Mustafa ORAL
Namazın şiiri
“İlk” bizim hayatımızda devrim niteliğinde değişimler yapan, etkileri belki ebede kadar devam edecek olan olaylar için bir “başlangıç/mukaddime” teşkil eder. İlkler hiç unutulmaz. Yıllar geçse de her an hatıralarımızın baş köşesindedir. En ağır misafir gibi daima hürmetle yad edilir.
Okula gittiğimiz ilk gün, askerlik için nizamiyeden girişimiz, düğünümüz, ilk çocuğumuzun olduğu ve onun yürümeye, anne-baba demeye başladığı gün, annemizin ve babamızın öldüğü gün, eğer şairsek ilk şiirimizi yazdığımız, ilk şiirimizin yayınlandığı gün…
Bütün bunlar hep “unutulmayan ilkler”dir. Ama bir mümin için bu ilklerin en güzeli, en özeli, en yücesi şüphesiz ilk namazdır. Zira ilk namaz bizim ruhlar aleminden başlayıp, anne rahminden geçip, çocukluğa, gençliğe, ihtiyarlığa, kabre, oradan berzaha uğrayıp, saadet-i ebediye memleketine uzanan ezeli ve ebedi yolculuğumuzun mebde ve müntehasını teşkil eder. Değil mi ki insan namazla ibda edilir, kendini namaz ile inşa eder.
Her şeyin ilki, her sevdiğimiz yazarın bize kendini sevdiren ilk yazısı hep hatırımızdadır. Çoğu kere onu o yazısı ile hatırlarız. Ömer Seyfettin benim kendisiyle ruh akrabalığı hissettiğim bir yazar. Ömer Seyfettin denilince aklıma ilk önce “İlk Namaz”ı gelir. Hatta çoğu kere her nerede “İlk Namaz” diye bir cümle ile karşılaşsam ilk önce Ömer Seyfettin ve “İlk Namaz”ı hatırlarım:
“Şimdi beni saran teselliden ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada tek düşkün olduğum bu saygıdeğer vücudu işte hatırlıyorum, on beş sene evvel beni ilk sabah namazına kaldırmış idi. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük karyolamda uyurken bir öpücük gibi alnımı okşayan nazik eliyle, nazik ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak: "Haydi Ömerciğim kalk”, demişti. "Kalk haydi yavrucuğum."
Her mümin için her “ilk” gibi “ilk” namaz da onun hayatında bir ilk olmasına rağmen asla bütün namazların en mükemmeli değildir. Zira ilk olup da en mükemmel yapmak sadece “Bana dünyanızdan iki şey sevdirildi: Gözümün nuru namaz…” diyen Efendimiz’e (s.a.v.) mahsustur.
14 yaşında ilk kıldığım namazı ve o gün yaşadığım heyecanı, huşu ve huzu halini hatırlıyorum da “Acaba” diyorum “Efendimiz (s.a.v.) ilk namazını nasıl bir ruh hali ile kıldı? Namazın mahiyetine ve hakikatine uygun şekilde nasıl namazın hakkını vererek kıldı?” diye düşünmeden edemiyorum.
Kul ile Rabbi arasındaki en kutsi münasebet, imandan sonra en sağlam bağ olan, kainattaki bütün varlıkların lisanı halleriyle yaptıkları ibadetlerin özeti olan namazın hakikatini ve mahiyetini anlamak, dünyamdaki karşılığını idrak etmek ve bu cümleden olarak Peygamberimiz gibi namazın hakkını vermek için namazın rahlesinden nasıl geçmek gerekiyor gibi bir soruya cevap bulmak umuduyla Nurefşan Çağlaroğlu’nun “İlk Namaz” isimli kitabını elime alıyorum.
Kitabın adı bana ilk elden Ömer Seyfettin’in “İlk Namaz”ını hatırlatıyor. Her ne kadar kitaptan ilk önce “namaza dair ders” çıkarmak istiyorsam da kitabın daha ilk cümleleri bana “din”den önce bir “dil” bir dersi veriyor. Kendi kendime soruyorum: “Acaba gerçek anlamda belli bir dil sınırını aşarak namazın bir sanat türü ile, bilhassa edebi bir dil ile, bilhassa şiir ve öykü ile dillendirilmesi mümkün olabilir mi?”
