Musa Kazım YILMAZ

Musa Kazım YILMAZ

Bediüzzaman’ın Divan-ı Harpteki Savunması

Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde, yaklaşık 45 yaşlarında iken bir dönüşüm yaşadığını, Eski Said’ten Yeni Said’e dönüştüğünü sıklıkla ifade eder. Denilebilir ki, Eski Said’in Yeni Said’e dönüşümü bir olgunluk ve manevi bir ruhsal seyir ifade eder. Başka bir deyişle, Yeni Said’i Eski Said’ten ayıran en büyük özellik, maddi ve sosyal hayatında görülen birtakım değişiklikler değil, ruhi ve kalbi yani manevi bir takım inkişaflardır.

Bediüzzaman’ın eski Said dönemine ait eserlerini incelediğimiz zaman, bu eserlerde ağırlıklı olarak siyasi ve içtimai derslerin işlendiğini görebiliriz. Kuşkusuz o dönemin en çok konuşulan konuları, hürriyet, adalet, müsavat, meclis-i mebusan (millet meclisi), gayrimüslimlerin statüleri ve yönetime katılmaları, ittihad-ı İslam ve meşveret gibi konulardı. Bu açıdan bakıldığında, Eski Said’in eserleri gayrimüslimlerle birlikte yaşamak, tebaanın devlete itaati ve İslam kardeşliği gibi, her zaman sosyal yönü ağır basan konuları içermektedir.

Başka bir ifadeyle, bu dönemdeki eserlerinde hâkim olan, İslam dünyasında, özellikle Osmanlı coğrafyasında yaşayan insanların problemlerine çözüm getirme çabasıdır. Divan-ı Harb-i Örfî, Munazarat, Hutbe-i Şamiye ve Sünuhat gibi eserleri ve diğer makaleleri bu çabanın güzel örnekleridir.

Eski Said’in hayatı, Osmanlı Devleti'nin son dönemlerine rastladığı için büyük sıkıntılar ve karmaşık olaylarla doludur. Yeni Said dönemi ise, batılılaşma ve modernleşme hareketi üzerine inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş felsefesine hâkim olan dine karşı modernlik düşüncesinin egemen olduğu bir dönemde geçmiştir. Bu açıdan, hem Eski Said’in hem Yeni Said’in hayatında görülen temel vasıflar, hem Osmanlı’nın son karmaşık döneminden hem Cumhuriyet döneminden birtakım özellikler taşımaktadır. Bu özelliklerin ana karakteri, “istibdada karşı özgürlük ve laikleştirmeye karşı iman” şeklinde ifade edilebilir.

Başka bir deyişle, Bediüzzaman’ın Osmanlı dönemindeki hayatı, istibdada karşı meşrutiyeti savunmakla, Cumhuriyet döneminde ise modernlik ve laikleştirmeye karşı dini, Kur’an’ı, kısacası imanı savunmakla geçmiştir.

Bediüzzaman her iki dönemde de davasını savunurken daima iki temel ilkeyi esas almıştır: Bunlardan birincisimüspet hareket”tir. O her dönemde müspet hareketi prensip edinmiştir. Onun “Biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz[1] şeklindeki sözü müspet hareketin ve iyimserliğin en bariz ifadesidir. İkincisi ise, milletin menfaatini kendi şahsi menfaatine tercih etmektir. Bu yüzden davasını savunurken en ağır şartlarda bile hiçbir zaman şahsî yatırımlara ilgi duymamış, milletin menfaatini esas almıştır.

Bediüzzaman 31 Mart 1909 olaylarında “Divan-ı Harb-i Örfî” adıyla bilinen sıkıyönetim mahkemesinde önemli ve oldukça ibretli bir savunma yapmıştır. Mahkemede zanlılara yöneltilen suçlamalar, Şeriatı istemek ve İttihad-i Muhammedî cemiyetine dâhil olmak şeklinde özetlenebilir. Bediüzzaman, “Sen de şeriatı istemişsin” şeklindeki bir suçlamaya karşı şu cevabı vermiştir: “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcıların isteyişi gibi değil.”

