Safa MÜRSEL
Resmi, büyük görmenin vaktidir
Onbir yıl önce, Saddam’ın elinde nükleer silahlar bulunduğu, bunun bölge barışını tehdit ettiği yönünde Batı’da amansız ve yalan bir propaganda yapıldı. Asılsız olduğu birkaç sene sonra birinci ağızlardan itiraf edilen bu yalan üzerine, koalisyon güçlerince Irak işgal edildi. Ne var ki, işgalcilerin eliyle bir milyon insanını kaybeden Irak, aynı zamanda şiddet odağı haline getirildi. Dünyanın gözüne baka baka, “Irak’ın bütünlüğünün korunması” gereğinden bahsedenler, bölünmüş bir Irak için ne lazımsa yaptılar. Artık bugün bir araya gelmesi mümkün olmayan, fiilen bütünlüğünü kaybetmiş bir Irak gerçeği var.
Dünya enerji ihtiyacının yüzde altmış-yetmişini karşılayan Orta Doğu’da, onbir yıldan bu yana süren Irak krizi yeterli görülmemiş olmalı ki, on yıllarca sürecek yeni bir kriz odağı olarak Suriye gündeme getirildi. Üç senedir yüzbinlerce Suriyeli kendi yönetiminin bombalarıyla hayatını kaybetti. Milyonlarcası çevre ülkelere mülteci olarak sığınmak zorunda kaldı. Türkiye’nin payına da bir milyon 500 bin göçmen düştü.
İkibinli yılların başlarında Suriye, petrolü olmadığı için çok ciddiye alınmadı. işgal yığınağı özellikle Irak üzerine yapıldı. Fakat Irak’ın Batılı güçlerin denetimine girmesi, Rusya ve İran başta olmak üzere bazı ülkeleri, Akdeniz’e çıkış yolu aramaya sevketti. Suriye, bu yüzden stratejik bir önem kazandı. Üstelik, son yıllarda Mısır, Filistin, İsrail, Suriye, Türkiye ve Kıbrıs gibi Akdeniz havzası ülkelerinin kara sularında, tahmin edilenden fazla zengin doğalgaz kaynakları bulunduğunun anlaşılması, bugün Suriye’yi daha stratejik hale getirdi. Esed’in vahşetine terk edilmiş Suriye, giderek, kaç yıl süreceği kestirilemeyen uluslar arası bir kriz odağı haline geliyor.
Görüldüğü kadarıyla bölge dışı güçler, bölgeyi kontrol edebilmek için kaosu derinleştirmeyi seçiyor. Orta Doğu’nun bütün dini ve etnik farklılıkları husumet havuzunda harmanlanıyor. Kimisi mezhep, kimisi etnik temelde ölümüne çatışma konumuna getiriliyor. Diğer taraftan Saddam’ın on yıldır kullanılmayan ağır silahlarını kullanmasını bilen binlerce Batılı lejyoner, Saddam’ın bazı askerlerini de yanlarına alarak IŞİD adı altında daha etkin bir şekilde çatışma odağı olarak devreye sokuluyor. IŞİD’in havadan bombardımanla bertaraf edilemeyeceği ve sonuç alınamayacağı itiraf edildiği halde, mücadele edildiği algısı telkin ediliyor. IŞİD, bölgede etkinliğini arttırmakta ve kendisine manevra alanını bulmakta, ne hikmetse, hiç zorlanmıyor. Batı’nın IŞİD’e karşı tavrı, adeta, tavşana kaç, tazıya tut yönteminden farklı görünmüyor. Diğer taraftan bölgede daha etkin rol alması için Türkiye sıkıştırılıyor ve uluslararası baskı altına alınmaya çalışılıyor. Açıkça söylemek gerekirse, bölge kalıcı bir kaosa hapsedilmek için, başta IŞİD ve diğer bütün unsurlar çok kontrollü bir şekilde kullanılmaktadır.
Bundan yüz sene önce, Birinci Dünya savaşında uluslararası güçlerin bölgeyi kontrol altına almak için Araplara birincil rol biçilmişti. Şimdi yeni aktörler aranıyor ve deneniyor. Kısaca, üstünde hesapların kolayca yapılabildiği, operasyonların uygulanabildiği ele mahkum bir Orta Doğu isteniyor. Bölge insanının insan haklarına ve özgürlüğüne kavuşması kimsenin umurunda değil. Esed’i görmezden gelerek meşruiyet veren, Filistin’i yok sayan, Mısır’ı eliyle darbeye teslim eden güçlerin, Orta Doğu’nun güvenliği ve huzuru diye bir gündemleri yok. Bu şartlar altında olmasını beklemek de saflıktır. Bu bölge, birileri için insani boyutuyla değil, sadece enerji kaynaklarıyla anlam ifade ediyor. Bu yaklaşımlar bilinmezse, bugün yaşananları anlamak mümkün değildir.
