M. Nuri BİNGÖL
“Miheng”den murat...
İnsanız; çok kere söylemek istediklerimizi sıraya dizemiyor, “nisyan” ya da “üns” zaafına düşüyoruz; acziyetimiz mâlum...
Bir “sohbette” aklımıza takıldı, “ Uhuvvet-i hakikiye” nedir diye; daha önce izah edilmişti gerçi, meseleye bir defa bakma lüzumunu duyduk. Sonrasındaki ifâdeler meseleyi “alabildiğine” açtığından ve - ayrıca daha önce de temas ettiğimiz için- meseleye şöyle bir dokunmayı kursak da, beyan-ı Üstadane meseleyi külliyat bütünlüğü içinde daha da vazıhlaştırdığından, vazgeçtik.
“Ey insafsız adam! Şimdi bak ki: Mü'min kardeşine kin ve adavet ne kadar zulümdür. Çünki nasıl ki sen âdi küçük taşları, Kâ'be'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de: Kâ'be hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsaf-ı İslâmiye; muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü'mine karşı adavete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı, iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa anlarsın!.” ( Mektubat, 263)
“Adi taşlar hükmündeki bazı kusurat” tâbirine takılan zihnim, hayalimden sordu: “İman ve İslamiyete taalluk eden, ısrarla işlenen dinî bir kabahat ‘adi taşlar’ hükmünde midir? Bırakın bu sorunun cevabını, hayale dokunması bile “ehl-i vicdan”ı hudutsuz elemlere atmalıdır.
Fırat’ın “limonata gibi” dedikleri havasını teneffüs etmek için alt caddeyi geçerken, “gezinti” arkadaşıma demek zorunda kaldım içimdekileri:
“ Mümin münkerat karşısında müsbetçe, ama mutlaka bir şekilde tavır almak zorundadır. Uhuvvet, uhuvvet-i hakikiye, selam, gıybet, tenkit gibi meseleleri tek yanlı ve tek taraflı, işin künhüne muttali olmadan ele ala ala etrafımızdaki ‘münkerat’ı ne derece azalttık?... Bir der misin?”
“Onu tartmak mümkün değil ama... Vazifemiz hizmet olduğuna göre...”
“Çoğumuzun ağzından aynı kelimeler çıkıyor ama, Üstad’ın İslam Külliyatı’nda aynı mananın etrafında dönen diğer beyanlarını de hatırlıyor muyuz?”
“Ne gibi...”
“Müştebih ağaçları gösteren semereleridir...” gibi. Hatırlarsın, Üstad bunu içtimaî faaliyet içinde bulunan ve muhatapları tarafından, “Bir kısmı hayırhâhımız gibi görünüyorlar?” diyerek ‘halis’ oldukları îma edilen “Şeyh’ler hakkında diyordu.“ Öyle ise...” diye de devam ediyordu üstelik; “şu hüsnü zannınızı kabul etmem. Bir müfside, bir dessasa da hüsnüzan edebilirsiniz. Müştebih ağaçları gösteren semereleridir. Çok silik söz ticarette geziyor, siz mihenge vurmadan almayınız.” (Münazarat)
“Miheng”in ne olduğu olabildiğince bedihidir elbet. Risale-i Nur’un “Mürşid-i hakikisi Kur’an” (Mektubat), “ Kur’an’ın hakiki müfessiri olan Sünnet” ( Hadisler)... Eğer denilen bir mesele usuliddin silsilesine uymuyorsa, kendi sözlerinin bile “kalbe girmesine” razı olmayan bir Üstad’ın “bağlıları”, hiç o “Mürşid-i Hakiki”nin – iki kapağı arasındaki bütün mânaları; zaruriyat-ı Diniye’yi, Ahkam-ı İlahiye’yi - öğrenmeme gibi bir lükse sahip olabilirler mi? Ya da o Kitab-ı Mübin olan Furkan-ı Hakim’in mânasını tefsir eden “Ehadis”i tefsir eden İmam-ı Nevevî gibi selef alimlerinin “zaruriyat” nevindeki beyanlarını öğrenmemeyi bir fazilet zanneden reformistlere benzeme zilletine düşer mi?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.