M. Maruf ÖZÜLKÜ
Meyve Risalesinin sinema boyutu
“Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat'î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: "Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz."
Ölüm hadisesinin “muhtemel” değil, “kesin ve kati” bir gelecek olduğunu vurgulayan Bediüzzaman, “Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır; öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır” hatırlatmasını yapmaktadır.
VE GELECEK SİNEMASI
Hayatı bir sinema filmine benzeterek geleceğe kurgu yapan çağımızın bedii, Said Nursi, filmin son sahnesine kamerayı taşır. Sinema tekniğinde olayın gerisine gitmek flash back, olarak ifade edilirken zamanın ilerisine gitmek için kullanılan kavram ise flash ward’dır. Flash back tekniğinde mevcut durumu anlamak için geçmişteki karelerden buradaki ayrıntılardan yararlanılır. Flash ward da ise, muhtemel gelecek tablosu vardır. Öngörü üzerine kurulu bir anlama biçimidir.
“Geçmiş zamanın elli sene evvelki hadisatı sinema ile hal-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hadisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefahetin elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine nefretle ve teellümlerle ağlayacaklardı.”
Bediüzzaman’ın “hayal değil; hakikat” olan hayat sinemasında, zaman zaman flash back kullanılsa da ekseriyetle flash ward tekniği kullanılmaktadır. Üstad, geçmişi anlatan kurgular yerine geleceğe ışık tutan bir sinemadan bahsetmektedir. Mazi tablosunu “eyvahlar elemler tablosu” olarak anlatmaktan yana değildir. Geleceğe “tüm gelecekler yakındır” dersinden hareketle temas eden Bediüzzaman, ölüm ile kesişecek hayat filminin final sahnesidir. Bu dünya sezonunun son gün batımı sahneleridir. Ebedi hayata geçişin gala gecesidir. Ebedi hayatı kazanmak “mutlu son” dur. Şöyle der:
“Bu Cihan Harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâ tereddüt sarf edecek.”(Asa yı Musa Dördüncü Mesele)
Bediüzzaman’ın geniş açıdan kadraj tuttuğu bu realite seyircinin nefis ve heva figürlerinin yardımcı oyunculuklarıyla görünür olmak istemediği bir alandır. Neylersin ki rolun iyisi-kötüsü olmaz. Kahramanın düştüğü-düşebileceği sahneler de vardır.
Bu insan temelli ve gerçekçi sonla noktalanacak olan insani kurguya, “Gelecek sineması” da diyebiliriz.
HAYAL DEĞİL; HAKİKAT…
Mesleğini “Hak ve hakikat davası” olarak ifade eden Bediüzzaman’ın uslübünda mübalağaya, hayale abartılı süslemelere yer yoktur. Belağatlı ve nurani söyleyişinde, sanat unsurları yer alır. Estetik ifadeyi sarıp sarmalamıştır. Ancak muhtevayı gölgeleyecek, mesajı zedeleyecek olumsuzluklar yer almamaktadır.
Ona göre hayata dair üretilen sanat eserlerinde temel görev mutlak hakikat vurgusu olmalıdır. Hayatın hakiki mahiyetini anlatmayan Kainattan Halık’ını sormayan, hayatın en önemli gündemi olan “ölüm”ü, “her şeyi acılaştıran” ama hepimizin önünde bekleyen kimine “kuyu ağzı” kimine “ebedi alemlere açılan kapı” olan berzahı sormayan sorgulamayan eserler, hakikati görmek-göstermek istemeyen yalancı oyalayıcı ürünlerdir.
Onun “sanat eserlerine temel eleştirisi de bu yöndedir.
“Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvât. Meyyit hayat veremez. Hem tiyatro gibi tenâsuhvâri, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz. Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlûfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz. Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi kârie ihtar eder. Zâhiren der:
"Sefâhet fenadır, insanlara yakışmaz." Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefâhete öyle müşevvikâne bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihâyı kabartır, hevesi tehyic eder; his daha söz dinlemez. Kur'ân'daki edebse, hevâyı karıştırmaz. Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemâlperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz. Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir san'at-ı İlâhî, bir sıbga-i Rahmânî noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz. Mârifet-i Sâniin nurunu telkin eder, herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez.”(Lemeat 676.sayfa Sözler)
HAYAT FİLMİNE GERİ DÖNELİM…
Dışarıda Cumhuriyet Bayramı kutlaması vardır. Cumhurun yani çoğunluğun değerlerini ibda ve ihya davasını güden, ebedi hayatının kurtulmasına hayatını vakfeden Müslüman alim, bu hizmetinden dolayı ödüllendirilmek yerine cezalandırılmıştır.
Bediüzzaman, Cumhuriyeti kuran irade tarafından hürriyetinden mahrum bırakılarak hapishaneye bırakılmıştır.
Dışarıda lise bahçesinde eğleşen kızlar ise, hayatı sorgulamayan yarını meçhul bir kitledir. Aydınlatılmazsa trajedik bir sonla biten hayat filminin figüranlarıdırlar. Said Nursi, manevi bir duyarlılıkla kamerayı ileriye doğru tutmaktadır. “İşte vaziyetiniz budur”. Muhtemel değil kesin ve kati olan son kareniz de budur;
“Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat'î müşahede ettim.”
Hapishane penceresinden lise talebelerini analiz eden Bediüzzaman, fiziki olarak mahpustur ama hisleri, latifeleri, ufku, dili, kalbi ve nihayet imanı kayıt altına alınamayan hür bir Müslümandır.
O Allah’tan başka kimseye boyun eğmeyen başı Ağrı dağı kadar dik bir mücahittir.
Dışarıda özgür alabildiğine eğlenen sözkonusu liseli öğrenciler ise görünüşte; hür ama gerçekte; beynini, duygularını geleceğini tutsak etmiş kimselerden oluşmaktadır.
“Fikri hür vicdanı hür nesil yetiştirme” iddiasında bulunan devrin adamlarının aslında, fikri esir vicdanı tutsak önünü görmeyen geleceği karanlık bir kuşak yetiştirdiklerinin resmi de vardır bu senaryoda.
Bediüzzaman gibi “hakiki imanı elde eden adam”, gelip geçen zamana karşı hürdür. Çünkü Zamanın Efendisi’ne ram olmuşlardır.
"Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma." Diyenler ise, fani hayatın gelip geçiciliği karşısında mahpusturlar.
Bediüzzaman, zulmün çilenin karşısında Rabbine müteşekkirdir. Zira o beşerin zulmüne karşı huzuru, rahatı, hayatın lezzetini imanda, ihlasta, mücahede de bulmuştur.
“Sefahet ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytandan ders alan gaflet ve dalalet ehli ise iki dünyada da perişandır.
Onların halini şöyle anlatır:
“Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet ve sefahete atılıyorsun. Kat'iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve mâdumdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalâlet yoluyla, senin başına ve varsa ve ölmemişse kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz'î lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı dahi, itikatsızlığın cihetiyle yine mâdum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır. Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı hazıra uğrayan biçarelerin başları ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihâne cüz'î lezzetini zîr ü zeber eder.”
Eğer dalâleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkiki ve istikamet dairesine girsen, İmân nuruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mazi mâdum ve herşeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcut ve istikbale inkılâp eden nuranî bir âlem ve bâki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesi haysiyetiyle, değil elem, belki imanın kuvvetine göre Cennetin bir nevi mânevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık, belki İmân gözüyle görünür ki, saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahmân-ı Rahîm-i Zülcelâli ve'l-İkramın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya sevkiyat var diye İmân sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâki âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve İmân ile olabilir.”
Bediüzzaman, aslında Eskişehir hapishanesi penceresinden değil; Dünya penceresinden bakmaktadır.
İçeride oynaşan eğleşen liseli kızlar değil, gaflete dalalete yenik düşen zamane insanlarıdır.
Kaydedilen hakikatler yapılan ihtarlar herkesi kapsamaktadır.
