Musa Kazım YILMAZ
Bediüzzaman’nın, Medeniyetler Arası Diyalog Çerçevesinde Müslümanlarla Ehl-i Kitabın Dostluğuna Bakışı
“Medeniyetler” denildiği zaman ilk akla gelen İslam ve Batı medeniyetleridir. İslam’dan önce Hint, Çin, Babil, Yunan, Mısır ve Roma gibi uygarlıkların insanlık tarihi üzerinde büyük etkileri olmuştur. Ancak M. 8. ve 9. yüz yıldan itibaren İslam uygarlığı dünyanın önemli bölgelerinde etkisini arttırarak hissettirmeye başlamıştır. Yaklaşık on asır boyunca Asya, Afrika ve Avrupa’yı etkileyen İslam uygarlığı Rönesans döneminden sonra doğrudan etkisini kaybetmişse de, tüm zamanlarda olduğu gibi günümüzde de dolaylı etkisini kaybetmemiş ve varlığını hissettirmeye devam etmektedir. Denilebilir ki, İslam uygarlığı mana boyutunda her zaman çok etkili olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
“Teknolojik Gelişmeler” ve “Medeniyet” genelde birbirine karıştırılan iki kavramdır. Oysa bu iki ayrı kavramı birbirine karıştırmamak gerekir. Teknolojiler medeniyetlerin kurulması için geliştirilen araçlardır. Başka bir deyimle, uygarlığın araçları olan teknolojik gelişmeler ne Çin’in ne Hint’in ne de Mısır ya da Avrupa’nın malıdır. Teknoloji insanlığın ortak malıdır.[1] Çünkü medeniyet için gerekli araçlar ortak aklın gelişmesi sonucu ilerleme göstermiştir. Medeniyet ise, bir hayat tarzı, bir yaşama biçimi ve teknolojileri kullanma farkıdır.
Toplumlar aynı teknolojiyi kullanarak farklı uygarlıklara ve hayat tarzlarına imza atıyorlar. Sözgelimi İslam uygarlığının yayıldığı yerlerde içki üretimi için tesislerin kurulduğunu yaygın olarak göremeyiz. Oysa Hıristiyanlığın etkisindeki batı uygarlığının geliştiği yerlerde durum çok farklıdır. Bağcılığın yaygın olduğu her bölgede şarapçılığa yönelik tesisleri görebiliyoruz. Ama İslam uygarlığının yaygın olduğu bölgelerde şarapçılık yerine kuru üzüm, pekmez ve pestil işletmeleri görülür. Aynı şekilde, eğlenceyi uygarlığın merkezine koyan Batı uygarlığı eğlenmek için yüksek dönerli kuleler yaparken Müslümanlar, aynı teknolojiyi kullanarak kâinatta en yüksek hakikat olan ezanı okumak için minareler yapıyorlar. Örnekler çoğaltılabilir.
Her medeniyet kendisinden önceki medeniyetten etkilenir. Hatta “İslam ve Batı medeniyetleri birbirinden en çok etkilenen iki uygarlıktır” sözü yanlış değildir. İslam medeniyeti kendisinden önceki Yunan ve Roma medeniyetlerinden etkilenmiştir. Ancak Müslümanlar Yunan ve Roma’dan aldıkları uygarlık örneklerini ıslah ederek İslam prensipleriyle bütünleştirmişlerdir. İslam uygarlığının parlak dönemlerinde Hıristiyanlar İslam uygarlığının etkisinde kalarak bilim, sanat, tıp ve mimaride Müslümanlardan etkilendiler. Özellikle İspanya’da kurulan Endülüs İslam devletinin bilimsel araştırmalar sahasında Batı’yı ne kadar etkilediği bilinen bir gerçektir. Daha sonra Endülüs İslam uygarlığından etkilenen Batılılar Rönesans’ın etkisiyle hızla yeni keşifler yaparak kendine özgü ve kısmen Hıristiyanlığın etkisinde olan bugünkü Batı medeniyetini ortaya koydular.
