Risale-i Nur toplumun Vicdanını da tedavi ediyor
DKM Üniversite seminerlerinde bu haftanın konusu ‘Vicdan’dı…
Ömer Faruk Kaya’nın haberi
RİSALEHABER- Bu hafta Diyarbakır Kültür Merkezi üniversite seminerinde Mehmet Yolcu, “Vicdan” konusunu işledi. “Vicdanın Mahiyeti”, “Vicdan; ‘Ebed ebed’” ve “Külli Bir Bürhan Vicdan” başlıkları çerçevesinde işlenen konu içeriğinden bazı notlar şu şekilde:
Vicdanın Mahiyeti
Vicdan, İnsanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyan ve kötülükten elem alan manevî his, duyma, duygu, inanç, şuur, bâtın ile hakkı tanımak şekllerinde tanımlanabilir.
Vicdan, fıtrat-ı zişuurdur. Fıtrat, kesinlikle yalan söylemez. Mesela, bitkilerdeki tohumların ve çekirdeklerin, fıtratlarındaki büyüme ve gelişme meylinin sevkiyle sümbüllenip meyve vermeleri; bu düsturun ne kadar esaslı olduğu göstermektedir. Hatta cansız ve şuursuz bir avuç su bile, sıfırın altındaki soğuklukta fıtratının gereği "daha fazla yer tutacağım" der, sert demir onu yalancı çıkarmaz. Cansız unsurların fıtratları bile, yalandan bu kadar uzaksa; elbette, insanın fıtrat-ı zişuur olan vicdanı her türlü yalanlardan, hakikatsizliklerden nihayetsiz derecede uzaktır.
Afâkî malûmat, yani hariçten alınan bilgiler, zanlar, kuşkular ve vesveselerden uzak olamıyor. Ama insanın vicdani bir şuurla elde ettiği bilgiler, her türlü şüphelerin kirlerinden uzaktırlar, temizdirler.
Vicdan, kalbe ait duyguların ve hislerin göründüğü, ortaya çıktığı yerdir. Nasıl, kalpten çıkan manaların düşünülmesi, mantık ölçüleriyle tartılması ve yeni fikirlerin üretilmesi akıl ile oluyorsa; tevazunun zilletten, zulmün şefkatten ve cimriliğin iktisattan farkının bilinmesi de vicdan sayesinde olmaktadır. Bir anne aslanın, kendisi aç kalıp, yavrusunu doyurmasını akıl ile kavramak mümkün değildir. Fedakârlıkta, şefkatte ve muhabbette ne kadar büyük lezzetlerin gizli olduğunu, ancak vicdan sahibi olanlar bilebilirler.
İnsandaki herbir cihazın önemli bir görevi olduğu gibi; vicdanın da, belki en önemli bir görevi, imanın yerleştiği mevki olmasıdır. Cenab-ı Hak, imanın nuruyla vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırmıştır. Böylece insan, bütün kâinatla bir dostluk bağı kurmuş olur.
Hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardan olan günahlar, bu hayat-ı dünyevîde vicdan, için manevî hastalıklardandır. Müslüman biri fâsık olsa genellikle ahlâksız ve vicdansız olur. Bir Müslümanın günah işlemesi veya kötülük yapması için, vicdanındaki imanın sesini susturması gerekir. Ancak onu yaptığı zaman günah işleyebilir. Demek bir insan, vicdanını ve maneviyatını sarsmadan tam ihtiyarı ile günah işlemez. Günah işlemesi ve bundan lezzet alması için vicdanını öldürmesi ya da susturması gerekir. Yoksa vicdanı olan biri kolay kolay günah işlemez.
Risale-i Nur, yalnız bir cüz'î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslamiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan büyük bir kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor. Belki, Risale-i Nur, vicdan-ı umumiyi tedavi ediyor.
Bediüzzaman Hazretleri, müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyet'ten uzak olsa bile, fıtratı ve vicdanı hiç bir vakit İslâmiyet'ten vazgeçemez demektedir. En ahmak ve en iradesiz bile, sarsılmaz bir dayanak noktası olan İslâmiyet'e bütün mevcudiyetiyle taraftardır.
Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiç bir tarih bize bildirmiyor ki; bir müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet'e tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele, taklit ise, ehemmiyetsizdir. Hâlbuki diğer dinlerin mensupları, muhakeme-i akliye ile ve vicdanlarını dinleyerek daire-i İslâmiyet'e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar.