Kitabın ilerleyen sayfalarında yer yer Sezai Karakoç’u, yer yer Bediüzzaman’ı anımsatan dil akışıyla karşılaştığımda bu sorumun cevabını bulduğumu görüyorum. Karakoç ve Bediüzzaman gibi üstatların üsluplarını düşündüğümde namazın şiirini de, öyküsünü de yazmanın mümkün olduğunu görüyorum.
Yazar kalbini yazar ve mümin bir yazar için dil kişilik demektir. Karakoç’un ifadesiyle “…namazla (…) kalb, kalb olur. İnanç, kalbde bu tür tecrübelerin tekrarıyla kökleşir. (….) namaz, mümin kişiliğinin oluşması için temel taşlarıdır.” Namazın hakkını veren bir kişiliğe ulaşan yazar Sezai Karakoç türünde bir dile ulaşarak namazın şiirini ve öyküsün yazabilir.
Nurefşan Çağlaroğlu’nun ‘İlk Namaz’ı Risale-i Nur külliyatındaki namazla ilgili bahislerin şerhi niteliğinde. Bilhassa 9. ve 21. Sözlerin şiirsel dilinin etkisi çok açık bir şekilde hissediliyor.
"Her namaz, aslında ilk namazdır. Yeni namaz, yeni giren vaktin namazıdır ve her vaktin de kendine özgü söylediği bir şey vardır" diyen Çağlaroğlu kitabında her vakit namazını hayatın içinden beş kişinin beş başka şehirde geçen hikayesi içinde anlatıyor.
Çağlaroğlu “Sabahın Burcu”nda bir yazarın kıldığı ilk sabah namazının aleminde meydana getirdiği aksi satırlara taşıyor. Seher vaktinde zaman bir yazar olur; “en kamil hikayesini ve en seçkin romanını” yazar. Bir de bir “şiir dinletisi” gibi tütüyorsa seherin burcunda bahar… İşte o zaman hamdü senanın şiiri yazılır, diline, haline, kalbine. Değil mi ki yazar namazı yazar, namaz yazarı yazar. Bu ruh hali ile başlar namaza ve güne: Allahüekber...
“Öğlenin Muştusu” bir doktorun kıldığı ilk öğle namazında kendi hastalığını teşhis ve tedavi edişini anlatıyor. Kuşlar “esma şiiri”nin terennümündedir öğle saatlerinde. Denizler mavi kasideler okur dalgaların sesinde, martıların beyaz nefesinde. Doktor kendi hastalığını teşhis ettikçe esmanın şiirleri kat kat açılır güllerin dilinde. Ve öğle namazı bir gül-ü Muhammedi olur kalpteki yaraları tedavi eden:Allahüekber…
Bir sosyolog ilk ikindi namazını “İkindinin Cam Köşkleri”nde kılıyor. Güneş yavaş yavaş batmakta, gün üşümektedir. Sonbahar kuru çiçeklerden buketini sunmaktadır tüllenen ikindilere. Eylül şiirleri okumaktadır dalgalar. Bir günün ufkuna savrulmaktadır sarışın yapraklar. Renkler solmuş, vedaya hazırlanmaktadır sevgililer. Teselli makamında bir beste boğazın serin sularındadır. Ferahfeza. Camiden ruhun müziğine davet eden, berrak bir ses akmaktadır: Allahuekber!.. Ezan, rüzgar, dalga sesi ve kuşlar… Kur’an kainat satırlarında kulu ikindi namazına çağırmaktadır.
Durulur sular, durulur hüzün ve o namaza durar:Allahüekber! Haller içinde namazın hallerinden hallerine geçer.
