Safa MÜRSEL
Ludwig Büchner’in inkarı, Mehmet Fırıncı’nın imanı
Bediüzzaman Said Nursi’nin talebesi Mehmet Nuri Güleç (Mehmet Fırıncı, 1929-2020) doksan yaşını aşkın bereketli ömrünü, eylülün son gününde ebed yolculuğuna çıkarak noktaladı.
İkinci Dünya Savaşının bittiği yıl, fırıncılık yapmak üzere ailece İstanbul’a taşındıklarında, genç Mehmet henüz ergen çağındaydı. İnanç dünyasından aklına düşen bazı sorulara cevap arayışına bakılırsa, ilk gençlik yıllarında bile bir gayesi ve gündemi vardı. Taklidi bir imanla yetinmiyor, niçin inandığını da bilmek ve ikna olmak istiyordu.
İnanç dünyasıyla ilgili sorulara cevap bulunca “Çağın Kur’an Tefsiri”ni kabına sığmayan bir hamiyetle sahiplenmişti. “Risale-i Nurları, kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkıyordu.” “En mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti” biliyordu. Hadis-i Şerifte, “rütbelerin en yükseği” olarak nitelenen ilmin talebesi rütbesiyle şerefleniyordu.
Mehmet Fırıncı, risalelerden aldığı ders sayesinde ediple edip, çocukla çocuk, diplomatla diplomat olacak kadar maharet ve temsil liyakati kazanmıştı.
Son birkaç senedir, yaptığı risale derslerinden önce veya sonra, hiç yorum katmadan, Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin şu beytini sıklıkla tekrarlama ihtiyacını duyuyordu:
“Harabat ehline hor bakma şakir,
Viraneler altında defineler var.”
Bu beyti okumasının altında, 15 Temmuz şenaatini, Risale-i Nur’a bulaştırma namertliğine soyunan karanlık çevrelere tepki vardı. Risaleleri karalayıp lekelemeye ve küçümseye çalışan çevreleri ikaz için edebine yakışır, nezih bir üslup seçiyordu. Tenkitçi muhataplarını deşifre etmeden, iftira ve hasedi terk ederek, Külliyatın hakikat definelerini keşfe davet ediyordu. Çünkü, imanı tehlikede olan nesillerin risaleleri tanması gerekiyordu. Kur’an’ın büyük caddesinde giden meşruiyetçi, asırlık bir iman hizmetini, birilerinin karanlık patika yoluyla “iltisaklı” göstermek ahlaki değildi.
İnsanların sahih bir iman dersine ihtiyacı vardı. Toplumun imanını, maarif eliyle ekilen şüphe tohumlarıyla sarsarak kutsalı hayattan dışlama sürecinde, 1930’lu yıllarda eğitilen nesiller ilk ve en ağır darbeyi yemişti. Osmanlı’nın son döneminde yetişmiş pozitivist- materyalist kadrolar, Cumhuriyete geçildiğinde toplum dokusunu materyalist görüşlerle şekillendirebilecek kadar etkindiler. El üstünde tutulan elitler idiler. Avrupa’da 19. asırda yazılıp, Türkçeye çevrilen materyalist kitaplar, bu elitler eliyle Cumhuriyet ideolojisine yamanıyordu.
Maddeye, tabiata ve kuvvete ilahlık derecesine misyon yükleyen tercüme kitaplardan birisi Alman filozof Ludwig Büchner’in (1824-1899) “Madde ve Kuvvet” kitabı idi. Kitap, kainat ve varlığa ilişkin açıklamaların temel ilkesini, güç ve maddeye bağlıyordu. Maddenin dışında yaratıcı bir gücün olmadığı iddiasında idi. Ben ve benim neslim, 1970’li yılların üniversite eğitim çağında böyle bir kitabın varlığını ilkokul mezunu Mehmet Fırıncı’dan duydu.
