Halil KÖPRÜCÜOĞLU
Risale-i Nur, müminleri, Kur’an, Sünnet ve İslam’ın temel eserlerine bağlar-2
(Herkes Kur’an’dan direkt istifade edilebilir mi?)
6- Hem, bu asrın bizim gibi yaralı ve sıradan insanları tefsir, içtihat vb. önemli işlere kalkışamazlar, kalkışmamalılar. Bizleri Kur’an’dan direkt istifadeye çağıran arkadaşlarımız da meal vermekten, o tefsirlerden aktarmaktan başka bir şey yapamazlar, yapamıyorlar, yapamayacaklardır.
Çünkü şu Üstadımıza ait metinler, içtihat gibi, tefsir vb. konularda da geçerlidir:
”İçtihat kapısı açıktır, ancak bu zamanda oraya girmeye maniler vardır” hakikatı çerçevesinde, bu meseleyi de ele alırsak;
“…Münkerat zamanında ve Âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve Bidaların kesreti vaktinde ve Dalâletin tahribatı hengâmında, İçtihad namıyla, yeni eserler yazmak için- Kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, Duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir.
Dinin zaruriyâtı ki, içtihad onlara giremez; çünkü kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle, bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârâne yeni içtihadlar yapmak, bid’akârâne bir hıyanettir.”
Ayrıca şunlar da Risale-i Nur’un hakaikindendir.
“…âlem meşherinde, içtimaiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer metâ mergub olup revaç buluyor. Sûkunda, ani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celb oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyaset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi…
Ve Selef-i Salihîn asrında ve o zamanın çarşısında en mergub metâ, Hâlık-ı Semâvât ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan ahiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi.
İşte, o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimaiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i marifet alır, o zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu.
Güya her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakîn idi ki kisbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana... İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nûrun alâ nûr sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.
Amma şu zamanda, Medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, Felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, Şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla Efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir.
İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur’ân’ı hıfz edip âlimlerle mübahase eden Süfyan İbni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü, Süfyan’ın iptidâ-yı tahsil-i fıtrîsi, sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyyâ olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer.
Amma onun naziri, şu zamanda, çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevağğulü derecesinde, istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır.
Onun için, ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum? diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez. Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını arziye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer’iye dahi, onun ahkâm-ı mesturesini izhar ettiğinden, semâviyedirler.
…şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir…evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar; ikinci derecede, âhirete vesile olmak dolayısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyle ise şeriat namına içtihad edemez…”(Bkz, 27.Söz)
7- İlahi mesajın huzuruna ve kurtarıcılığına her zamankinden daha fazla ihtiyacı olan asrımız insanlarının yüreklerimizi parça parça edecek acı hakikatleri gibi pek çok mesele ile muhatap olan bizlere, bir müjde veriyor. Asrın insanının çok yaralı halini bilen Rabbimizin lütfuyla, Kur’an’ın temel mesajlarını asrın fehmine kısa ve selametli bir yolla aktaracak bir yol ihsan etmesinin müjdesini verir Üstadımız:
“İ'lem eyyühe'l-aziz! Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur'ân'dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın isâl edici bir yol buldum. Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır.” (Mesnevi, 277)
Telviat-ı Tis’a’da o harika kalbi yolu, bütün incelikleriyle anlatır.
“…şimdi, sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi.’ (Emirdağ II, 423)
Yani tasavvufun 12 tarzının da hedefi olan bütün hakaikin tamamının Risale-i Nurda olduğunu da hem o söyler; hem bizler bizzat yaşayarak görmekteyiz. Rabbim onlardan da binlerce razı olsun. (Bkz: Mektubat, 627)
8-Ayrıca Üstadımız iyi, kabule şayan, doğru ve yeterli bir tefsirin -belki kendisini de dahil ederek- yazılabilmesinin tek şahıs tarafından mümkün olamayacağını anlatırken, bütün esbabıyla -27. Söze de ilaveten- çok önemli şeyler ekler:
“Kur’ân-ı Azîmüşşan, bütün zamanlarda gelip geçen nev-i beşerin tabakalarına, milletlerine ve fertlerine hitaben Arş-ı Âlâdan irad edilen İlâhî ve şümullü bir nutuk ve umumî, Rabbanî bir hitabe olduğu gibi;
Bilinmesi, bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan ve bilhassa bu zamanda, dünya maddiyatına ait pek çok fenleri ve ilimleri camidir. Bu itibarla, zamanca, mekânca, ihtisasca dâire-i ihatası pek dar olan bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur’ân-ı Azîmüşşana tefsir olamaz.
Çünkü, Kur’ân’ın hitabına muhatap olan milletlerin, insanların ahval-i ruhiyelerine ve maddiyatlarına, cami bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir fert, vâkıf ve sahib-i ihtisas olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin.
Hem bir ferdin mesleği ve meşrebi taassuptan hâli olamaz ki, hakaik-i Kur’ân’iyeyi görsün, bîtarafane beyan etsin. Hem bir ferdin fehminden çıkan bir dâvâ, kendisine has olup, başkası o dâvânın kabulüne dâvet edilemez—meğer ki bir nevi icmaın tasdikine mazhar ola.
Binaenaleyh, Kur’ân’ın ince mânâlarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecellî eden hakikatlerinin tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkıkîn-ı ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır…
Evet, Kur’ân-ı Azîmüşşanın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zât olmalıdır. Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle ve o heyetin telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassuplarından âzâde olarak tam ihlâslarından doğan dâhi bir şahs-ı mânevîde bulunur. İşte, Kur’ân’ı ancak böyle bir şahs-ı mânevî tefsir edebilir.” (İ.İcaz, 17)
Böyle denirken, bu konuda ciddi birikimli bazı arkadaşların, direkt istifadeden nasıl bahsettiklerine şaşıyorum. İnşallah bu gibi teklifler bir zuhul neticesinde ortaya çıkmış, bilgi zehirlenmesi veya enenin tasarrufuyla olmamıştır!
“İslâmiyet’in mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve su-i fehim ve su-i edeple İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti ifa edemedik. Tâ, o da bizden nefret ederek evhâm ve hayâlâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi. Hem de hakkı var. Zira biz İsrailiyâtı usûlüne ve hikâyâtı akaidine ve mecazatı hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada tedip için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak, yine onun merhametidir. Öyle ise, ey ihvan-ı müslimîn! Geliniz, ona tarziye vereceğiz. Elbirliğiyle dest-i sadakati uzatacağız, biat edeceğiz. Onun hablü’l-metinine (Kur’an’ına) sarılacağız.
Hem de bilâ-perva olarak ilân ederim: Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren ve yüzer senelerden beri sevkü’l- ceyş ile kuvvet bulan hayâlât ve evhâmın müdafaasına beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşvünema bulacaktır—eğer çendan toprakta gizlense ve taraftar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır—eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar...
Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıt’asında hâkim-i mutlak olacak, yalnız hakikat-i İslâmiyettir. Evet, saadet-saray-ı istikbâlde taht-nişin hakaik ve maarif yalnız İslâmiyet olacaktır. Onu fethedecek yalnız odur; emareler görünüyorlar.
Zira mazi kıt’asında, vahşetâbâd sahralarında hayme-nişin taassup ve taklid; veyahut cehlistan ülkesinde menzil-nişin müzahrefat ve istibdad olanlara, şeriat-ı garrânın galebe-i mutlak ve istilâ-i tâmmına sed ve mâni olan sekiz emir, üç hakikatle zîr ü zeber olmuşlardır ve oluyorlar. O mâniler ise, ecnebilerde taklit ve cehalet ve taassup ve kıssîslerin riyaseti; ve bizdeki mâni ise, istibdad-ı mütenevvi ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-i ahval ve atâleti intaç eden yeistir ki, şems-i İslâmiyetin küsufa yüz tutmasına sebep olmuşlardır.
…birinci mâni ve belâ budur: Bizle ecnebiler, bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır. Âferin maarifin himmet-i feyyâzânesine ve fünunun himmet-i merdânesine ki, meyl-i taharrî-i hakikat ve muhabbet-i insaniyet ve meyl-i insaf olan hakaiki teçhiz ederek o mânilere gönderip zîr ü zeber etmiş ve ediyor. Evet, en büyük sebep ki, bizi dünya rahatından ve ecnebileri ahiret saâdetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyeti münkesif ettiren, su-i tefehhüm ile tevehhüm-ü MÜSADEMET ve MUHALEFETTİR.
Feyâ lilacep! Köle efendisine, hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir… Bazı zevahir-i diniyeyi fünunun bazı mesailine muarız tahayyül ederek ürktüler.
Ey benim şu kitabıma im’ân-ı nazar ile nazar eden zât! Malûmun olsun, bu kitapla istediğim hizmet budur:
İslâmiyet’te olan tarik-i müstakîmi göstermekle ehl-i tefrit olan a’dâ-yı dinin teşkîkâtını red ve yüzlerine vurmakla beraber; tarik-i müstakîmin öteki cânibini ve sadîk-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin tevehhümlerini tard ve asılsızlığını göstermek ve asıl rehber-i hakikat ve âlem-i İslâmiyetin ikbal ve istikbaline yol açan ve sırat-ı müstakîmde kemâl-i ümid-i zaferle çalışan muhakkikîn-i İslâm ve âkıl sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir. Elhasıl, maksadım, ol elmas kılınca (Kur’an Hakikatlerine- saykal vurmaktır.
Maatteessüf, benimle şu zamanın kıt’asında iştirak eden cümlesi, eğer çendan sureten on üçüncü asrın evlâdıdırlar, fakat fikir ve terakki cihetiyle kurun-u vustânın YADİGÂRLARIDIRLAR. Güya muasırlarımız 3.asrın nihayetinden 13. asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmûzeci veyahut melez bir kavimdirler. Hattâ bu zamanın çok bedihiyatı, onlarca mevhumat sayılır.” (Muhakemat:17)
9- Bizler Risale-i Nurdan aldığımız dersle Sünnet-i Seniyyeye ittiba etmeyi en büyük hedef ittihaz ederiz. Nurlardan Efendimizi (asm) ve O’nun en geniş anlamıyla maddi-manevi kemâlâtını kavradık elhamdülillah. Kur’an ve Hadisleri samimi takipte, ciddi gayretteyiz.
Risalelerin baskılarında artık Arapça metinlerin olmadığı sayfalarda bile, onlarca rakamla dipnot halinde, pek çok Ayet ve Hadis metinlerinin Nurlarda metin olarak, mana olarak bulunduğu, adeta tamamen onlardan nakledilen manalarla vücut bulduğu da aşikardır. Bugünlerde birkaç sayfalık Besmele metinlerinde elliye yakın Âyet ve Hadis mealiyle örtüşen manalar tespit edilmiştir ki bu onun en önemli vasıflarındandır. Sempozyumlarda da bu mana pek çok ilim adamı tarafından dünyaya ilan edilmiştir. Yani Nurlar hemen tamamen Ayet ve Hadis metinlerinden alınmış gibidir.
Evet; “Velâyet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini, Sünnet-i Seniyyeye ittibâdır. Yani, a’mâl ve harekâtında Sünnet-i Seniyyeyi düşünüp ona tâbi olmak ve taklit etmek ve muamelât ve ef’âlinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir. İşte bu ittibâ ve iktida vasıtasıyla, âdi ahvâli ve örfî muameleleri ve fıtrî hareketleri İBADET şekline girmekle beraber, her bir ameli, sünneti ve şer’i o ittibâ noktasında düşündürmekle, bir tahattur-u hükm-ü şer’î veriyor. O tahattur ise, Sahib-i Şeriati düşündürüyor. O düşünmek ise, Cenâb-ı Hakkı hatıra getiriyor. O hatıra, bir nevi huzur veriyor. O halde, mütemadiyen ömür dakikaları huzur içinde bir ibadet hükmüne getirilebilir. İşte bu CADDE-İ KÜBRÂ, velâyet-i kübrâ olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan SAHABE ve SELEF-İ SÂLİHÎNİN caddesidir.“ (Bkz: Mektubat, 637)
Bizler her hâlükârda Risalelerimizle o caddeden yürümeye çalışıyoruz
10- Onlarca Uluslararası Sempozyumda yüzlerce ilim adamı Üstadımızın eserlerinin Kur’an ve Sünnet ve dahi İslam’ın, imanın bu asırda ihtiyaç duyulan, hücum edilen bütün meselelerinde şahane ve yeterli oluğunu tasdik ederek dünyaya ilan ettiğini bizler gördük, dinledik, kayıtlarımızda bulunmaktadır.
