalığının tedavisi ve hava değişimi düşüncesiyle 1935‘te Mısır’dan Lübnan’a, Beyrut’a geçti.
1935 yılında belki hastalığının verdiği bir duyuşla bir fotoğrafın arkasına şu şiiri yazmıştı:
Hepsi göçmüş hani yıldaşlarının hiç biri yok
Sen mi kaldın yalnız kafileden böyle uzak?
Postu sermekse meramın yola serdirmezler;
Hadi gölgenle beraber silinip gitmene bak.
Yine aynı yılda yazdığı şu mısralar sanki hayatının son demlerini yaşadığını hissettiğini ifade etmektedir:
Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim
Ne saadet hani ondan bile mahrumum ben
Daha bir müddet eminim ki hayatın yükünü
Dizlerim titreyerek çekmeye mahkumum ben
Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını
Bana çok görme İlahi bir avuç toprağını.
Böyle duygular içinde bulunan Akif vefakar dostlarının daveti üzerine Ağustos 1936‘da Beyrut’tan Hatay’a geldi. Hatay o zaman henüz Fransız idaresindeydi, Antakya’da bir hafta kadar kaldı. Antakyalı dostu ona Antakya’da bir konferans verdirmek istedise de orada bulunan ve bunu haber alan şer kuvvetler şehir sokaklarında gösteri yaparak konferansa engel oldular.
Antakya’daki son gününde şehri yüksek bir yerden hayranlıkla seyrederken kendisine “Antakya’yı nasıl buldunuz? Burası için bir şey söylemeyecek misiniz?” diye sorulunca muhtemelen Hatay’ın Fransızların yönetiminde olduğunu ima ederek “Havada bir ağırlık var” demiş ve hemen şu dörtlüğü söylemiştir:
Viranelerin yascısı baykuşlara döndüm
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu
Gül devrini bilseydim onun bülbül olurdum,
Ya Rab beni evvel getirseydin ne olurdu?
Ertesi gün Antakya’dan tekrar Mısır’a döndü. Fakat hastalığı onun peşini bırakmadı ve kendi ülkesinde ölme isteğiyle İstanbul’a geldi.
Ne gariptir ki hayatını milletine ve milletinin kurtuluşuna adayan o büyük insanı, o Milli Şairi İstanbul’a gelişinde pek karşılayan olmadı. Ülkeye gelen bir sporcuyu, bir şarkıcıyı karşılayan binler olduğu halde M. Akif’in dönüşünden adeta kimsenin haberi bile olmamıştı.
Ve nihayet 27 Aralık 1936‘da Bayezıt Camii’nin musalla taşında bir tabut vardı. Üstünde ne bir bayrak ne de bir örtü vardı. Cami avlusunda cenazeyi bekleyen şair Mithat Cemal “Bir fukara cenazesi olmalı“ diye düşünmüştü. O anda Emin Efendi lokantasının sahibi elinde bir bayrakla cenazeye koştu sonra yüzlerce üniversiteli ve askeri tıbbiyeli genç birden etrafında peyda oldu, çıplak tabutunu bir Türk Bayrağı ve Kabe örtüsü ile sararak başında nöbet tuttular. Cenaze namazından sonra da defnedileceği Edirnekapı Şehitliğine kadar onu omuzlarında taşıdılar ve mezarının başında da İstiklal Marşı’nı okuyarak defnettiler.
Kimin etkisiyle bilinmez milli duyguları kör ve sağır edilen o zamanın edebi çevrelerinin ve yetkililerinin görmediği, duymadığı, tanımadığı o İstiklal Marşı şairi büyük Akif’in cenazesi bu şekilde Millet Töreni ile, Ümmet-i Muhammed duyarlığı ile ebedi istirahatgahına tevdi edildi.
Çektiği sıkıntılar
Akif, hayatının her döneminde vatan için, millet için sıkıntılar çekmiş benzersiz bir dava adamıdır.
