Musa Kazım YILMAZ

Musa Kazım YILMAZ

Mehmet Akif’in Batı Hayranlığına Tepkisi

Mehmet Akif 1873 yılında İstanbul’un Fatih semtinde doğdu. Sezai Karakoç, M. Akif'in ailesi ve kökeni ile ilgili olarak şu nefis yorumu yapar:

Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih’tir. Yani M. Akif tam bir Doğu Müslümanlığının, Batı Müslümanlığının ve Merkez Müslümanlığının sentezi bir çocuk olarak dünyaya gelmiştir.”

M. Akif’in dünyaya gözlerini açtığı dönem, Osmanlı devletinin hasta adam ilan edildiği ve bu görüşün, dönemin devlet adamlarına ve aydınlarına uğursuz bir hastalık gibi bulaştığı, çöküş şartlarının hemen herkeste çözülme, umutsuzluk ve panik yarattığı, buna rağmen herkesin bir şeyler yapma çabasında olduğu bir dönemdir.

2. Mahmut'un başlattığı yenileşme hareketleri, Tanzimat fermanıyla doruk noktasına ulaşmıştı. Gittikçe artan bir düzeyde devam eden aydın-halk çatışması, milletle devlet arasında birçok siyasi ve sosyal problemler doğurmuş, bu problemler toplumsal ayrışmalara yol açmıştı.

Aslında yenileşme ve değişme çok cazip ve tabii seyrinde bırakıldığı takdirde, toplumun her kesimi tarafından da kabul görebilen bir hareketti. Fakat özellikle ulemanın ve dindar aydınların ciddi bir endişesi vardı: Başkalaşma ve toplumu kökten değiştirme... Ulema ve dindar aydınlar, değişime değil değiştirmeye ve başkalaşmaya karşı oldukları için günümüzde bile “irticacı” damgasını yemekten kurtulamıyorlar. Oysa köklerimize bağlı kalarak pekâlâ değişime ve yenileşmeye açık olabiliriz.

Bugün olduğu gibi o dönemde de korkuyla umut, ataletle hamle çabası, teslimiyetle yiğitçe direniş, körü körüne taklitle köklerimize bağlı kalma, çözülme ve yeniden toparlanma gayreti, aynı anda ve çok zaman kol kola denecek kadar birbirine yakın duruyordu. Diğer taraftan, devletin başı da büyük dertteydi. Zira Avrupa ülkelerinin Osmanlıyı tasfiye etme politikası bütün hızıyla ve büyük bir kararlılıkla devam ediyordu.

Daha Akif 6 yaşında iken Ruslar İstanbul'a kadar ilerlemiş ve bir meydana Ayastefanos Abidesini dikebilmişlerdi. Tam bu sıralarda, devletin ve milletin tehlike altında olduğunu gören II. Abdulhamid Han, politik dehasının bir eseri olarak, devletin ve milletin varlığını korumak için çöküş endişesinin yarattığı bir halet-i ruhiye ile Meclis-i Mebusan'ı kapatıp mecburen baskıcı bir politikaya yönelmişti.

O döneme ait politik hareketleri ve tez sahibi kişileri Türkçüler, İslamcılar ve Batıcılar diye üç ana başlık altında toparlayabiliriz. Ayrıca bu üç eksenin sadece geçmişte kalmadığını, bugünkü fikir dünyamızda da karşılıkları bulunduğunu söyleyebiliriz. İslamcı yaklaşım, politik ve ideolojik tezlerinin temeline İslam’ı, Türkçüler Türk milliyetçiliğini, nihayet batıcılar da batılılaşmayı ve çağdaşlaşmayı koymaktadırlar. Cumhuriyeti kuranlarda da kısmen milliyetçilik olmakla beraber ana eksende batılılaşma ve çağdaşlaşma ruhu hâkimdi.

M. Akif Ersoy’u bu kategoriler içinde İslamcılığa yerleştirmek yanlış olmaz. Ancak İslamcılık da homojen bir ideoloji değildir; İslamcı adlandırması altında eskiden olduğu gibi bugün de iki temel eğilimi belirlemek mümkündür. Bunlardan birincisi, “Batı dünyası ile herhangi bir alanda ilişki kurmayı reddeden kitlesel refleksin ait olduğu taassupvari tutumdur.” Bu düşüncede olanlar geleneği kutsal kabul ederler ve “tenkit, tahkik ve maddi yönden ilerleme” gibi son derece önemli yöntemleri görmezlikten gelirler.

