Musa Kazım YILMAZ
Kur’an Kültürü İle Batı Kültürü (2)
Tarih boyunca dünyayı ve insanlığı en çok etkileyen bu iki kültür ve medeniyetin insana ve hayata bakışlarını iyi tanımamız lazım. Önce maddi ve manevi hayatımızı besleyen Kur’an Kültüründen başlayalım:
Kur’an’ın bize kazandırdığı kültüre göre bütün insanlar hür ve eşit olarak doğarlar. Kim daha çok Allah’tan korkar, kim daha ahlaklı ve çalışkan ise o kimse hem maddeten hem manen yükselir. (وَأَن لَّيْسَ لِلْإِنسَانِ إِلَّا مَا سَعَىٰ) “Gerçek şu ki, insan için çalışıp didinmesinden başkası yoktur"[1] ayeti dünyada en şerefli şeyin, insanın kendi emeğiyle bir şeyler kazanmak olduğunu bildiriyor.
Eşitliğin bir simgesi olarak Cumhurbaşkanı ile bir hamal aynı yerde, başlarını Allah için toprağa koyarlar. Allah insanların bir erkekle bir kadından yaratıldıklarını, ancak tanışma ve dayanışma esprisiyle gruplara ve kabilelere ayrıldıklarını buyurur.[2] Hz. Peygamber’in (sav) en çok beğendiği unvanı “Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed” idi. Buna en büyük delil, Allah Resulünün ashabına hitaben, (لَا تُطْرُونِي كما أَطْرَتِ النَّصَارَى ابْنَ مَرْيَمَ؛ فإنَّما أَنَا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ) “Hristiyanların İsa’yı aşırı derecede övdükleri gibi övmeyin. Ben ancak Allah’ın kulu ve elçisiyim”[3] buyurmuş olmasıdır.
Bilindiği gibi Hz. Peygamberin (sav) yaşadığı dönemde Bizans ve Pers kralları vatandaşlarına köle gözüyle bakıyorlardı. Peygamberimiz ise kölelerle oturur, onlarla birlikte yemek yer ve onlara “kardeşlerim” derdi. Bir gün bir adam, bağdaş kurarak yere oturmuş olan Hz. Peygamber’in yanına geldi. Adam Peygamber’in etrafındaki insanları görünce onu bir kral, bir hükümdar sanmış ve biraz korkmaya başlamıştı. Peygamberimiz ona, “Gel otur” dedi. Adam geldi oturdu, fakat çok tedirgindi. Peygamberimiz, “Yanaş” dedi. Adamın dizi Resûlüllah’ın dizine değmişti; ne var ki, heyecandan tir tir titriyordu. Peygamberimiz ona, (هَوِّن عليك ، فإني لستُ بملِكٍ ، إنما أنا ابنُ امرأةٍ كانت تأكل القَديدَ) “Rahat ol; ben bir kral değilim. Ben ancak kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum” buyurdu.[4] Peygamber bu sözüyle mütevazılığını bütün dünyaya ilan etmiş oluyordu. Çünkü tevazu, peygamberlerin en önemli vasıflarından biridir.
Bizim kültürümüzde herkes kanunun önünde de eşittir. Buna en iyi örnek Hz. Ali’nin bir Yahudi ile mahkemeye çıkmasıdır. Kuşkusuz bir devlet başkanının kendi dininden olmayan tebaasıyla hâkim önüne çıkması, dünya mahkeme tarihinde bir ilktir. Rivayete göre Hz. Ali, Sıffîn Savaşı’na giderken yolda zırhını kaybetmişti. Savaş bittikten sonra O zamanki İslam devletinin başkenti Kûfe’ye döndüğünde, zırhını bir Yahudi’nin üzerinde gördü. Hz. Ali Yahudi’ye, “Bu benim zırhımdır. Onu nereden buldun?” dedi. Yahudi, “Hayır, bu yıllardır kullandığım bir zırhtır” dedi. Hz. Ali, İslam devletinin başıydı ve isteseydi zırhı ondan hemen alabilirdi. Fakat adaletin tecellisi için Yahudi’ye, “O zaman bu işi mahkeme çözer, Kadıya gidelim” dedi.