Henüz 15 yaşında babası ölmüştür, iki kere evleri yanmıştır. Gençliğinden itibaren çok az bir gelirle aile hayatını devam ettirmeye çalışması gibi maddi sıkıntılar içinde yaşamıştır. Hatta hayatının son demlerinde “Bela mı kaldı ki dünya evinde görmediğim?“ diyerek çektiği sıkıntıları ifade etmiştir. Hayatı boyunca hep hür düşünerek, dürüst ve doğrucu, hakperest bir insan ve fikir adamı, entelektüel olarak yaşamış, hiçbir hizbe ve partiye yanaşmamıştır. Onun bu tutumu onu her devirde, her siyasi telakkide sakıncalı adam yapmıştır, bu yüzden daima zorluklarla savaşmıştır.
Dergisi defalarca iktidar partisi tarafından kapatılmıştır. Yazılarındaki tenkidlerden dolayı, üniversite hocalığından ayrılmak ve hayatın sonunda sevdiği ülkesinden uzakta, Mısır’da sürgün hayatı yaşamak zorunda bırakılmıştır. Bilfiil 20 yıllık resmi hizmet, bir dönem milletvekilliği ve milli mücadeleye bizzat katılması sonucu, defalarca hak ettiği emeklilik maaşı kendisine verilmemiştir. Bütün bunlara ek olarak da Mısır’da bulunduğu son yıllarda eşinin hep nefes darlığı çekmiş olması ve çocuklarının başıboş kalması ayrı birer sıkıntı kaynağı olmuştur.
Aslında garbın karşısında Şark kalmış bir şairin taçlanabileceği bir tek zirve vardır. O da İstiklal Marşı’nın şairi olmasıdır. Böyle bir adama yapılacak en büyük işkence istiklalinin marşını yazdığı topraklardan uzakta, onu kendi ölümünü beklemeye mahkum etmektir. Bundan dolayıdır ki bugün ölümünü anarken bile Akif’i her düşündüğümüzde biz adı konmamış bir mahcubiyet duyuyoruz. Çünkü cıvıl cıvıl öten o İstiklal bülbülü küstürülmüştür. Acı ve ıztırap çekmiştir. Ne hikmet o dönemler yeni cumhuriyetin bir çok insanı aynı mağduriyetleri yaşamış kimi görevlerle uzaklaştırılmış, kimi ülkesini terketmek zorunda kalmıştır. Yakup Kadri elçilikle Yahya Kemal yine elçilikle uzaklaştırılmış, Halide Edip ülkesini terketmek zorunda kalmıştır. Çok soru işaretleri olan bir dönemdir. Ne hikmetse bu ülkede devletin, kültürün, dinin, sanatın varlığını savunan birçok insandan korkulmuş ve bir şekilde tesirsiz hale getirilmiştir.
M. Akif milletimizin milli tarihini, düşünce ve değerlerini kendi varlığında yaşayan, onun sevinç ve kaygılarını gönlü ile duyan ve bu derdi taşıyan gerçek vatan evladı bir büyük şair ve derin bir düşünürdür.
Akif, yapması gereken görevi hakiki ve isabetli olarak yerine getirmiştir. Önemli olan budur, paranın ve hakim güçlerin uşağı ve yalakası olmamıştır. O yüce Allah’ın ona vadettiği ile şimdi mutludur. Zira rahat yaşamış var mı güruh-ı ukaladan, derken bu sınıf insanları kastetmiştir. Bütün peygamberler, büyük veliler, büyük sanat adamları hep aynı şekilde yaşamışlardır. Thomas Mann, Hitler’i eleştirdiği için kaçması kendine tavsiye edilmiştir, uzun yıllar sonra ülkesine dönmüştür. Stefan Zweig de daha ileri giderek intihar etmiştir. Yöneticiler düşünen, yol açan adam istemezler ama istemedikleri için etraflarındaki karanlığı göremez oraya düşer, silinirler. Şairin biri “düşmek etrafı görmemektir” der.