Açık bir gerçektir ki, her medeniyetin bir manevi mimarı vardır. İslam medeniyetinin manevi mimarı Kur’an-ı Kerim iken, bugünkü Batı medeniyetinin manevi mimarı paganizmin etkisindeki Hıristiyanlıktır. Başka bir ifadeyle, İslam medeniyeti manevi enerjisini Kur’an’dan alırken bugünkü Batı uygarlığı manevi enerjisini tahrif edilmiş Kitab-ı Mukaddes’ten alıyor. Dolayısıyla medeniyetler karşılaştırıldığında manevi mimarların özellikleri de bir bir ortaya çıkacaktır.
Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursi, İslam ve Batı uygarlıklarını karşılaştırırken hem medeniyetler arası diyalogun gerekliliğine hem de İslam uygarlığı ile Batı uygarlığının birbirlerine zıt olan özelliklerine işaret etmektedir. Diğer bir deyimle, Bediüzzaman Müslümanlarla Hıristiyanların dostane ilişkiler içinde olabileceklerini ifade ederken Müslümanların Batı uygarlığıyla bütünleşmelerinin (imtizac) ve onu bugünkü haliyle özümsemelerinin mümkün olmadığını dile getirmektedir.
Şu halde tartışılması gereken iki önemli nokta vardır. Birisi, Müslümanların, kendi değerlerine bağlı kalarak ve dinlerini yaşayarak Ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlarla dostluk ilişkileri kurup diyalog içinde bulunmaları, diğeri ise Müslümanların, İslam dininin “şe’air” denilen önemli işaret taşlarından vazgeçerek Batı uygarlığının muharref İncil’e ve Tevrat’a dayalı değerlerini benimsemeleridir. Tartışma bu iki önemli noktadadır.
Müslümanlarla Ehl-i Kitap Arasında Diyalog
“Ehl-i kitap” deyiminden maksat Yahudi ve Hıristiyanlardır. Ancak “medeniyetler arası diyalog” denildiğinde ilk akla gelen Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki yakınlaşma ve diyalog çağrılarıdır. Olumlu bir sonuç vermemişse de yirminci yüzyılın başından itibaren iki büyük dinin mensupları arasında bu yakınlaşma toplantıları, bazen Vatikan’da bazen de İslâm başkentlerinde hep yapılagelmiştir. Peki, Bediüzzaman’nın ehl-i kitapla diyalog kurmak ve onlarla dost olmak konusundaki görüşleri nelerdir? Görelim:
a-Yahudilerle Diyalog ve Dostluk
Pratikte de görüldüğü gibi Bediüzzaman’ın Müslüman-Yahudi diyaloguna sıcak baktığını veya böyle bir yakınlaşmayı mümkün gördüğünü söylemek kolay değildir. Hatta günümüz şartlarında Yahudilerle işbirliğinin mümkün olmadığını Risale-i Nur’dan anlamak mümkündür.