Demek bir müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hristiyan ve Yahudi olsun. Çünkü bir İsevî müslüman olsa, Hz. İsa Aleyhisselâm'ı daha çok sever. Bir Musevî müslüman olsa, Hz. Musa Aleyhisselâm'ı daha çok sever. Fakat bir müslüman, Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemalâta medar hiçbir halet kalmaz. Vicdanı bozulur, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur.
Eski topluluklardan günümüze kadar insanlar sürekli olarak hakiki olan dini arama meyli ve ihtiyacı vardır. Çünkü insanlar kendilerine sürekli olarak bir dayanak noktası ararlar. Hz. İbrahim(as)’ın putları kırması ve bir yaratıcı araması, Hz. Muhammed (sav)’in de putlara inanmaması ve Hanif dinine yönelmesinin bir nedeni de vicdanın gerçek yaratıcıyı arama eğiliminde olması olabilir. Bütün bunlardan yola çıkarak beşerin fıtri dininin İslamiyet olduğunu söyleyebiliriz.
Bir kalp ve vicdan İslamiyet’tin faziletleri ve süsleri ile donatılmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat hamiyet ayrı, iş ayrı olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık yapabilir. Ayyaş bir adam, sarhoş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir.
Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. Eğer fen ilimleri ve din ilimleri beraber bir kişide olsa o kişi iki kanatlı bir kuş gibi olur. Bu olduğu zaman da insan manen çok yükselebilir.
Vicdan; “Ebed ebed”
İnsanın vicdanı, görünüşte bitecek, ölecek gibi duruyor ise de, batınen (içinden) ebede bakıyor ve ebedi istiyor. Hiç yalan söylemeyen fıtrat ve fıtratta bulanan kati, şiddetli ve sarsılmaz meyl-i saadet-i ebediye, saadet-i ebediyenin varlığına dair vicdana kati ve kuvvetli bir his veriyor. İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar ve gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse "Ebed! Ebed!" sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için yaratılmış.
İnsanların ebedi geçmişten beri istemişler ve halen de istemektedirler. Eskiden beri insanlar çeşitli deneyler ve araştırmalar yaparak ölümsüzlük diye tabir ettikleri yok olmamayı bulmak için çeşitli formüller geliştirmeye çalışmışlardır. Bu çabaları sonuçsuz kalmışsa da onlar da en azından cesetlerimiz çürümesin, yok olmasın diye çeşitli uğraşlar vermişlerdir. Örneğin firavunların bedenlerini mumyalatmaları bunun bir göstergesidir. Eski zamandan beri insanların mezarlarına eşya koymaları yine bunun bir sonucudur.
Bir zaman -küçüklüğümde- hayalimden sordum: "Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra âdeme ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?" dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden "ah" çekti. "Cehennem de olsa beka isterim" dedi.
İşte madem mahiyet-i insaniyenin bir hizmetkârı olan kuvve-i hayaliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor. Elbette gayet câmi' mahiyet-i insaniye, ebediyetle fıtraten alâkadardır. Asa-yı Musa ( 40 - 41 )
İnsanın vicdanında acil bir saadet ve manevi bir cennet isteme duygusu vardır. Vicdan ve kalp ne kadar deşilse insandaki bu ebediyeti isteme duygusu o kadar daha iyi anlaşılır.
İman bize manen cennet kapılarını açar ve insanda bulunan ebed ihtiyacını karşılar ve insanın imanı artıkça bu duygular da şevke gelir. İmamın insanı insan etmesi ve bu duyguları doğru yönlendirmesi onu daha da geliştirir.
İnsan vicdanını dinlemezse daima bir azap içinde kalacak. Çünkü vicdan fıtratımızda olan bir duygudur. Bu duyguya muhalefet fıtrata muhalefettir. İnsan vicdanın sesini her zaman duyacaktır. Buna muhalif hareketin neticesi ise vicdan azabıdır. Üstad Hazretleri insanın vicdan azabından ancak iki yolla kurtulabileceğini söylemektedir.
Birisi: Gayet sarhoş olmalıyız ki vicdan devre dışı kalsın.
Diğeri: İnsaniyetten soyutlanıp vahşi, sadece kendini düşünen bencil bir kalbi taşımalıyız ki; selâmetimiz için bu iki çare bize bütün halkın helâketini unuttursun ve bizi müteessir etmesin. Hem bir parça ahmak da olmalıyız ki; bütün halka şamil bir beladan kendimizi hariç zannetmeliyiz.
Bu iki yol da kalbi ve vicdanı olan bir adama çok zıttır. En iyisi biz, bize verilen cihazları bize verenin tarif ettiği şekilde işletmeliyiz. Ancak o zaman bu cihazlar bir anlam ifade eder.