Birilerinin dürtüsüyle Akif hayatında hep yanlış gösterilmiştir. Benim çalıştığım bir üniversitede bir hoca bozuntusu onun için “O şair değil şeriatın şairidir” demiş. Öğrenciler bana geldi, ne diyebilirsin ki. Yine yıllardır Akif’in anılmadığı bir üniversitede bin kişilik salonda yüz kişi var bir tane yönetici yok, kültürel dejenerasyon had safhada.
Yaşadığı dönemde o geniş kültürlü, ihata edilmez sanat adamı “hoca ünvanıyla“ anılır. Mısır’da Hıristiyan sanılır. Mısır’a gittiğinde kendine “havaca” diye seslenirlermiş, bir rivayet hoca anlamına gelir. Mısır’da neden Hıristiyan diye anılmasının nedenini kendi izah eder: ”Mısırlılar niye beni Hıristiyan zannediyorlar, sonra düşündüm ki fesli ve sakallı olduğum için bu saygın ifadeye mazhar oluyorum.”
Balkan Harbi’nde Rumelili Müslümanlar küçük-büyük, kadın-erkek farkı gözetilmeden sözde medeni Avrupalılar tarafından bir soykırıma tabi tutulup hunharca ve vahşice öldürülerek nehirlere atılmışlardı. Müslüman şehitlerin alınlarına bıçaklarla haç çizilmiş, Müslüman din adamları sarıklarından asılmış, masum genç kızlar sürüklenerek götürülmüşlerdi. Bu acılar ve ıztıraplar karşısında Akif elbette susamazdı, o da susmadı. Savaş halindeki orduya destek vermek için değişik cami kürsülerinden halkı birliğe, cihada ve orduya yardıma çağırdı.
İşte böyle bir ortamda adeta canavarlaşan Avrupa medeniyeti adına yapılan o zulümleri kınamak için o tür insafsız medeniyeti lanetleyen şiirinden dolayı bazıları tarafından medeniyet düşmanı addedilmiştir. Onun anlattığı medeniyet alçaklık edeniyet idi.
Azıcık kurcala toprakları seyret ne çıkar
Dipçik altında ezilmiş paralanmış kafalar
Kim bilir hangi şenaatle oyulmuş gözler
Medeniyet denilen vahşete lanetler eder.
Vatan evladını bu şekilde perişan eden dış düşman kuvvetlere karşı ses çıkarmayan, harekete geçmeyen hatta onları hoş gören kendi vatandaşlarını Akif yeriyor ve canlarını feda ederek bu cennet vatanı bize bırakan şehitlerin ruhlarına seslenerek şöyle diyor:
Ey bu toprakta birer na’ş-ı perişan bırakıp
Yükselen evkib-i ervah sakın arza bakıp
Sanmayın şevk-i şehadetle coşan bir kan var
Bizde leşten daha hissiz daha kokmuş can var
Bakmayın hem tükürün çehre-i murdarınıza
Tükürün, belki biraz duygu gelir arımıza!...
…
Tükürün milleti alçakca vuran darbelere
Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere.
…
Medeniyet denilen maskara mahluku görün,
Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün.
İşte Akif, böyle acı manzara karşısında medeniyet maskesi altında suçsuz vatan evladını soykırıma tabi tutan zihniyete karşı bu sert tavrı takındığı için kendisine yobaz ve gerici diyorlardı.
Kısacası şiirde, edebiyatta, aksiyonda ve her konuda kendisiyle boy ölçüşemeyen cüceler, işlerine geldiği gibi Akif’i düşündürdüler ve yaftaladılar. Oysa Orhan Seyfi Orhon’un dediği gibi “Akif, yüksek ahlaklı, gösterişsiz, samimi bir insan, Türk edebiyatına erkek sesi getiren bir şairdi.” Evet Akif veterinerdi, şairdi, devlet adamıydı, neyzendi, ilim ve dava adamıydı. Bütün bu sıfatlarla beraber bir de “demir hafızdı.”