1) Risale-i Nur müellifi Kur’an’dan çıkardığı hükümlere dayanarak[2] Yahudilerin banka ve faiz kurumlarıyla toplumları çeşitli dolap ve hilelerle ifsat ettiklerini, zarar gördükleri hükümetlerden intikam almak maksadıyla fesat komitelerini kurduklarını ve dünyanın birçok bölgesinde meydana gelen ihtilallerde parmakları olduğunu açıkça ifade ederek şöyle diyor:
“İşte bu milletin seciyelerinde ve mukadderatında münderic olan (yer alan) şöyle müthiş desatir (düsturlar) içindir ki, Kur’an onlara karşı pek şiddetli davranıyor, dehşetli sile-i te’dip vuruyor.”[3]
2) Diğer taraftan Bediüzzaman deccalla ilgili yazdığı risalede bir hadis-i şeriften yola çıkarak, deccalın en büyük kuvvetinin Yahudiler olduğunu, birçok hükümetin zulmünü gören Yahudilerin intikam almak için bir Yahudi olan Troçki’yi Rus devletinin başına getirdiklerini ve Rus halkının bin yıllık birikimlerini heba ettiklerini ifade ediyor.[4] Ayrıca deccalın hadislerde varit olan olağanüstü gücünden söz ederken şöyle der:
“Her iki deccal (yani hem Hıristiyanların içinde çıkacak olan büyük deccal, hem İslamların içinde zuhur edecek olan İslam deccalı) Yahudi’nin İslam ve Hıristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesinin yardımını ve kadın özgürlüğü perdesi altında faaliyet gösteren diğer bir komitenin yardımını alacağından, hatta İslam deccalı masonların komitelerini aldatıp onların desteklerini de alacağından dehşetli bir iktidar zannedilir.”[5]
3) Bediüzzaman’ın Yahudiler hakkındaki olumsuz kanaatlerinin sebeplerini anlamak zor değildir. Her şeyden önce Yahudiler önce kendi dinlerini sonra da Hıristiyanlığı tahrif ederek tarih boyunca semavi dinlere karşı bir husumet içinde olmuşlardır. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da sık sık tekrar ettiği “Benim düşmanlarım, gizli ifsad komitesi, gizli zındıka cereyanı ve zındıklar” şeklindeki ifadeleriyle yine gizli Yahudi ve mason komitelerine işaret ettiğini söylemek mümkündür. Bunu şu sözlerinden daha kolay anlayabiliriz:
“Otuz sene evvel Darü’l-Hikmet azası iken arkadaşlarımdan Seyyid Sadettin Paşa bana dedi ki: Kati bir vasıta ile haber aldım ki, kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi senin bir eserini okumuş ve “Bu eser sahibi dünyada kalsa biz mesleğimizi (yani zındıkayı ve dinsizliği) icra edemeyiz” diyerek senin idamına hükmetmişler, kendini muhafaza et.” Ben de “Tevekkeltu Alallah, ecel birdir, tagayyür etmez” dedim.”[6]
b-Hıristiyanlarla Diyalog ve Dostluk
Az önce de ifade edildiği gibi Bediüzzaman’ın Müslümanlarla Yahudiler arasındaki bir yakınlaşmanın gerekliliğinden söz ettiğini söylemek kolay değildir. Fakat Risale-i Nur’da Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında olması gerekli bir diyalogdan veya bir dostluktan söz edildiğini söyleyebiliriz. Bediüzzaman açıkça şöyle der: “Hattâ, hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.”[7]
Bediüzzaman’ın yukarıda geçen “İsevîlerin hakiki ruhanileri ile ehl-i Kur’an arasında bir ittifaktan” bahseden sözünde üç kelimeye vurgu yapılmıştır. Bunlar da, “medar-i ihtilaf noktalar”, “müşterek düşman” ve “muvakkaten” kelimeleridir. Bunları sırayla inceleyelim:
1) “Medar-i ihtlaf”tan maksat, bizimle Hıristiyanlar arasında mevcut olan Teslis (üç tanrı inancı), Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi ve gerçekte birer sahtekâr Yahudi olan bazı Hıristiyan azizlerinin durumu gibi bir kısım konulardır. Onlarla bu konuları tartışmamak gerekir. Bunu da anlayabilmek için öncelikle Müslümanlarla Hıristiyanların ittifak edebilecekleri noktaları tespit etmek gerekiyor. Yani Müslümanlarla Hıristiyanlar kendi aralarında konuşurlarken ittifak ettikleri noktalar üzerinde konuşmaları gerekir. Her iki dinin mensupları Allah’a, ahiret gününe, vahye ve genel ahlakın gerekliliğine inanmaktadırlar. Her ikisi de Hz. İsa ve Hz. Meryem’in mucize birer şahsiyet olduklarına inanırlar. O halde kendi aralarında konuşmaları bu merkezde olmalıdır.