Çağın idrakine uygun İslam” adı verilebilecek ikinci tepki ise, Batı ile diyaloga girmeyi talep eden, Batı’nın meydan okumalarına karşı sessiz kalmayan, onun kurum ve kurallarıyla hesaplaşmak isteyen, özellikle maddi kalkınmaya ve refaha bigâne kalmak istemeyen bir anlayış.

İşte “Alınız ilmini garbın alınız sanatını, veriniz mesainize hem de son suratını” diyen Mehmet Akif, bu İslâmî anlayış içinde yer alan bir ekolü benimsemiştir. O zaman Bediüzzaman Said Nursî, Arapgirli Hüseyin Avni, Bergamalı Cevdet, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Şeyhü’l-İslam Musatafa Sabri ve Amasya Müftüsü Mustafa Tevfik gibi âlimler de M. Akif gibi orta yolu seçmiş ve bu yolda gayret göstermişlerdir.

Kuşkusuz bu âlimler gibi M. Akif de bütünüyle Batı karşıtı bir aydın değildir. Galiba bu alimlerin içinde, Avrupa karşıtlığı konusunda en güzel tespiti yapan Bediüzzaman’dır. Özetle şöyle der: “Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir Birisi, İsevilik din-i hakikîsinden aldığı feyizle insanlığın sosyal hayatına faydalı sanatları, adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri takip eden birinci Avrupa. Diğeri, inkârcı tabiat felsefesinin karanlığıyla, medeniyetin kötülüklerini iyilik zannederek insanlığı ahlaksızlığa ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa...”[1]

Bu İslâmî anlayışın bir özelliği daha var: Batı’nın ilerleme yönündeki bazı geleneklerini adapte eden, bazılarına ise, onlara karşılık gelecek kurumları İslam içinden çıkartmaya çalışan bir anlayış… Ayrıca bu anlayış, eleştirinin asıl mekânı olarak Batının entrikalarını değil [çünkü onlar görevlerini yapıyorlar] fakat daha çok Müslümanların eksikliklerini gören bir anlayıştır. Yani çuvaldızı kendimize iğneyi başkasına batırmayı esas alan bir anlayış.

Bediüzzaman bunu en veciz biçimiyle şöyle ifade eder. “Eğer biz doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan [diğer din mensuplarından İslâm’a] fevc fevc dâhil olacaklardır. Eğer biz ahlâk-ı İslamiyesin ve hakaik-i imaniyenin kemalatını ef'alimizle [davranışlarımızla] izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki Küre-i Arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler.” [2]

M. Akif, Batı’nın sömürgeci siyasetleri ile bilimsel araştırma ve insan hakları alanında görülen gelişmişlik arasındaki derin çelişkiyi de görebilen bir aydındır.

Denilebilir ki, M. Akif iki tür kör taklitçi ve mutaassıpla mücadele etmiştir. Başka bir deyimle, Akif bağnazlık ve taassubun iki türüyle mücadele etmiştir. Bunlardan birincisi, icat ettiği bid’alara din namını veren ve her türlü yeniliği din adına günah kabul ederek reddeden taassup sahibi sözde dindarlardır.

İkincisi ise, Batılılaşma ve çağdaşlık yolunda kendi kültüründen ve hatta dininden vazgeçmeyi göze alarak Avrupa’yı körü körüne taklit eden sözde aydınlardır. Bu sözde aydınlardaki tassup, dindarların taassubundan çok daha tehlikeli ve bağnazcadır.

Elbette M. Akif Batılıların sömürgeci siyasetlerini eleştirirken, insanlığa faydalı olan teknoloji ve bilimsel araştırmalara karşı son derece yakın kanaatlere sahiptir. M. Akif’in Safahat’ında ve diğer yazılarında Batı’nın bu iki yüzüne işaret eden çeşitli yorumları görmemiz mümkündür.

Mehmet Akif’teki bu Batı karşıtlığını manzum veya mensur tüm eserlerinde görmek mümkündür. Ancak M. Akif’e göre; "Eski, eski olduğu için atılmaz; zararlı veya faydasız olduğu için atılmalıdır. Yeni olan bir şey de, yeni olduğu için alınmaz; doğru, güzel ve faydalı ise alınmalıdır." İstiklal Marşında yer alan aşağıdaki beyitlerden bunu daha iyi anlayabiliyoruz.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun… Korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar?

Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?