Akif, her şeyden önce bir kahramandı, bir mücahitti. Peyami Safa’nın dediği gibi “Bütün ömrünü Türk bayrağındaki hilalin şerefini müdafaya adamış, iyi vatansever ve iyi bir Müslümandı. İnanan, inandığından dönmeyen ve öyle ölen bir karakterdi. Fakat ne üzücüdür ki bu inancından ve anlayışından dolayı Akif hep yalnız yaşadı. Hz. Peygamber (asm) döneminin büyük insanı, değerli sahabi Ebu Zer gibi Akif de hep garip yaşadı, yalnız yaşadı, yerinde eleştirdi, yalnız kaldı ama ölümünden sonra gönüllerde taht kurdu.
Onun şiirlerini topladığı Safahat adlı kitabı bugün temel dini kitaplardan sonra Türkiye’de en çok basılıp okunan bir eser olduğu gibi, merhum Akif de her sene artan bir sevgi ve saygıyla milletçe benimsenmektedir, çeşitli organizasyonlarla anılmaktadır.
Şiirlerinden de anlaşıldığı gibi Akif hayatta çok sıkıntılar çekmiş pek çok iftiralara ve haksızlıklara uğramış, bazen aç kalmış, işsiz kalmış, evinden ve memleketinden sürülmüş, fakat her şeye rağmen onun ağladığı ve ümitsizliğe düştüğü hiç görülmemiştir.
Ruhunda fırtınalar ve kasırgalar kopan Akif, “Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir?” diyor. Oysa o ideal yaşantısıyla, aksiyonuyla vatan ve millet sevgisiyle hep gönüllerde yaşayacaktır. Kim ne düşünürse düşünsün, Türk istiklalinin eşsiz şairi Mehmet Akif;
Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
Ya da
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var
Yahut
Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır, Hakka tapan milletimin istiklal..
Gibi pek çok mısralarıyla bu milletin vefakar ve hürmetkar evlatlarının kalbinde şimdiye kadar canlı bir biçimde yaşamış ve inşallah sonsuza kadar aynı şekilde yaşamaya devam edecektir.
Ne mutlu bu millete ki Akif gibi eşsiz bir evladı vardır.
Ne mutlu bu millete ki aradan neredeyse bir asır geçmesine rağmen içinden çıkan ve milleti için rahatını ve hayatını feda eden, Akif gibi iman ve istiklal kahramanı büyük evlatlarını unutmamakta, onların değerini bilmekte ve örnek hayatlarından ve manevi miraslarından yararlanmasını bilmektedir.
Akif bir eleştirmendir, büyük oranda bozulan toplum hayatının birçok yönünü eleştirir yerine sağlam görüşler getirir. Akif bir romancıdır, Safahat bir romandır. Müslüman Türk’ün hayatının hasta yönlerini görüp teşhir eden bir psikanalist gibidir. Akif bir gözlemcidir, rahatın, zevkin, safanın değil milletin ızdıraplarının gözlemlerini yapmıştır. Akif bir müfessirdir, şiirleriyle ayetleri tefsir etmiş, çareler getirmiştir. Akif Cami’nin şairidir, camiden topluma hitap eder, çünkü cami bir okuldur, bir eğitim yeridir. Onun çizdiği ideal cami bugün yoktur, ne yazık ki.
Kaynaklar
Safahat, Akif’in Manzum Hikayeleri, Uluslar Arası Akif Sempozyumu bildirileri, Eleştirmen Akif ve Psikanalitik yönden Akif’in şiirleri, Fevziye Abdullah Tansel Mehmet Akif, Mustafa Varlı Mehmet Akif Ersoy ve Çanakkale Ruhu. Daha çok bu son kitaptan istifade edilmiştir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.