Nitekim Kur’an-ı Kerim de bizimle ehl-i kitap arasında “müşterek” kabul edilen “Allah’tan başkasına ibadet etmemek, Allah’a ortak koşmamak ve Allah’ı bırakıp birbirilerini tanrı edinmemek” gibi üç hususta ehl-i Kitabı doğru yola davet etmemizi istiyor.[8] Bu durumda terör ve asayiş, ticaret, turizm ve kalkınma konularında işbirliği gibi hususlar üzerinde konuşmak ve teslis, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi gibi, onlar açısından hassas olan bazı konularda tartışmaya girmemek gerekir. Biz Hıristiyanlardan Hz. Peygamber’e inanmalarını bekleyemeyiz kuşkusuz. Zaten Muhammed’i (s.a.v) peygamber olarak kabul ettikleri gün aramızda medar-ı ihtilaf noktalar minimum düzeye inmiş olacaktır.
2) Bediüzzaman’ın ifadesinde geçen “müşterek düşman”dan maksat, hem Müslümanlığa hem de Hıristiyanlığa karşı husumet besleyen, ahlaksızlığı ve fuhşu teşvik ve terviç eden gizli komite ve teşkilatlardır. Bu müşterek düşman dün, hiçbir dini ve mukaddesatı kabul etmeyen ve her türlü ahlaksızlığı terviç eden komünistlikti; bugün ise dine karşı lakayt davranan, kadın özgürlüğü ve feminizm adı altında ahlaksızlığı ve zinayı yaygınlaştırmaya çalışan, böylece toplumun aile yapısını bozan gizli Yahudi komiteleri ve mason teşkilatlarıdır. Müslümanlarla Hıristiyanların bu teşkilatlara karşı mutlaka ittifak etmeleri gerekir.
Ne var ki, bu işbirliği kolay değildir. Çünkü feminizm adı altında fuhşu ve LGBT’ciliği bütün dünyada yaygınlaştırmak isteyen teşkilatların hamisi bizzat Hıristiyan Batılı ülkelerdir. Hakikate bakılırsa Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında yapılacak diyalogun bir numaralı gündemi ahlaksızlığı ve dinsizliği teşvik eden bu tür uluslararası teşkilatlara karşı işbirliği yapmak iken ne yazık ki, diyalog toplantılarında bu önemli konulara hiç temas edilmiyor. Üstelik sürekli ve ısrarla “yenidünya düzeni” ve “Ilımlı İslam” gibi dayatmacı sloganlardan söz ediliyor.
Oysa biliyoruz ki, yenidünya düzeninden kasıtları, İslam ülkelerini fiilen veya terör örgütlerini desteklemek suretiyle işgal etmek, İslam ülkelerinin ekonomik varlıklarına el koymak ve o varlıklara ulaştıran yolları kontrol altında tutmaktır. Ilımlı İslam sloganından maksatları ise, Kur’an’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını inkâr eden aydınları desteklemek, böylece din ve vatan nedir bilmeyen, aile bağları kopuk olan gençlerin yetişmelerini sağlamaktır.
3) “Muvakkaten” sözcüğü, Müslümanların maddi yönden güçlenecekleri zamanı hatırlatıyor. Elbette ki Müslümanlar maddi yönden güçlü oldukları zaman Hıristiyanlarla yapacakları diyaloglarında misyonerlik faaliyetleri, kilise açma çalışmaları vb. gibi Müslümanları rahatsız eden konuları tartışmaya başlayacaklardır. Bu yüzden Müslümanlarla Hıristiyanların bazı konularda ittifak edip ihtilaflı konuları medar-ı münakaşa yapmamaları muvakkat bir zaman içindir.
