Safa MÜRSEL
Prof. Piketty bu ‘Köprü’den geçmeli
Liberal ekonominin öncülerinden Adam Smith, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sözünü, serbest teşebbüsü cesaretlendirmek için söylemişti. Fakat bu serbestlik, “hırs”ın tuzağına düştüğü her fırsatta “bırakınız soysunlar”a dönüştü. Kapitalizmin yol açtığı krizler, kontrolsüz hırsın kaçınılmaz sonucu olarak yaşandı ve yaşanıyor.
Krizlerin, aşırı kâr kaygısından kaynaklandığını düşünen Nobel ödüllü Fransız akademisyen Prof. Piketty, “21. Asırda Kapital” isimli eseri ile bugünlerde Batı’da bir kurtarıcı gibi ilgi görüyor. Batı’nın yerleşik ekonomik yargıları hakkında ezber bozmaya aday bu eser, gerçekten önemli tespit ve ikazlar içeriyor. Hakkındaki değerlendirmelere bakılırsa, bu eser, hırs ve hevesleri kışkırtan Batı sistemini hem sorguluyor hem eleştiriyor. Buna göre,
-Fransız akademisyen, Batı ekonomisinin “kâr nasıl artar” arayışına dayandığını söylüyor.
-Ekonomi büyüyor, fakat gelir, orantısız şekilde zengin tabakaya gidiyor. O derece ki, nüfusun %1’i servetin % 50’sini alıyor.
- Yazara göre sefalet ve adaletsizlik, doymak bilmeyen “kâr” iştahından kaynaklanıyor.
- Büyük sermaye, büyüyen ekonomiden kendisine düşen “arslan payına” elkoymakla yetinmiyor; gelirlerini “daha da” artırmak için dar ve orta gelirli kesimleri, kapasitelerinin çok üstünde borç altına sokuyor. Gelire uygun olmayan yüksek miktarlı bu kredi borçları ödenemeyince, iflaslar başlıyor ve bankalar batıyor. ABD merkezli 2008 krizi, bu ortamda kaçınılmaz hale geliyor.
- Bu dramatik sonucu gözleyen Prof. Piketty, “21. Asırda Kapital” isimli eserinde ekonominin “kâr odaklı” değil, “adil gelir dağılımı odaklı” düzenlenmesini öngörüyor. Gelir dağılımındaki uçurumu ortadan kaldırmak için dar gelirli kesimlere gelir transferi zaruretinden bahsediyor. Gerekli gördüğü en acil tedbir, zengin çevrenin elindeki büyük servete “ek vergi” konmasıdır. Böylece zenginlerin servetine, sosyal adalet amaçlı bir sorumluluk yüklenecek ve tüketim gücü zayıf kesimlere “kaynak” aktarılacaktır. Gelir dağılımındaki dengesizliği gidermek için bu akademisyenin, bir şans yakaladığı, Fransa Başbakanına danışmanlık yaparak düşüncelerini hayata geçirme fırsatı bulduğu ve bu yönde kanunlar çıkarttığı ifade ediliyor.
Gelir dağılımında sosyal adalet öngörüsü, elbette dikkate alınmalıdır. Faiz oranlarıyla oynayarak parasal düzenlemelere hasredilmiş arayışlar, yaşanan krize çözüm olmadı ve olmuyor. Aksine, yeni bir krizin gelmekte olduğu, son günlerde sıklıkla seslendiriliyor. Gelir dağılımında sefalete varan bozukluk, sosyal adalet odaklı tedbirleri gerektiriyor.
Ekonomide katma değeri üreten emektir. Sermayeyi büyüten de emektir. Bunun içindir ki, Fransız akademisyen çareyi, emek-sermaye ilişkisinde makul dengenin gözetilmesinde arıyor. Emeği ile geçinen dar gelirli çevrelere, zenginlerden alınan ek vergiyle kaynak transfer edilerek, kitlelerin geçim sıkıntısına bir ölçüde çözüm bulunabileceğini savunuyor.