Bir ressam ilk akşam namazını “Akşamın Sahilleri”nde kılıyor. Dünya bin bir renkle kuşatılmıştır. İlahi boya ile boyanmıştır varlıklar. Şehadet alemindeki her varlık gayb aleminden bir renk taşır içinde. Her anın bir tonu, her vaktin bir rengi vardır. Oysa ressam kesret alemi içinde vahdeti yitirmiştir. Renkler birbirine karışmış, bütün renkler tek renk olmuştur içinde: Hüzün siyahı. Namaz ile başlar içteki renklerin çözülmeye başlaması. Her vakit namazında bir başka renge girer insan. Her namazda halden hale, renkten renge girer insan. Sabah namazı baharın rengine boyar insanı. Öğle deniz mavisi, gençlik yazıdır. İkindi sarının turuncunun rengidir. Akşam gülkurusu heyecanlardır. Yatsı gece mavisi giyinmiş göklerden aydınlık yıldızların yansıdığı ebed tablolarıdır. İşte bir ressam şimdi namazın resmin çiziyor. Kıyamda vakar, rükuda tevazu, secdede kulluğun inceliğinden tablolar… Kulluğun resmi çizilir namazın asil aynalarında: Ey her şeyi çeşit çeşit renklerle bezeyen Mülevvin / Ey eser ve ihsanatıyla varlığa apaçık görünen Bedi... Ressam kaçırdığı her namazın yitirdiği bir renk olduğunu bilerek duruyor akşam namazına. Biliyor k, bir renk olmadan resim hep eksik, namaz olmadan insan hep yoksun.
Bir felsefeci ilk yatsı namazını “Yatsının Kandilleri”nde kılıyor. Karlı bir gecede dostu uyandırmaktır namaz. Oysa dostsuz kalmıştır felsefeci. Maddeci felsefenin karanlık sokaklarında dolaşmaktadır elinde kör bir fenerle. Ses yok, ışık yok, hava yok, görüntü yok yollarda. Yürüyor yolu bir sahil-i selamete çıkar umuduyla. Bir teselli, bir rica, bir nur, bir lem’a arıyor günün kıyısı gecede, hayatın kıyısı sahilde. Yok… Bir teselli, bir nur yok. Elindeki feneri yere çarpıyor. “Ben şişeyi çaldım taşa / fani cihanı neylerem” diyor. Birden kainat dile geliyor. Bin bir güzellik perde perde perde açılıyor kainatın sayfalarında. Geceyi gündüz eyleyen mahyalar oluyor güzellikler. Her bir güzellik bir ezan oluyor, onu yatsı namazına çağırıyor. Gece ona bir Burak, namaz ona bir miraç oluyor. Kalbinde yeniden doğuyor. Kalbin mevlidinden miraca çıkıyor:Allahuekber
Zeyl:İmandan sonra en büyük hakikat inamazdır. İnsan mahiyetini ve hakikatini ancak namaz ile idrak edebilir. Her namaz nefes gibi daima tazedir, daima ilktir. Onun ilk olması ecelin gizliliğinden dolayı son namaz olabilme ihtimalinden kaynaklanmaktadır. O halde namazın hayatımızda neye karşılık geldiğini bilmemiz gerekiyor. Çağlaroğlu’nun kitabı bize bunu anlatıyor. Kitabı okuyup bitirdikten sonra Bediüzzaman’ın Mevlana ile ilgili bir sözünü hatırladım: Eğer ben Mevlana döneminde gelse idim Mesnevi yazardım. Eğer Mevlana benim dönemimde gelseydi Risale-i Nuru yazardı.
Bu cümleden olarak ben de şöyle dedim kendi kendime: “Eğer bana namazı şiirsel bir dil ile anlat deselerdi böyle bir kitap yazmaya çalışırdım.” Birazcık şiirden anlayan, azıcık Sezai Karakoç okuyan herkesin benim gibi düşüneceğini zannediyorum.
Zeylin Zeyli: Hayat o kadar kısa ki namazsız ezanla başlıyor, ezansız namaz ile bitiyor. Rabbimiz bize öyle bir hayat yaşatsın ki son nefesimiz son namaz, son nefesimiz son namazımız gibi olsun. Amin…
* Nurefşan Çağlaroğlu / İlk Namaz / Kaynak Yayınları. İstanbul
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.