Birlikte Kadı Şureyh’in yanına gittiler. Kadı Şureyh, Hz. Ali’ye, “Ey müminlerin emiri, aranızdaki mesele nedir?” dedi. Hz. Ali, “Şu adamın elindeki zırh bana aittir. Ama onu nereden elde ettiğini bilmiyorum” dedi. Meseleyi anlayan kadı Hz. Ali’ye, “Bu zırhın sana ait olduğunu iddia ediyorsun; peki, bu iddianı ispat edecek bir delilin var mı?” diye sordu. Hz. Ali, “Evet var, oğlum Hasan bu zırhın bana ait olduğuna şahitlik yapar” dedi. Kadı Şureyh, “Oğulun baba hakkındaki şehadeti makbul değildir. Eğer tek delilin bu ise zırh Yahudi’nin elinde kalır” dedi
Bu büyük adalet karşısında Yahudi daha fazla dayanamadı ve: “Müminlerin emiri, beni Kadıya götürdü, kendi tayin ettiği kadı onun aleyhinde hüküm verdi. Oysa Kadı’nın benim aleyhimde karar vereceğini düşünmüştüm. Ama Kadı, Ali’nin dininden olmasına rağmen benim lehimde karar verdi. Böyle bir adalet ancak hak dinde olur” dedi ve Müslüman oldu. Hz. Ali’nin zırhını da ona iade etti.[5] İslam tarihinde bunun gibi pek çok örnek vardır. Fatih Sultan Mehmed’in Rum bir mimarla mahkemeye çıkması da bu örneklerden bir tanesidir.
Batı Kültüründe Durum
Batı kültüründe ise insanlar eşit değildir. Asiller, derebeyleri, Feodaller, Senyörler… Bir de köleler, uşaklar ve Rusya’da toprak ağası adına çalışan köylü serfler… Bu terimleri ve yaşam sınıflarını icat eden ortaçağ Avrupa’sıdır. Demokrasi, eşitlik ve Modernizmin Batı uygarlığına hâkim olmasına rağmen 21. Asırda bile bu sınıflar vardır. Farklı renge, farklı kültüre ve farklı dine mensup olanlar bugün Avrupa’sında bile ikinci sınıf insan sayılmaktadır.
Bakınız: Avrupa ülkeleri, yerlerinden edilen Suriye, Irak ve Afrikalı mültecileri kabul etmediler ve denizlerde boğulmalarına seyirci kaldılar. ABD’nin Akdeniz’deki donanması en ufak bir deniz hareketine bile müdahale ederken, denizlerdeki mülteci boğulmalarını görmezden geldiler. Ama kendi dindaşları olan ve kendilerine benzeyen beyaz Ukraynalı mültecileri seve seve ülkelerine aldılar ve onları en iyi şekilde ağırladılar. Bu durum ırk, renk, din ve sınıf farkının onlarda hala geçerli olduğunun en açık göstergesidir.
Bütün samimiyetimle şunu iddia edebilirim ki, Batılılar hiçbir zaman medeni olamadılar ve olamazlar. Çünkü onlara göre bir Müslümanı öldürmek bir tavuğu veya bir sokak kedisini öldürmekten daha hafiftir. Haçlı savaşlarını ve Filistin katliamını bir kenara koyuyorum; İngiliz kraliyet veliahdı Prens Harry, 2022 yılında yazdığı kitapta, Afganistan'daki görevi sırasında 25 kişiyi öldürdüğünü ve bundan utanç duymadığını dile getirdi Prens Harry kitabında şu iğrenç ifadeleri de kullanıyor: "25 sayısından korkmamak bana çok önemli göründü. Yani benim numaram 25… Bu beni tatmin eden bir sayı değil ama utandırmıyor da." Adam az sayıda Afgan öldürdüğü için tatmin olmamış ama “Eh ne yapalım, utanmamalıyım, 25 kişi de idare eder” diyor. Dikkat edin: Veliaht prens 25 Afganlı Müslümanı öldürdüğünü zevkle anlatıyor ve bundan asla utanç duymadığını yazıyor.
Bu itiraf, cinayet itirafı sayılıp caninin mahkeme önünde hesap vermesi gerekirken çevresinden ve dostlarından gelen tepkiler son derece ibret verici: "Seni seviyoruz Prens Harry, ama çeneni kapatmalısın!" Maalesef sözde demokrasinin beşiği olan Batıda, onun diğer insanlar gibi cezalandırılmasını isteyen sesler çok kısık kaldı. Taliban hükümet sözcüsünün dediği gibi Prens Harry'nin bu itirafı masumları hesapsızca katleden işgal güçlerinin elinde Afgan halkının yaşadığı travmanın çok ufak bir örneğidir.
Bu konuda örnekleri çoğaltmak mümkündür. 11 Temmuz 1995’te Srebrenitsa'da, BM adına şehrin güvenliğinden sorumlu olan Hollandalı Komutan Thom Karremans kendisine sığınan 25 bin Boşnak mültecinin yaşadığı Srebrenitsa şehrini Sırplara teslim etmişti. Sırplar da şehirde katliam yapmışlardı. Hollanda Askeri birliğinde görevli olan Liesbeth Beukeboom ismindeki Hollandalı bir asker, katliamdan 25 yıl sonra, o günleri Hollanda’nın NOS Televizyonunda anlattı; dedi ki: “Komutanım Thom Karremans emriyle, binlerce Boşnak'ın sığındığı Srebrenitsa kentindeki BM Barış Gücü karargâhının kapısını Sırp güçlerine açtım. Sırplar önce evlere el bombası atıp, köpekleri içeri saldılar. Sonra da evleri ateşe verip, bizim karargâhın kapısına dayandılar. Karargâha sığınan 8 bin Boşnak kadın, erkek ve çocukları öldürdüler.”
İşin garip tarafı daha sonra ortaya çıkan bir video kasetinde Sırp generalin, kenti Sırplara teslim eden Hollandalı komutana bir hediye verdiği ortaya çıktı. Bir hafta süren katliam II. Dünya Savaş’ından sonra insanlığa yapılan en büyük suç olarak kayıtlara geçti. Geçti geçmesine ama ne o itirafı yapan Hollandalı askere ne de katliam emrini veren komutanına ceza verildi. Ellerini kollarını sallayıp gezdiler ve 25 yıl sonra hatıralarını anlatır gibi katliam günlerini anlattılar. Sadece göstermelik olarak Bosna kasapları Ratko Mladic ve Radovan Karadzic’le beraber birkaç Sırp General Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesinde mahkûm edildi. Ama katliamcı subaylara karargâh kapısını açan ve Sırp kasabından hediye alan Hollandalı komutana hiçbir ceza vermediler. Hollandalıya ceza veremezler, çünkü Avrupalılar kendilerini birinci sınıf, Ortodoks olan Rusları, Sırpları, Yunanlıları, Bulgarları, Ermenileri ve Süryanileri, hatta Macarları, Portekizlileri ve Polonyalıları ikinci sınıf insan kabul ederler. Müslümanları ise insan yerine bile koymazlar.
“Ben 25 Yahudi’yi, ya da Hristiyan’ı öldürdüm” diyen Bir Müslüman devlet yetkilisinin veya sıradan bir Müslümanın başına nelerin gelebileceğini düşünebiliyor musunuz? Mesela eğer bir Türk devlet adamı böyle bir şeyi söylemiş olsaydı ülkemiz Haçlı müttefikler tarafından işgal edilirdi. Demek ki, BM güvenlik konseyi, Kopenhag kriterleri, Adalet Divanı, AHİM, Helsinki Sözleşmesi ve Paris Şartı gibi uluslararası kuruluşlar, zulüm kanunlarına giydirilmiş birer kılıftan ibarettir. Filistin’de, Bosna’da, Afganistan’da ve Irak’ta yaşananlar, Batı kültür ve medeniyetinin ne kadar gaddar, sicillerinin ne kadar bozuk olduğunu ortaya koymuştur.
(Devam Edecek)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.