Külli Bir Bürhan: Vicdan
Yaratılmış olan her bir şey farklı yönleriyle de olsa bizlere Allah’ı tanıtırlar. Ancak Üstad hazretlerinin yaptığı tasniften hareketle bu delilleri 4 temel başlıkta incelemek mümkündür. Evet, bize Hâlık’ımızı tanıttıran dört külli bürhandan bir tanesi de vicdandır. Şimdi kısaca üç külli bürhana değindikten sonra vicdanı anladığım kadarıyla açıklamaya çalışacağım.
Birinci Bürhan: Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. Hz. Peygamber (sav) diğer bütün peygamberleri de içine alan külli bir dava getirmiş ve bunu ispat etmiştir. Hal, hareket ve davranışları dikkatli bakan gözler için bu davayı gösterir.
İkinci Bürhan: Kitab-ı kebir ve insan-ı Ekber olan kâinattır. Zerattan seyarata kadar her şey sonsuz bir kudret ve kuvvet sahibine işaret etmektedir. Kainat kitabı adeta cisimleşmiş bir Kur’andır.
Üçüncü Bürhan: Kuran-ı kerim, Kitab-ı Mu'ciz-ül Beyan, Kelâm-ı Akdes'tir. Her yönü mucize olan yüce kitap Hâlık’ını arayanlar için külli bir bürhandır. Kainat kitabının açıklayıcısıdır.
Dördüncü Bürhan: Vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir. Tevhidin parıltılarını neşrederler.
Vicdan, gayb âlemlerini temsil eden Kur'an ile şehadet âlemini temsil eden kâinata ait hakikatlerin kesiştiği yerdedir. Cenab-ı Hak, insandaki vicdanı her iki âlemden gelen hakikatleri anlayacak bir fıtratta yaratmıştır. Mesela, Kur'an-ı Kerim Cenab-ı Hakkın bütün güzel isimlere sahip olduğunu ilan etmektedir. İnsan da, vicdanı ile bu gaybi hakikati tasdik ettiği gibi, kâinattaki bütün güzelliklerin Onun güzelliğine işaretler olduğunu, yine vicdanı ile idrak eder.
Her bir şey zıddı ile bilinir, zıdlar birbirine işaret eden el feneri hükmündedirler. Mesela karanlık gündüzü, sıcak soğuğu, küçük büyüğü gösterir ve onu tanıtır. Aynen bunlar gibi insanın dehşetli iki yarası hükmünde olan hadsiz acizliği ve fakirliği de bir Kadir-i Zülcelalin kudretini, kuvvetini, gınasını ve rahmetini bizlere bildirir ve O’nun bu isim ve sıfatlarını gösteren bir muallim olur. İnsanın mahiyetine baktığımızda nihayetsiz aciz ve fakir olduğunu görürüz. Bu kadar aciz ve fakir bir insan kendine sağlam bir nokta-i istinad ve istimdad bulmazsa yaşayamaz.
Hatta her insanın vicdanında Cenab-ı Allah’ı isim ve sıfatları ile tanıtan nokta-i istinad (dayanak noktası) ve nokta-i istimdad (yardım noktası) namında iki pencere vardır. Şöyle ki insan bir taraftan nihayetsiz acizdir. Çok büyük şeylerden korktuğu gibi mikroptan dahi korkar. Bu acizliğinden hareketle nokta-i istinad arar kudret sıfatına ve Kadir ismine dayanır. Allah’a iman imdada yetişir. Öte taraftan nihayetsiz fakirdir ihtiyacı kâinat kadar geniş ama iradesi elinin yetiştiği yere kadardır. Bu durumdan hareketle bir nokta-i istimdad arar Rahman ve Rahim isimlerine dayanır ahirete iman kurtuluş anahtarı olur.
Vicdan hiçbir zaman fani insanları ve mahlûkatı görmez. O her zaman Rabbi’ni görür O’na iltica eder, yardımı O’ndan ister. Onun için vicdanına kulak veren bir insan kendisi gibi aciz beşere, riyakârlık yapmaz, her halinde ve durumda Rabbi’ni görür, O’nun huzurunda olduğunu bilir ve o huzura yakışır şekilde edeple harekete etmeye çalışır.
Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah'a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdad ise ancak âhirete olan imandır. Binaenaleyh bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder; vicdanı daima muazzeb olur. Lâkin birinci noktaya istinad ve ikincisinden de istimdad eden adam kalben ve ruhen pekçok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri hisseder ki; hem müteselli, hem vicdanı mutmain olur. Şualar (756)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.