Bugün ülkemizde Hıristiyan misyonerlere karşı gösterilen tepkilerin aşırı olduğu söylenebilir. Biz Batıda istediğimiz yerde cami açabiliyoruz, ancak onlar bir kilise açtıkları zaman fazla tepki gösteriyoruz, denilebilir. Ne var ki, bizler bu tepkilerimizde haklıyız. Çünkü misyonerlik siyasi bir faaliyettir. Hatta onların siyasi amaçlar için yaptıkları misyonerlik faaliyetlerini engellemek bütün Müslüman ülke yöneticilerinin bir numaralı görev olmalıdır. Bu bizim hakkımız; çünkü misyonerlik, Hristiyanlığa çağrı yapmaktan öte uluslararası mason teşkilatlarının bir faaliyetidir.
Birisi çıkıp diyebilir ki, “Efendim, Risale-i Nur müellifi Avrupa’yı sefih, muzır, küfür ve küfranı dağıtan bedbaht bir ruh kabul ediyor. Avrupa medeniyeti için de “muzır, sefih, dalaletli, sakim ve pis” ifadelerini kullanıyor. Avrupa’yı bu şekilde tavsif eden bir İslam âliminin Batı medeniyetinin temsilcileri olan Hıristiyanlarla diyalogu ve iş birliğini nasıl tavsiye edebilir?”
Aslında Risale-i Nur müellifinin Batı medeniyetinin temsilcileri olan Hıristiyanlarla diyalog içinde bulunmaktan ve onlarla işbirliği yapmaktan maksadı Müslümanların, günümüzde “Batılı değerler” olarak bilinen dine uzak değerleri kabul etmeleri ve bu değerlere tabi olmaları değildir. Çünkü ona göre kaynağını ilahi vahiyden alan İslam uygarlığının, Yunan ve Roma felsefelerinin kalıntılarından ortaya çıkmış olan Batı uygarlığına tabi olması ya da içinde erimesi mümkün değildir.[9] O halde diyalogdan maksat, Müslümanların kendi değerlerine sahip çıkarak dinsizliği ya da dinde lakaytlığı öne çıkaran gizli düşmanlara karşı Hıristiyanlarla işbirliği yapmalarıdır.
Kaldı ki, İslam medeniyeti ile Batı medeniyeti arasında, resmen ilan edilmemişse bile, fiili bir diyalogdan ve bir işbirliğinden söz etmek de mümkündür. Bediüzzaman “Âlem-i İslam şu ikinci cereyana (mazlumların ve cumhurun cereyanı) karşı lakayt veya muarız kalmakla hem önemli bir dayanaktan mahrum kalır hem de bütün emeğini heder eder. Ayrıca galip gelen cereyanın istilasıyla tamamen ortadan kaldırılmaktansa, akıllı davranıp o cereyanı İslami bir tarza çevirip kendine hizmetkâr yapmak gerekir. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasıl ki, düşmanın dostu dost kaldıkça düşmandır”[10] diyerek diyalogun ve aklın gereği olan işbirliğinin yolunu göstermiştir.
Sonuç olarak Müslümanlarla Hıristiyanların dostluklar kurup diyalog içinde olmalarını kabul etmek istemeyenlerin elinde önemli bir delil vardır. O da şu ayettir: “Ey İman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Çünkü onlar birbirilerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır. Muhakkak ki Allah zalim kavme hidayet nasip etmez.”[11] Bediüzzaman bu ayeti tefsir ederken özetle şöyle der:
“Her şeyden önce Yahudi ve Hıristiyanları dost edinme yasağı, onların İslam’a muhalif olan ayin ve hurafeleri sebebiyledir. Yani batıl inançları sebebiyle Hıristiyanları sevmek yasaklanmıştır. Kaldı ki, bir adam zatı için sevilmez. Aynı şekilde bir kâfiri sevmek sıfat ve sanatı sebebiyle olabilir. Nasıl ki, her Müslüman’ın her sıfatı Müslüman olması gerekmiyorsa, her kâfirin sıfatı da kâfir olması gerekmez. Şu halde Kur’an’ın tasvip ettiği bir sıfat veya bir sanat bir kâfirde de olsa o sıfatı sevmek ve onu almak, benimsemek caizdir.”