11-Eğer bu memlekette ve de bütün dünyada İman ve İslam canlanmışsa, Komünizm bu ülkeye girememiş, dünyada ömrünü tamamlamışsa; elbette ihlâslı tasavvuf ehli ve bütün İslâm için çalışan halislerle beraber, Risale-i Nurların, Nur Talebelerinin Kur’an ve İmana ait mükemmel cehdleri vardır diyebiliriz.
Bazı Nur talebeleri dünyanın her yerinde yılardır okuma programları yapıyorsa; hemen yüz senedir, bu memlekette bütün menfi cereyanlara, ihtilâllere, dinin ortadan kaldırılmasına kadar zalimane çalışmalara rağmen, milyonlarca mümin bulunuyorsa yine bunun arkasında Kur’an ve Sünnete tam tabi olmaya çalışan Nur Talebeleri ve diğer halis ehl-i iman vardır. Hatta bizzat şahit olduğumuz bir vakıayı anlatmam gerekiyor. (Bkz, Risale Haber)
Moğolistan’da Altay Dağları yakınlarında bir köye gidilecekti. Önceden haber gönderilmişti. Ancak hizmet için alınan ciple yol da olmadığından tamamen dağlardan gidince vaktinde ulaşılamadı. Fakat ulaştığımızda Kazak Türkleri ağırlıklı köylünün bizleri beklediğini müşahede ettik. Kalabalığa arkadaşlarımız Rabbimiz, Peygamberimiz (asm) ile ilgili ve gayemizi de ortaya koyan şeyler söylemeye çalışan arkadaşlarımız büyük bir heyecanla dinlendi. Zaten önceden de oralardaki arkadaşımız, kardeşimiz o dağlardaki bütün keçe çadırlara gidip Kur’an Hakikatlerini defalarca anlattığından, köyün önde gelen bir yaşlısı aynen şunları haykırdı. “Türkler bütün dünyaya İslam’ı anlatmışlar. Ama buralara gelip bizlere anlatmamışlardı. Kıyamette onların yakasına yapışacak, şikâyet edecektim. Bizler bu dağlarda hayvanlar gibi yaşıyorduk. Ama mademki onların evlatları, Nur Talebeleri bu kadar uzaktan, iman için Kur’an için büyük meşakkatlerle buralara geldiler, İslamiyet’i en ihtiyaç duyulan meseleleriyle bize anlattılar, kurtardılar bizleri, hakkımız helal olsun, Allah onlardan, Üstad Bediüzzaman’dan razı olsun” diyerek herkesi ağlattı.
Risale-i Nurları okuyanlar, diğer temel İslamî Eserleri ciddi şekilde okurlar, evlerinde, bilgisayarlarında bulundururlar. Dershanelerinde daha da ötesi bütün geçmiş asırların Tefsirleri, Hadis Külliyatları, hemen bütün ulemaca da İslam’ın klasik temel kitapları gibi kabullenilen bütün kitapları bulundurulur, hatta yalnız cemaatlerin değil herkesin istifadesine okuma salonlarıyla, ikramlarıyla sunulur. Hatta değişik İslamî sahalarda bu işi iyi bilen hocalarla talep edilen sahalarda, isteyenlere kursların açıldığını da bizzat memleketim Manisa’da yıllardır yapıldığını bu arkadaşlarıma, ağabeylerime, bütün okuyuculara söylemeliyim.
Netice olarak;
"Risale-i Nur, bu asrı ve gelecek asırları tenvir edecek olan bir mu'cize-i Kur'âniyedir" deyip, Nura ait hizmeti, zamanın en büyük meselesi olarak kabul eder, bu ehemmiyetle davranırız... (T, 577)
“Ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur'ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi —muvakkat olduğu için— bizim meselemizin en küçüğüne —bekaya baktığı için—mukabil gelmiyor.” (T, 596)
Bizler Kur’an’ı da, Sünneti de, İslam’ın bütün temel hakikatlerini de yukarıdaki hikmetli sebeplerle Nurlarda bulduğumuz için ve daha çok onları okuyoruz. Her zaman evlerimizde, dershanelerimizde Kur’an ve tefsirleri, Hadis Külliyatları, fıkıh kaynakları bulundurur, daima hatimler yaparak dünyalarımızı O’nun (asm) nuruyla doldurur, onların tebliğini hayatımızın en önemli ve öncelikli vazifesi olarak görürüz. Gerisi lâf u güzaftır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.