Ve hepimizin önünde ebediyen kazanma-kaybetme davası varken “kendimizi kandırmak” nevinden “hayatını yaşa” tuzağına düşmek gibi tehlikeler ile karşı karşıyayız.
NESİLLERİN GÜNAHINA AĞLAYAN ADAM…
Bediüzzaman manevi misyonu gereği büyük bir uğraş içerisindedir. İman ve Kuran davasını omuzladığı için hapis hayatı yaşamıştır. Ama onun derdi; çektiği çileler değil; vazife telaşıdır. Kendisine zulmedenlere dahi hakkını helal etmesi onun bu özelliğindendir.
Kaybedilen nesillere, günahla gafletle dalaletle yitirilen hayatların ızdırabını çekmektedir. Onun için, uyarma gereğini hissetmektedir ve istikbal sahnesini bugüne taşımaktadır.
“Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat'î müşahede ettim.”
Ancak Üstad, Onların o acınacak hallerine ağlamaktadır. Arkasından verdiği temsilde evladını kaybetmek üzere olan bir baba figüründen bahsetmektedir. O baba şefkatini taşıyan ve evladı mesabesindeki nesillerin günahına ağlayan kişi aslında Peygamber(asm) varisi olan Bediüzzaman’dan başkası değildir.
Temsili hatırlayalım:
“İmanın bu dünyada dahi verdiği binler fayda ve neticelerinden yalnız bir tek fayda ve lezzetini, bu mezkûr bahsimiz münasebetiyle Gençlik Rehberinde bir Haşiye olarak yazılan bir temsil ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Meselâ, senin gayet sevdiğin bir tek evlâdın sekeratta ölmek üzere iken ve meyusâne elîm ebedî firakını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.
İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbup insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve "Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz" lisan-ı hal ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları İmân bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, İmân hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur dedim.”
HAYVAN GİBİ YAŞAYAMAZSIN…
Bediüzzaman burada “insi şeytan” dediği, insana duyarsızlığı kötülüğü sülfe eden perde gerisindeki karanlık odakla düelloya girer. Onun imandan, sorumlu yaşama misyonundan kaçmak-kaçırmak için oluşturduğu tuzakları boşa çıkarır. Kişinin “gözünü kapamakla gündüzü gece yapamayacağı”nı anlatır. Hayatın insanoğluna, ebedi ticaret için verilmiş bir sermaye olduğunu da ifade eder. “Öyleyse hayvan gibi yaşayalım” hezeyanlarını çözümler: Sen, der; bu akıl ile, bu duygularla hayvan gibi yaşayamazsın. Senin korkuların, geçmişteki izlerin, geleceğe dair kaygıların, iman sahibi olmazsan hayatını zehirler. Hayvan hayvanca elemsiz kedersiz yaşar. Çünkü hayvana Yaratıcı tarafından yaşama modeli hayvanca yaşamaktır. Ama sen sahip olunduğun hislere, latifelere zenginliklere bakmadan kendini değersizleştiremezsin. İstesen de yapamazsın zira, insani özellikler, acılar-kaygılar yakanı bırakmayacaktır.
O bunu şöyle anlatır:
“O muannid döndü, dedi:
"Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek için sefahet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız."
“Cevaben dedim:
“Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, bir şey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir. Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin cüz'î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür.
“Madem hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul. Veya aklını imanla başına al, Kur'ân'ı dinle, yüz derece hayvandan ziyade ve fâni dünyada dahi sâfi lezzetleri kazan, diyerek onu ilzam ettim.”
GAVUR GİBİ YAŞAYALIM…
“Mütemerrid” olan, sinsi aktör safsata üretmeye, hezeyanlar savurmaya devam edecektir. İman-İslam tekellüfünden kurtulmak adına olmayacak tekliflerde bulunacaktır. “Hayvan gibi yaşamayacağı”nı anladıktan sonra başka ipe sarılır: O zaman dinsiz gibi yaşayalım!..