“İkinci olarak da, Asr-ı saadette büyük bir dini inkılâp yapılmıştı. Bütün zihinler din merkezli bir noktaya çevrilmiş olduğundan bütün sevgiler ve düşmanlıklar da yine din merkezliydi. Bunun için Müslümanların gayri Müslimlerle olan dostluklarından nifak kokusu gelebilirdi. Oysa şimdi dünyada büyük bir medeni ve dünyevi inkılâp olmuş. Batı uygarlığının ruhu hükmündeki dünyevileşme bütün akılları kendine bağlamış. Başka bir deyimle, dünyevileşme ve uygarlık merkezli düşünce oluşumları yaygınlaşmıştır. Bu yüzden onların ilerlemelerinden istifade etmek, onlardan sanat almak ve dünyevi saadetin temeli sayılan asayişi muhafaza etmek anlamında Hıristiyanlarla dostluk kurmak ve onlarla ittifak etmek, İslam’ın yasaklayacağı bir konu olamaz. Deyim yerindeyse, bu anlamdaki dostluk kesinlikle Kur’an’ın öngördüğü yasak kapsamında değildir.”[12]
Görüldüğü gibi Bediüzzaman “dünyevi saadetin temeli sayılan asayişi muhafaza” ilkesinden söz ederek terörü önleme ve asayişi muhafaza etme konusunda işbirliğinin önemli ve gerekli olduğuna vurgu yapıyor.
O halde yukarıdaki ayetin manası “Yahudi ve Hıristiyanları din ve inanç noktasında dost edinmeyiniz. Yani, savaşlarda onlara yardım etmeyiniz ve din kardeşlerinizin aleyhine olacak şekilde onları desteklemeyiniz. Onların Kur’an’a muhalif olan hükümlerini ve adetlerini benimsemeyiniz, onların her dediklerini kabul etmeyiniz ve onlara karşı zillet göstermeyiniz” şeklinde anlaşılmalıdır.
Elbette son derece ileri bir teknolojiye sahip olan Batı ile uyum sağlamak Müslümanlar için hayati bir önem taşıyor. Ancak Batı ile uyum sağlamak demek Türkiye’de birçok alanda, özellikle özgürlükler ve ekonomik kalkınma alanlarında bir dönüşüm sağlamak için Batı uygarlığının manevi mimarı sayılan Hıristiyanlarla dost olmak ve onlarla medar-i ihtilaf noktaları söz konusu etmemektir. Dostluğu zillet derecesine düşürmek, yani onların her istediğine boyun eğmek, Hıristiyanlık dâhil bütün dinleri reddedip seküler ve dinsiz bir hayatı arzulayan gizli komitelerin oyunlarına gelmek dostluk değil İslam’a ve insanlığa bir ihanettir.
[1] Said Nursî, Sözler, s. 655; Yeniaysa Neşriyat, İstanbul, 2005.
[2] Bakara, 2/60,96; Maide, 5/62,64
[3] Said Nursî, Sözler, s. 366.
[4] Said Nursî, Şualar, s. 507; Yeniasya Neşriyat, İstanbul, 2005.
[5] Said Nursî Şualar, s. 513.
[6] Said Nursî, Şualar, s. 367.
[7] Said Nursî, Lem’alar, s. 155; Yeniasya Neşriyat, İstanbul, 2005.
[8] Ali İmran, 3/64.
[9] Said Nursî, Sünuhat, s. 60.
[10] Said Nursî, Sünuhat,. S. 61.
[11] Maide, 5/ 51
[12] Said Nursî, Münazarat, s. 30.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.