On seneyi aşkın süredir kan havuzuna dönen bu coğrafyada Türkiye, başta Allah’ın inayetiyle bir güvenlik ve huzur adası gibi kalmasını bildi. Eski devlet aklının vesayet odakları, 2007’lerde siyasi darbe geçekleştiremeyince, “artık ekonomik kriz çıkartmak lazım” diyerek ülkeyi kaosa sokmanın arayışına girmişlerdi. Başaramadılar. Türkiye’yi kaosa sokma arayışları hiç eksik olmadı. Bölgedeki ateş çemberine, Türkiye’nin de katılması için elden gelen her türlü tahrik ve tertip denendi ve deneniyor. Bingöl Emniyet Müdürüne ve yardımcılarına yönelik suikastın, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okan’a yapılandan pek farklı olmadığına ilişkin şüpheler var, bunun süratle giderilmesi gerekiyor. Yıllardan beri, Doğu ve Güneydoğu’da cirit attığı söylenen yabancı ajanlar her fırsatta gaile çıkarmayı, ülkeyi istikrarsızlaştırmayı denediler. Ama başarılı olamadılar. Fakat 8 Ekim ve sonrasında Türkiye’nin değişik yerlerinde yaşanan tahrikçi kaos ve yağma, geçmişte yaşananlarla kıyaslanmayacak kadar ciddidir.
Bir parti, “sokağa çıkın” diye halka kaos talimatını nasıl verebilir? Onlarca cana malolup, yağmaya dönüşen sokak gösterileri, birileri “sokağa çıkın” dedi diye, spontane yaşanmış bir olaya benzemiyor. Türkiye’yi, bölgedeki savaşın aktörü haline getirmek için düşünülmüş çok tertipli bir organizasyon görüntüsü var. Geçmişte buna benzer olaylar hep karanlıkta kaldı. Üstelik yapanın yanına kar kaldı. Bu defa öyle olmamalı. Türkiye geçmişe kıyaslandığında bugün bu sorgulamayı yapacak güce ve imkana, fazlasıyla sahiptir. İç ve dış aktörler deşifre edilip, hesap sorulmadıkça geleceğimiz güvenlikte olamaz. Yaşananların tekrarı engellenemez.
Gösterilerde, IŞİD’in Kobani saldırıları bahane edilerek çözüm sürecinin sabote edilmek istenmesi düşündürücüdür. Kandan, kasotan beslenen “ifsat komiteleri” inisiyatif almıştır. Halbuki, barış çabalarında, büyük fedakarlıklarla önemli mesafeler alınmıştır. Bu ülkede herkesin eşit vatandaş statüsü içinde, insanca yaşamasının garantisi olan bir çözüm çabasının, Kürt siyasiler eliyle berhava edilmesi bir cinnet gösterisidir. Önceliği barış olması gereken siyasetçilerin barış çabalarını saboteye yol açan beyanlarda bulunması teröre teslim olmaktır. Türkiye, bu olayın arka planını mutlaka araştırmalıdır. Sokak çağrısı yapanların arkasında kimler vardır, bunun bilinmesi lazım. Uluslar arası sonuçları ve beklentileri olanlar ülkeyi, güncellenmiş bir 31 Mart benzeri, ilkel ve vahşi bir operasyonla karşı karşıya bırakmışlardır.
Bölgede on yıldan bu yana süren ve belki on yıllar daha devam edecek bir kriz süreci yaşanıyor. Türkiye, bölgede üstlenebileceği sorumluluğun şartlarını açıkladı. Batı istiyor diye, Türkiye gözü kapalı risklere giremez. Türkiye’nin önceliği kendi güvenliğidir. Bu güvenlik korunamazsa, bölgenin mazlum insanlarının hiçbir dayanağı kalmayacaktır. Bölgenin insanından ziyade, petrolünü sevenler, milyonlarca mülteciyi görmeyen bir duyarsızlık içindeler. Önce bölgeden sağladıkları yarara uygun olarak ellerini taşın altına koymalıdırlar. Bölge yeniden dizayn ediliyor ve ne kadar süreceği belli değil. Yaşananlara, sadece Türkiye açısından değil, bölgenin geleceğine yönelik tasarım ve tasavvur penceresinden bakılmalıdır. Kısaca resmi, büyük görmenin vaktidir. “O’nun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalıya satmasın.”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.