İşte burada, “insan, insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.” diyen Bediüzzaman’ın insan odaklı öngörülerini gündeme getirmenin tam vaktidir. Lemaat adıyla 1921 yılında yazdığı bir eserinde Bediüzzaman, dünyada en önemli sosyal probleminin ne olduğu sorusuna cevap olarak: “Say’in (emeğin) sermaye ile mücadelesidir” diyordu. Hatta yeni yaşanmış 1917 Ekim Devrimini de dikkate alarak, emek-sermaye arasındaki mücadelenin, çözüm üretilememesi halinde, “ihtilal” boyutlarında bir insanlık krizine dönüşeceğini söylüyordu. Emek-sermeye arasındaki ilişkide Kur’an’ın emeği üstün tutan ayetinden hareketle “sa’y asıl esastır” diyerek tercihini emekten yana yapıyordu. Hatta “servet-i insaniye zalim ellerde toplanmaz” diyerek servetin, “tahakküm” aracı yapılmasının sakıncalarına işaret ediyordu.
Emek-sermaye çatışmasına son vermek için, “acaba ikisini barıştırmak çaresi yok mudur?” sorusuna iki şıklı cevap veriyordu. Birinci şart olarak, İslam'ın etkin bir sosyal adalet kurumu olan “zekat”ı gündeme getiriyor ve ona evrensel bir çözüm misyonu yüklüyordu. Faizin, yani “riba”nın yasaklanmasını da ikinci etkili çözüm olarak görüyordu. Hatta bu cevabının devamında, “şu ribâ taşını altından çeksen, şu zâlim medeniyet kasrı çökecektir” öngörüsünde bulunuyordu. Kişi ve kurumların, hatta bir çok ülke maliyesinin faiz yükü sebebiyle nasıl batağa saplandığı, bir çok devlette kamu maliyesinin iflas ettiği taze örnekleriyle düşünüldüğünde, bu sözlerin anlamı ve önemi daha iyi kavranacaktır.
Burada dikkat çekilmesi gereken husus, Fransız ilim adamının “ek vergi” yoluyla servete yüklediği hukuki sorumluluk ile Bediüzzaman’ın “zekat” yoluyla servete yüklediği sorumluluk, aynı sonucu, yani gelir adaletini amaçlamaktadır. Fransız akademisyen, kendi kültüründe servete sosyal sorumluluk yükleyen “ zekat” gibi bir kavram ve kurum olmadığı ve bilmediği için çareyi, iktidar gücünün formel ve yasal düzenlemesinde aramaktadır.
Nobel ödüllü bu akademisyen başta olmak üzere, gelir dağılım adaletsizliğinden kaynaklanan sefalete, gerçekçi ve kalıcı bir çözüm düşünülüyorsa, herkes Bediüzzaman’ın şu sözünü mutlaka dikkate almalıdır: “Desatir-i hikmet nevamis-i hükûmetle; kavanîn-i hak revabıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz.”
Yani, iktidarların çıkardığı yasalar, ilmin, hikmetin ve fıtratın öngörülerine uygun olmazsa ve müeyyide ile uygulanma gücüne sahip kılınmazsa, etkili olamaz. Hukuki düzenlemelerin olumlu sonuç vermesi, hikmete uygunluğu yanında, toplumun manen gönüllü katılımına ve rızai kabulüne bağlıdır.
Fransız akademisyenin gelir dağılımında adaleti sağlamak için siyasi otoritenin servet üzerinde kanunla “ek vergi” getirme öngörüsü, hukuki boyutlu teklif olmakla beraber, bir iman esası ve dini mükellefiyet olan “zekat”ın servete yüklediği sosyal, ekonomik ve manevi müeyyide boyutuyla kıyaslandığında oldukça yüzeysel, cılız bir çözüm teklifidir. Servete kanun yoluyla “ek vergi” salınması teklifini, hiç düşünülmemiş ve bilinmedik bir formül gibi heyecanla karşılayan Batı kamuoyunun, bu tutumuyla ne kadar çaresizlik içinde olduğu çok açık görülüyor.