Yine mahkemenin, “Sen de İttihad-ı Muhammedî cemiyetine (s.a.v) dâhil misin? şeklindeki sorusuna da şu cevabı vermiştir: “Maaliftihar! En küçük efradındanım. Fakat benim tarif ettiğim vecihle... Ve o ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir, bana gösterin.” [2]

İçten ve samimi olarak söylediği bu sözler onun imandan gelen cesaretini ve yanlış yapan iktidarlara karşı ne kadar fedakâr bir ruhla davasını savunduğunu açıkça göstermektedir.

Birçok insanın asıldığı bu mahkemede, savunmasından da anlaşıldığı gibi Bediüzzaman mantıklı bir dil kullanmayı esas almış ve şahsını kurtarmayı asla düşünmemiştir. O savunmasını yapmakla kalmıyor aynı zamanda mahkemede hazır olanlara ve yargıçlara da bir ders veriyor. İdamla yargılamanın yapıldığı ve birçok insan cesedinin darağaçlarında sallandırıldığı bir mahkemeye karşı, “Şeriatın bir tek hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım” demek hem hakikati haykırmanın, hem müspet hareket ve iyimserliğin, hem samimiyetin, hem de şahsî menfaati ötelemenin en açık göstergesidir.

Bediüzzaman’ın bu savunması daha sonra, “İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnamesi veya Divan-ı Harb-i Örfî” adıyla bir kitap hâlinde basılmıştır. Denilebilir ki bu savunmada “Meşrutiyet” başlığı altında hukuk, hürriyet, meşveret, adalet, iman, şeriat, siyaset, askerlik ve eğitim gibi insanlığı yakından ilgilendiren konuların tümü işlenmiştir. Savunmayı bir kitap hâlinde yayınlarken, “O nutku şimdi neşrediyorum; ta ki meşrutiyeti lekeden, ehl-i şeriatı me’yusiyetten ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil ve cünundan ve hakikati evham ve şüpheden kurtarayım” diyor.[3]

Bediüzzaman bu sözleriyle, hayatının ana gayesi ve davası hakkındaki temel fikirlere işaret etmektedir. Günümüz Türkçesiyle söyleyecek olursak, onun amacı demokrasiyi lekelerden, şeriat ehlini ümitsizlikten, şimdiki insanları da tarih nazarında cahillik ve delilikle suçlanmaktan kurtarmaktır. Çünkü demokrasiyi, hayvan hürriyeti şeklinde tefsir etmek, şeriatı istibdadın ve gericiliğin kaynağı olarak kabul etmek ve şeriat istedikleri için insanları suçlamak, Bediüzzaman’a göre cahillikten öte bir akıl tutulmasıdır.

Bediüzzaman’ın hayatının tümü hakikati savunmakla geçmiştir. Çünkü o bir hakikat adamıdır. Dolayısıyla hakikati savunmak için yaşadığı dönemlerde siyasal iktidarları yakından takip etmiştir. Nitekim Osmanlı devlet yapısını yakından tanımak istediği için devlet bürokrasisinde görev alan üst düzey yetkililer, gençliğinden beri onun dikkatini çekmiş, onlarla yakından ilgilenmiştir. Bitlis ve Van’da bulunduğu sıralarda valilerle çok yakın ilişki içinde olması bunun açık bir delilidir. Ancak nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun, Yeni Said döneminde olduğu gibi Eski Said döneminde de Bediüzzaman’ın ana görevi, hep yanlış icraatlara karşı müspet hareketi esas alan bir muhalefet ve uyarıcılık olmuştur.

Tekrar belirtmek gerekir ki, o hiçbir zaman bir ikbal veya dünyevi bir menfaat için devlet ricaliyle ilişki kurmamıştır. Sadece ülkenin ve İslam âleminin durumunu öğrenmek ve çözüm yollarını üretmek için bürokratlarla ilgilenmiştir. Bu yüzden Bediüzzaman’ın hayatı hep doğruları ve hakikatleri müdafaa etmekle geçmiştir. Sultan II. Abdülhamid gibi bir Osmanlı padişahı dâhil tüm devlet erkânını ağır bir dille eleştirme cesaretini gösterebilen nadir şahsiyetlerden birisidir.

[1] Tarihçe-i Hayat, s. 96. İstanbul, 1911.

[2] Bediüzzaman Said Nursi, Âsâr-ı Bedi’iyye (Osmanlıca), Haz. Abdülkadir Badıllı, İstanbul, 1999, İttihad Yayıncılık, s. 720.

[3] Said Nursi, a.g.e, s. 719-720.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum