Musa Kazım YILMAZ

Musa Kazım YILMAZ

Bediüzzaman’ın Hadis Müdafaası

Hadis veya Sünnet… Bu iki lafız ayrı manalara geldiği halde zamanla birbirinin yerine kullanılmışlardır. Aslında hadis, kulak veya vahiy yoluyla, uyanık iken ya da uykuda bize ulaştırılan sözün adıdır.[1] Bu açıdan hem Kur’an’a[2] hem de Resûlüllah’ın sözüne hadis denilmiştir.[3]

Sünnet ise yol manasındadır. “Peygamber’in sünneti” onun yolu, “Allah’ın sünneti” de onun hikmetinin ve itaatinin yolu anlamındadır.[4] Fakat genel olarak Resûlüllah’ın (sa) fiillerine ve hallerine “Sünnet” denilirken, onunun sözlerine “Hadis” denilmiştir. Dolayısıyla Sünnet lafzı, hadisi de içine alacak şekilde daha umumidir. Nitekim Bediüzzaman “Sünnet-i seniyyenin menbaı üçtür; akvali (sözleri), efali ve ahvalidir[5] diyerek hadislerin, sünnetin bir parçası olduğunu ifade eder.

Son zamanlarda hadislere karşı tavır takınıp Sünnete dil uzatanlar genellikle, “Kur’an bize yeter” sloganıyla hareket etmektedirler. Zahire bakıldığında kulağa hoş gelen böyle bir sloganı işitenler ister istemez onlara saygı duymaya başlıyor. Oysa bunu dile getirenlerin asıl amaçları, İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’an ve Sünneti birbirinden ayırmak, böylece kendilerine peygamber yetkisine sahip bir alan açmaktır. Çünkü Kur’an’ın ilk ve tek müfessiri Resûl-i Ekrem’dir (sa). Sünnetin, İslâm’ın iki temel kaynağından biri olduğunu inkâr edenler, hadisleri yok saydıkları için kendilerinde, Kur’an’ı istedikleri gibi yorumlama yetkisini görmeye başlıyorlar.

Aslında Sünneti Kur’an’dan ayırma çabası yeni değildir. Hicretin ikinci ve üçüncü asırlarında küçük çapta da olsa, “Kur’an bize yeter; dinde Peygamber’in ne dediği değil Allah’ın ne dediği önemlidir” diyenler olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (sa) bu kişilerin küstahça tavırlarına işaret ederek şöyle buyurmuştur: Dikkat ediniz, yakında adamın biri koltuğuna kurulmuş bir halde, kendisine emir veya nehiy ettiğim işlerden bir şey geldiğinde çevresindeki insanlara, ‘Bizimle sizin aranızda (yalnız) Allah’ın kitabı vardır. Onda bulduğumuz helal şeyleri helal; haram şeyleri de haram kabul ederiz diyecektir. Oysa şu bir gerçektir ki, Allah Resûlünün koyduğu haram hüküm, Allah’ın koyduğu haram hüküm gibidir.[6]

İmam Şafiî’nin zamanında da “Kur’an bize yeter” diyen bazı bedbaht kişilerin ortaya çıktığını görüyoruz. Hatta bu kimseler “Benden size gelen şeyi Allah’ın Kitabına arz edin. O’na uygunsa o benim sözümdür, eğer Kur’an’a uygun değilse o benim sözüm değildir” şeklinde bir hadis uydurmuşlar. Bu hadise en çok sahip çıkanlar da, birkaç sahabi dışında tüm sahabenin sözlerini reddeden şiilerdir. Oysa başta İmam Şafî, Beyhakî ve İmam Suyutî olmak üzere hadis uleması bu hadisin meçhul bir kişiden geldiğini ve sahih olmadığını, batıl olduğunu söylemişlerdir.[7]

Fakat asıl hadis düşmanlığı 19. Yüzyılın başından itibaren, 1850’lerden sonra, Hindistan ve Mısır’ın İngilizler tarafından işgal edilmesiyle başlamıştır. İşgalden sonraki Hindistan ve Mısır’da (Kur’aniyyûn-Kur’ancılar) diye bir grup türemiş ve hadislerin sahihine, mütevatirine bakmadan sünneti tümüyle inkâr edip önlerine gelen her hadis için “mevzudur/uydurmadır” demeye başlamışlardır. Şüphesiz Kur’an ve hadisi birebirinden ayırmak, bir taşla birkaç kuşu vuracak kadar çok amaçlı bir fitnedir. Bu da ancak İslâm’a ve Müslümanlara karşı derin ve planlı bir siyaset güden İngilizlerin işi olabilir.

Bediüzzaman Said Nursi, hadislere yapılan saldırıların farkındaydı. Bu sebeple Sünnet-i seniyyenin dindeki yerini, kaç kısma ayrıldığını ve Müslümanın Sünnete karşı olan görevlerinin ve sorumluluklarının neler olduğunu en güzel şekilde ifade eder. Sünnet-i Seniyye risalesindeki şu cümlesi çok şeyler anlatır: “Sünnete ittiba etmeyen tembellik eder ise hasaret-i azime; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azime; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azimedir.[8]

24. Sözün 12 asıl ihtiva eden 3. dalını da hadis usulüne ayırmıştır. Dalın başında özetle şöyle der: “Kıyamet alâmetlerinden ve âhir zaman hadiselerinden ve bazı amellerin fazilet ve sevaplarından bahseden hadis-i şerifler güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim onların bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmanı zayıf ve enaniyeti kavî bir kısım da inkâra kadar gitmişler.

Bediüzzaman edep ve nezaket sahibi olduğundan, ulu orta hadisleri tenkit eden böyle kimseler için, “akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim” diyerek daha ağır bir ifade kullanmaz. Ancak burada asıl dikkatimizi çeken husus, böyleleri için “Âlim” ifadesini kullanmaması ve sadece “Ehl-i ilim” demekle yetinmesidir.

Çünkü âlim ile ehl-i ilim arasında fark vardır. İslâmî ilimler ıstılahında, Kur’an ilimlerinde derinleşmiş, ilmiyle amel eden ve ilimde Allah ile Resûlünün yardımına mazhar olan kimselere âlim denir. Fakat sadece kitaplara bağlı kalan, arkasında manevi bir destek hissetmeyen ve ilmiyle amel etmeyi hayatının birinci gayesi görmeyen kişilere de ehl-i ilim denir. Bediüzzaman ehl-i ilim dediği bu kimseleri de, akıllarına güvenenler” ve imanı zayıf ve enaniyeti kavi olanlar şeklinde iki kısma ayırır. Akıllarına güvenenler hadislerin bir kısmına zayıf veya mevzu derken, imanı zayıf ve enaniyeti kavi olanlar hadisleri inkâra kadar gitmişler. Demek hadisleri inkâr etmek imanın zafiyetine işarettir.

Bediüzzaman bu On bir asıl ile mehdi-deccal, Ye’cüc-Me’cüc, ve terğib-terhib ile ilgili hadislere gelen tenkitlere cevap vermektedir. Onuncu aslın sonunda özetle şöyle der:

Sonuç: Ey insafsız ve dikkatsiz ve imanı zayıf, felsefesi kuvvetli, bencil ve tenkitçi adam! Şu on aslı nazara al, hadis-i şeriflere ve dolayısıyla Resul-i Ekrem Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma!

Görüldüğü gibi Bediüzzaman hadislere dil uzatanları “insafsız, dikkatsiz, imanı zayıf, felsefesi kavi, hodbin ve münekkid” karakterdeki kişiler olarak kabul eder. Hatta hadis-i şerifleri tenkit etmeyi de, Resûl-i Ekrem’in (sa) ismet mertebesine itiraz etmek anlamına geldiğini ifade der.

[1] Rağıb el-Isfahânî, el-Müfredât Fî Ğarîbi’l-Kur’an, s. 110, Dârü’l-Marife, Beyrut, tarihsiz.

[2] (فَلْيَأْتُوا بِحَدٖيثٍ مِثْلِهٖٓ اِنْ كَانُوا صَادِقٖينَ)“Eğer doğru sözlü iseler onun benzeri bir söz getirsinler.” (Tûr, 52/34) Allah bu ve benzeri birçok ayette kendi kitabı için “hadis” ifadesini zikretmiştir.

[3] (وَاِذْ اَسَرَّ النَّبِيُّ اِلٰى بَعْضِ اَزْوَاجِه۪ حَد۪يثًا)Hani peygamber eşlerinden birine, gizli bir söz söylemişti.” (Tahrim, 66/3.) Bu ayette de peygamberin sözüne “hadis” denilmiştir.

[4] Rağıb Isfahânî, a.g.e, s. 245.

[5] Bediüzzaman, Lemalar, 11. Lema, 11. Nükte.

[6] Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Tirmizi, İlim, 10; İbn Mace, Mukaddime,2.

[7] Hadisin butlanı ile ilgili olarak bkz. Suyutî, Miftâhu’l-Cenne Fi’l-İhticâci Bi’s-Sünne, s. 14, Mısır, Tarihsiz.

[8] 11. Lem’a, onbirinci Nükte.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
24 Yorum