Gelir dağılımındaki adaletsizliğin dar gelirlilere “kaynak” transferi yoluyla kapatılması için “yardım köprüsü” kurulması elbette gereklidir. Sosyal yardımların kanun yoluyla hayata geçirilmesi şüphesiz bir çözümdür. Fakat gelir adaletini sağlamada kanun gücü, tek başına yeterli ve etkili bir enstrüman değildir. Zekat’ın bu konudaki farkına dikkat çeken Bediüzzaman, “zekat İslam’ın köprüsüdür” mealindeki hadisi, bu bağlamda şu ifadelerle açıklıyor: “Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir.”
Yukarıdaki ifadelere göre, İslam’ın sosyal adalet amaçlı düzenlemesi sadece maddi müeyyide ile sınırlı değildir. Yardıma gönüllü bir katılım için şefkat ve merhamet temelinde insani bir boyut mutlaka bulunmak gerekir. Mesnedini inançta bulan bir yardımlaşma öngörüsü, kanunun amaçladığı “cebri” müeyyideyi aşan, “rızaya” dayalı bir tesire sahiptir. İki yardım öngörüsü arasındaki bu fark görmezden gelinemeyecek kadar belirleyici ve etkilidir. Bediüzzaman’ın “muavanet” kavramıyla inanç kökenli zekata yüklediği rızaya dayalı müessiriyet, insanlığın yaşadığı “isyan ve ihtilal felaketlerinin ilacıdır.” O, böyle bir yardımlaşmayı, sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlık için gerekli görmektedir. “Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtı vaz' etmeli, ribâyı kaldırmalı” sözü bunun açık göstergesidir. Sınıf çatışmalarının yoğunlukla yaşandığına ve bunun ihtilallere yol açtığına dikkat çekmekte ve çözümü, etkili olacağına inandığı tedbirlerin uygulamasında aramaktadır. İslam’ın beş temel şartından birisi olan zekat, Onun nazarında, sorun çözücü olarak özel bir önem taşımaktadır: “Eğer, ezkiya zekâvetlerinin zekatını ve ağniya, velev zekatın zekatını milletin menfaatine sarf etseler” toplum süratle kalkınacaktır. Dikkat edilirse Bediüzzaman, bu ifadeleriyle sadece zenginleri mal varlıklarıyla toplumsal dayanışmaya davet etmekle yetinmiyor, aydın kesimlerin de bilgi ve tecrübeleriyle kalkınma çabalarına katkı yapmaya davet ediyor.
Batı sermayesi, katma değeri üreten emeği, her zaman otoritesi altında tutup yönetmek istedi. Sermayenin sağladığı gücü, emeği sömürmenin aracı olarak asırlarca kullandı. Emek-sermaye arasındaki kavga hep buradan beslendi. Yöntem değişse de sömürme realitesi değişmedi. Bediüzzaman, insanların, “taht-el arz madenlerde” sağlıksız koşullarda, “kut lâyemut”, yani ölmeyecek kadar bir ücretle boğaz tokluğuna çalıştırılarak emeğin sömürüldüğünü, bunun 1789 “Fransız İhtilal-i Kebirine” yol açtığını söyler.
Prof. Piketty’e göre, bu sömürünün son örneği 2008 krizinde yaşandı. Emeği ile geçinen insanları, altından kalkamayacakları kadar borçlandırarak ellerindekini geri almak isteyen “hırs”, bankalar eliyle soyguna dönüştü. Sonuç, kâr hırsının sevkiyle gelir dengesinin aşırı bozulması ve kitlelerin fakirleşmesi oldu. Şimdi küçük bir azınlığın elindeki büyük servetten, “ek vergi” ile pay almanın hesabı yapılıyor.
Toplumlardaki gelir adaletsizliğini “ek vergi” ile çözmek mümkün olsaydı, ne bir ihtilal ve ne de bir kriz yaşanırdı. “Zalim ellerde toplan”mış “servet”in, sadece arzi ve maddi şartlarda vergilendirilmesi, gelir adaletsizliğine çözüm değildir. Gelir dağılımındaki problem, insan kimliğinin, yani fıtratın derinlerinde yatıyor. Yapılması gereken, serveti, zengin-fakir tabakalar arasında rıza ile paylaşmayı ibadet haline getiren bir anlayışın benimsenmesidir. Bu ise, zekat ve benzeri yardımlaşma vasıtalarıyla insani boyutlu yardım “köprü”lerinin kurulmasına bağlıdır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.