Büchner’in, hatırı sayılır miktarda Osmanlı entelektüelini etkileyip, inançlardan soyutlayan “Madde ve Kuvvet” kitabı, Cumhuriyet Türkiye’sinde sıradan bir raf kitabı olarak kalmadı. Kutsala saygılı ve insanlığa faydalı felsefeyle risalelerin barışık olduğunu belirten Bediüzzaman, “dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır ve kainata tahkirdir” sözünü, “Madde ve Kuvvet” kitabındaki fikirlere karşı söylemiştir. Bütün eğitim müfredatı, 1930’lu yıllardan itibaren işte bu kitabın içeriğine göre düzenlendi. Büchner’in inkarcı ve tabiata ilahlık veren kitabındaki fikirler, bir ilim adamımızın yerinde ifadesiyle, “1930’lu yıllardan itibaren okulların müfredatına yedirildi ve sindirildi.” İşte bu “yedirme ve sindirme” ile on yıl içinde “Allah’tan bahsetmeyen muallimler” yetişti. “Dinsiz ve felsefesiz bir toplum” hedefleyen “Madde ve Kuvvet” kitabı, bilimi tabulaştıran aydınlarıyla, Türkiye’yi yayılma ve tutunma alanı olarak seçmişti. Kastamonu’da 1939’da Bediüzzaman’ı ziyaret eden lise talebelerinden Abdullah Yeğin ve arkadaşları, “muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyor” dediklerinde, Bediüzzaman, “siz muallimleri değil, okuduğunuz fenleri dinleyiniz. Onlar hep Allah’tan bahsediyor” diyaloğu böyle bir sürecin sonucu olarak yaşandı.
Gençlik yaşlarında ibadetini yapacak kadar inançlı olan Dr. Abdullah Cevdet ile Baha Tevfik ve Tevfik Fikret vb. aydınlar Büchner’in kitabından aldıkları şüphe telkinleri ile inançlarını terk ettiler. İnanmak isteseler de şüphelerine ve sorularına tatminkar cevap bulamadılar. Rahmetli Fırıncı, Cumhuriyet aydınlarının dini ve manevi hayata yabancılaşmasında, “Madde ve Kuvvet” isimli eserin büyük payı olduğunu her vesile ile ifade ederdi.
Mehmet Fırıncı’nın, Büchner’in kitabının bu ülke gençliğinin imanını nasıl tahrip ettiğine ilişkin ilginç bir hatırası vardı.
Askerliğini bitiren Fırıncı, ilk iş olarak Bediüzzaman’ı Isparta’da ziyaret eder. Bu ziyaretten çok memnun olan Bediüüzaman, kendisine bazı mektuplar vereceğini, bunların Ankara’da yerlerine ulaştırılmasını ister. On üç adet mektubu Üstattan alıp Ankara’ya gider. Hukuk fakültesinde talebe olan rahmetli Atıf Ural’ı bulur. Onun da yardımı ile mektupları yerlerine ulaştırırlar. Atıf Ural, “bu gece seninle bir zata ziyarete gidelim” der. Ankara Gazi Lisesi Türkçe öğretmeni Celal beyin evine giderler. Bu zat, Dr. Abdullah Cevdet’le uzun yıllar arkadaşlık yapmış, onun inançsız fikirlerinden etkilenerek bunalım yaşamış birisidir. Bu yüzden iki defa tımarhanede tedavi görür. Sözler kitabı eline geçtiğinde şüphelerinden kurtulduğunu o geceki sohbette ifade etmiştir.
Rahmetli M. Fırıncı, askerlik sonrası yaşadığı bu hatırayı, değerli araştırmacı Necmettin Şahiner’in Son Şahitler isimli eserinin 2. Cildinde etraflıca anlatıyor. Atıf Ural ile Celal beye yaptıkları ziyaret için, “çok güzel bir sohbet oldu” diyor. Celal bey, risaleleri tanımasından memnuniyetini ve istifadesini anlatmak için, “tahmin etmiyorum ki, sizler benim gibi Sözleri anlayasınız. Öyle ki, bu harfler, benim için her bir çengelinde adeta bir kandil asılı gibi duruyor ve nurlandırıyor” demiş. Celal bey devamla, “keşke bunlar Abdullah Cevdet’in eline geçseydi. O da mutlaka kurtulurdu” diyerek hayıflanmış. Çünkü Abdullah Cevdet, “takıldı kaldı fikrim nokta-ı tevhitte” ifadesiyle şüphelerini aşamadığını sıklıkla tekrar edermiş. Bu zat, risalelerden sağladığı istifadenin minnettarlığıyla daha sonraki yıllarda Ankara’da yapılan risale neşriyatıyla yakından ilgilenip yardımcı olmuş.
M. Fırıncı, “eğitim müfredatına yedirilen ve sindirilen” Büchner’in kitabındaki inkarcı fikirlerin tesiriyle yetişen nesillerin imanını kurtarmak istiyordu. Yirmi yaşında başladığı ve yetmiş yıl kesintisiz süren hizmet hayatında, risalelerin altmışa yakın dünya diline çevrilmesinde en büyük payın Mehmet Fırıncı’ya ait olduğunu söylemek, hakkı teslimin gereğidir.
Risale-i Nur Külliyatının çok yerinde soru haline getirilerek cevabı tafsilatla verilmiş bir konu vardır. Buna göre, “Allah hem vardır, birdir ve tektir, kudretiyle her şeye hükmeder, her yerde hazır ve nazıdır; öbür taraftan aynı Allah, mekandan münezzeh, maddeden mücerrettir, diyorsunuz, burada bir tezat yok mu, bunun izahı nedir” şeklinde özetlenebilecek soru, Abdullah Cevdet’in, “fikrinin (aklının) takılıp kaldığı” bir konuydu. Cevdet’in son nefesinde durumu ne idi, bilmiyoruz. Keza, bu soru, yirmili yaşlarda Mehmet Fırıncı’nın da aklını meşgul ediyordu. Bu soruya o da cevap arıyordu. Sorusunun cevabını, işyerlerinin yakınındaki “Nuruosmaniye camii imam bilir” diye düşünerek imama müracaat etti. Kıraatı kadar kişiliği de mükemmel olan merhum Enver Ceylan hoca, “ben sana sorularının cevabını güzelce verecek bilenleri tanıyorum” diyerek, onu Aksaray’da bir adrese yönlendirdi. Gittiği evde, masa görevi gören portakal kasasının üstünde “Sözler” kitabı duruyordu. Bu kitabın özellikle 16, 22, 30 ve 32. Sözler’indeki bahisler hep bu sorunun cevaplarıyla doluydu. Sorusuna aldığı cevaplar Fırıncı’yı öyle kuşattı ki, kendisini kurtardığı gibi, Abdullah Cevdet durumundakileri de kurtarmak için bu kitaplara hayat vermenin gereğine inandı.
Risaleden, aklını meşgul eden sorunun cevabını alan M. Fırıncı’ya göre “define”, Erzurumlu İbrahim hakkı Hazretlerinin dediği gibi “viraneler altında” değildi. Aksine aradığı define, eliyle kolayca ulaşılabilecek kadar yakınındaydı. Sorusunun cevabı, Kadırga’daki evde hem masa, hem rahle olarak kullanılan “çok amaçlı” mütevazi bir portakal kasasının üstünde idi. Müellifinin ifadesiyle “Tamirci atom bombası” gibi, akıl ve kalpteki derin yaraları tamir eden sağlam reçete, artık Fırıncı’nın elinde ve imanının güvencesi idi.
Asrın Kur’an dersini tanıtmak ve muhtaçlara yetiştirerek onların ebedi hayatları kurtarmak için Mehmet Fırıncı, akıl ve gönül köprülerinden geçen bir yolun, doksan yaşında bile yorulmaz yolcusuydu. İman hizmetini meslek kabul eden M. Fırıncı, sadece kendi ülkesini değil, bütün dünyaya ulaşabildiği kadar ulaşmanın çabası içinde oldu.
Gece gündüz, sıcak soğuk demeden, dünyadan çağrıldığı her yere koşarak giden M. Fırıncı, hayatının son yetmiş yılını iman hizmetinin cehdiyle geçirdi. “Bu zamanda din adına silahla cihat olmaz” diyerek, silaha kilit vuran ve “Asıl olan akıl ve kalplerin ıslahıdır” diyen bir alimin talebesi olarak, tecessüm etmiş bir şefkat ve merhamet abidesi haliyle iman ve insaniyet mesajını, yorgunluk nedir bilmeden tebliğ ve temsile çalıştı.
Ziyaretine gittiği bir gün Üstadı ona dedi ki, “Muhammed kardaşım, risalelerin tab’ı artık matbaalarda olacak, sen de neşriyata yardımcı olacaksın.” Beklemediği bu teklif karşısında, “Üstadım ben neşriyattan hiç anlamam” dedi. “Yaparsın” cevabını aldı. “Üstadım ben fırıncılıktan başka bir şey bilmem” diyerek özür beyan etti. “Yaparsın kardaşım” cevabı aldı. Bütün cesaretini toplayıp üçüncü defa, “Üstadım, ben fırıncıyım, neşriyat işini hiç bilmem, yapamam” dedi. Celallenen Üstadı, “Kardaşım! Sen yaparsın” dedi.
Söz bitmiş ve vazife tevdi edilmişti. Artık omuzlarında risalelerin neşrinin mesuliyeti vardı. Bu hizmeti üstlenmesinden on beş yıl kadar sonra onu tanığımda, yayıncılığın her inceliğine vakıf birisi olarak gördüm. “Kardaşım yaparsın” hitabını hiç karşılıksız bırakmadı. Fontundan kağıdına, mizanpajından kapağına, baskısına, hatta ardiyesine ve nakliyesine varıncaya kadar, bir kitabın her şeyini her zaman en kaliteli şekilde yapan bir yayıncılık melekesine sahipti. Rahmetli Mehmet Emin Birinci ile beraber, Bediüzzaman’ın verdiği vazifeyi hakkıyla yapmaya çalıştılar. M. Fırıncı, risale baskılarında, bir kelime veya harf üzerindeki tereddüdü olduğunda, başta rahmetli Sungur ağabey olmak üzere, konuyu bildiğine inandığı ağabeylere sormadan ve onların iznini almadan, kesinlikle müdahale etmezdi. Sungur abi yurtdışında ise, baskıyı durdurur, onun dönüşünü beklerdi.
Merhum Hattat Hamit Aytaç’a, 1960’li yıllarda tevafuklu Kur’an-ı Kerim’i yazdırırken yaşadığı sıkıntılar başlı başına ciddi bir mesele idi. Seksen yaşın üstünde Sirkeci’de izbe bir han odasında yalnız yaşayan Hattat Hamit’in, (1891-1982) yemeğinden temizliğine kadar ilk sorumlu rahmetli Mehmet Fırıncı idi. Hat sanatında otorite kabul edilen Hattat Hamid’in her konuda gönlünü alarak, nazını çekerek, risalelerde tarifi yapıldığı şekliyle Kur’an’ın tevafuklu yazılması, Bediüzzaman hazretlerinin en büyük arzu ve vasiyetlerinden birisi idi. Bu arzu, rahmetli Tahiri Mutlu ve Ahmet Aytimur abinin nezaretinde, rahmetli Fırıncı’nın ısrarlı takibiyle tahakkuk etti.
Merhum Mehmet Fırıncı’nın yayıncılık meşguliyeti yukarıda anlatılanlarla sınırlı değildi. Amerika, İngiltere, Almanya, Mısır gibi Doğunun Batının nice metropollerinde değişik dillerde Risale-i Nurları tanıtan dergiler çıkardı, Risaleleri yayınlattı. Kur’an tefekkürünün Risale-i Nurlar eliyle dünyaya tanıtılması çabasında, iki yüz dünya ülkesinden en az yüzde seksenine M. Fırıncı’nın ayağının değdiğini söylemek sanırım mübalağa olmaz.
Dünya seyahatine çıkanlar, risalelerin okunduğu yerlere uğradıklarında, onun, insanın ebedi saadeti için çarpan müşfik kalbinin ritmini duyacak, uğradıkları mekanlarda, onun iman hizmeti için koşan ayak izlerini göreceklerdir.
Onun üzerinde hakkımız olduğu inancında değilim. Fakat hal ve kal dersiyle, feragat ve fedakarlığıyla üzerimizde çok hakkı vardır. İmanına ve hizmetine şahidim. Vuslatı mübarek, rahmeti bol olsun. Evvel gidene selam olsun…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.