Bunun da mümkün olmadığını bir kere İslam ile tanıştıktan sonra, başka dine girmek yada dinsiz olmak mümkün değildir. Tarih boyunca aklı başında olarak kimsenin bu mahz-ı hakikati terk etmediğini ifade eder. İslam halkasından kopan insanlıktan da kopar. Tüm insani değerlerini yitirir. Dinleyelim:
“Yine o mütemerrid şahıs döndü, dedi:
"Hiç olmazsa ecnebî dinsizleri gibi yaşarız."
Cevaben dedim:
Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah'a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemâlâta medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir Müslüman, en âhir ve en büyük ve dini ve dâveti umumî olan âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hattâ Allah'ı kabul etmez. Çünkü bütün peygamberleri ve Allah'ı ve kemâlâtı onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyete giriyorlar; ve hiçbir Müslüman, hakiki Yahudi veya Mecusi veya Nasranî olmaz. Belki dinsiz olur; seciyeleri bozulur, vatana, millete muzır bir hâlete girer. İspat ettim. O muannid ve mütemerrid şahsın daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, Cehenneme gitti.”
HAPİSHANEYİ MEDRESE YAPAN RUH…
Düşünün ki, hapishanede olan, yani, normalde insanlardan insanlıktan küskün olması gereken, şekva ile alude olması beklenen bir kimse bunları söylüyor. Eziyetin işkencenin takibatın bu adamın kimyasını bozamadığını, olumsuzlukların ufkunu karartamadığını, cebbar ve şerrar izbandutların gözündeki ışıltıyı gönlündeki parıltıyı söndüremediği bir adamdan; garip bir adamdan, harika bir insandan yani; Bediüzzaman’dan söz ediyoruz.
Kur’an eczanesinden aldığı ilaçları telif ettiği Risale’ler ile tiryak yapan bir İslam Aliminden bahsediyoruz. Bu yüzden onun sözü eskimiyor, değerini kaybetmiyor. Aksine nur halesi kıtaları aşıyor, dilleri tenleri okyanusları aşıyor. Bakınız bahsin ahirinde, hapishane arkadaşlarına halleri için nasıl hüsn ü tevilde bulunup nasihat ediyor:
“İşte ey bu medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım! Madem hakikat budur ve bu hakikati Risale-i Nur o derece kat'î ve güneş gibi ispat etmiş ki, yirmi senedir mütemerridlerin inatlarını kırıp imana getiriyor. Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan İmân ve istikamet yolunu takip edip boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kur'ân'dan bildiğimiz sûreleri okumak ve mânâlarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu hapishaneyi güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek gibi a'mâl-i saliha ile, hapishane müdür ve alâkadarları, câni ve katillerin başlarında zebâni gibi azap memurları değil, belki medrese-i Yusufiye’de Cennete adam yetiştirmek ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakim üstad ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.”
SONUÇ
İçinde bulunduğumuz hayat göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçiyor. Her gelen hızla büyüyerek mezaristana doğru süratle gidiyor. Gidişat kaçınılmazdır.
İnsanoğlu bilimde teknikte çok ilerledi, ta uzayı fethetti. Ama karar toprakta son bulacak olan güzelim hayatın rotasını değiştiremedi.
O halde insan ne yapacaktır:
Ya gözünü kapayacak bu gerçeğe…
Ya da üzerine üzerine gidecek…
Hayatı anlamak adına sorulan soruların yapılan sorgulamaların hakiki ve tatmin edici cevabını kaynağı Allah olan Kuran ancak verebilir. Asrımızın idrakine sunulan Risale i Nur Külliyatı hayat-memat meselesini güneş gibi izah ve ispat etmektedir. Meyve Risalesi’nde yer alan bu “Üçüncü Mesele” de bu hazinenin bir örneğidir. Bediüzzaman, hakikatı sinema kurgusuyla en çarpıcı bir biçimde anlatarak başlamakta devamında soru-cevaplı bir canlı diyalogla ve sonunda analitik düşünme yöntemiyle hayatın gelip geçiciliği gerçeğini ölüm hakikatını ve hayatı imanla buluşma elzemini ifade etmektedir.
Evet, gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.