M. Akif, Cumhuriyet döneminde de batı hayranlığına ve körü körüne çağdaşlaşmaya çanak tutulduğuna şahit olunca çak şaşırmadı. Çünkü cumhuriyeti kuranları yakından tanıyordu. Batı’ya gönderilen bilim adamı adaylarına büyük masraflar yapıldığını, fakat her şeye rağmen yapılan masrafın önemli olmadığını ama gidenlerin bir kısmının dönerken beraberinde getirdikleri kokmuş fikir ve teorilerin yenilir yutulur cinsten şeyler olmadığını, biraz öfke dolu ifadeler kullanarak şöyle der:

Sonra zenginlerimiz…”Haydi gidin fen getirin”

Diye, her isteyenin şahsına bilmem kaç bin

Ruble tahsis ile sevk eylediler Avrupaya.

Pek fedakâr idi hemşehrilerim doğrusu ya.

Geldi bir tanesi akşam hezeyanlar kustu.

Dövüyordum, bereket versin, edepsiz sustu.

Bir selamet yolu varmış… O da neymiş, mutlak,

Dini kökten kazımak, sonra evet Ruslaşmak.

Müslüman o sebepten bu sefalette imiş,

Ki kadın “sosyete” bilmezmiş, esarette imiş.

Bu satırların yazarı M. Akif, ilim tahsil etmek için milletin parasıyla Avrupa’ya giden, fakat döndükten sonra, Avrupa’nın hayâsızca geleneklerini ülkeye sokmaya çalışanlara karşı üslubunu biraz daha sertleştiriyor ve şöyle diyor:

Din için, millet için iş görecek alçağa bak,

Dini pay mal edecek, milleti Ruslaştıracak

Al okut, Avrupa tahsili desinler, gönder,

Servetinden bölerek namütenahi para ver.

Sonra bir bak ki, meğer karga imiş beslediğin,

Hem nasıl karga, değil öyle bellediğin.

Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne

Acırım tükürüğe billahi, tükürsem yüzüne

Burada, tükürüğüne acıdığı için onların yüzüne tükürmeyen M. Akif, başka bir şiirinde, başta samimi olmayan Batı dünyasına ve onların bizdeki işbirlikçilerine tükürüğünü esirgemiyor. Vefat eden ecdadın aziz ruhlarına hitap ederek yeryüzünde dolaşan bu insan suretindeki mahlûkları onlara şikâyet ediyor:

Ey bu topraklarda birer naş-ı perişan bırakıp,

Yükselen mevkib-i ervah, sakın arza bakıp,

Sanmayın şevk-i şehadetle coşan bir kan var.

Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş kan var.

Bakmayın hem tükürün, çehre-i murdarımıza,

Tükürün, belki biraz duygu gelir arımıza.

Tükürün milleti alçakça vuran darbelere,

Tükürün, onlara alkış dağıtan kahpelere.

Tükürün, ehl-i salibin o hayâsız yüzüne,

Tükürün, onların asla güvenilmez sözüne.

Medeniyet denilen maskara mahlûku görün,

Tükürün, maskeli vicdanına asrın tükürün.

Acaba M. Akif’i bu kadar öfkelendiren nedir, diye baktığımız zaman, Batı’nın ve Batı’nın bizdeki işbirlikçilerinin, Batı medeniyetinin Osmanlı’ya sokulması karşılığında Milletin manevi hayatını toptan değiştirmeyi amaçlayan çabalarıdır. Ona göre Batı’yı taklit etmek isteyen Osmanlı aydınlarının en büyük çıkmazı, kendi kültürlerinin köklerinden utanıp onunla yüzleşmekten kaçınmaları, kültürü besleyen İslam dinini sırtlarında bir yük kabul ederek ondan kurtulmaya çalışmaları, fakat birçok aydının bunu sesli bir şekilde dile getirmemesidir. Akif onlara cevaben diyor ki:

Hele ilanı zamanında şu melun harbin,

Bize efkâr-ı umumiyesi lazımmış Garbın.

O da Allah’ı bırakmakla olurmuş, herzesini,

Halka iman gibi telkin ile dinin sesini,

Susturan aptalın idrakine bol bol tükürün.

İşte M. Akif Safahat adlı devasa eserinde, İkinci Mahmud zamanından beri, çağdaşlaşmak yolunda, Milletimize bazen tamamen ters, bazen bin bir noksanla sunulan sakat reçetelerin nasıl verildiğini, şiirsel üslupla bize nakleder. Açıkça belirtelim ki, batılılaşma ve çağdaşlaşma konusunu Akif kadar bilen ve bu konuda bize doğru yolu gösteren ikinci bir şair gösterilemez.

M. Akif 27 Aralık 1936 yılında Allah’ın rahmetine kavuştu. Mekânı, nur içinde yatsın, cennet olsun.

[1] 17. Lem’a, 5. Nota.

[2] Tarihçe-i Hayat, ilk Hayatı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum