Ahmet AY
Risale-i Nur’u tefsir gibi okuyor muyuz?
(İhtiyarlar Risalesi Notları, 1. yazı)
Ortaokul yıllarımdan beri, “Bediüzzaman” ismini bilmeme ve liseden itibaren de eserlerini tanımama rağmen, şuuruna varmaya başlayan bir okur olarak, itiraf etmeliyim ki; Risale-i Nur’u çok geç fark ettiğimi düşünüyorum. Bunu söylerken kastettiğim şey; zaten fark ettiğiniz gibi, “Risale-i Nur’un varlığını bilmemekten” kaynaklanan bir gaflet değil. Aksine; belki birçok yaşıtımdan çok önce bu nimet elime geçmişti. Ağabeyimin, yaşıtlarının rağmına dine duyduğu merak, onu önce Nakşibendiliğe, (ancak belli ki, açlığı orada dinmemişti) daha sonra da Nurların şefkatli kollarına teslim etmişti. Ve ağabeyim, biz kardeşleri için, tam bir mürşid gibi çalışıyordu. İlk kısa surelerimizi, mahallenin yaşıtım çocuklarıyla birlikte, ondan öğrendiğimiz gibi; ilk namazımızı da, yine onun teşvikleriyle öğrenip kılmıştık…
O yıllarda ağabeyim bir gün eve, Küçük Sözler isminde küçük bir kitap getirmişti. Bu eserin müellifinin büyük bir âlim olduğundan ve bunları okuyanların imanlarını kurtaracaklarından bahsetmişti. O zamanlar, büyük bir merakla karıştırdığım bu eseri, çok fazla anladığım ve takdir ettiğim söylenemez. Demek ki, o zamanlar, vakt-i merhunu gelmemişti. Sonra lise hayatım boyunca devam ettiğim dersanelerde, evlerde, sohbetlerde yine Risale-i Nur’un bahsini çokça dinledim, satırlarını yudumladım. Fakat heyhat! Ya ağzımın tadı bozuktu, yahut da o şerbet asıl tadında bana sunulmuyordu ki, ab-ı hayatımın “ab-ı hayatım” olduğunu anlamadım, anlayamadım. Dilim tattığını inkâr etti, fehmim algılamadı ve ben dahi, daha ötesini sorgulamadım, bıraktım. Gaflete daldım…
Gaflet nedir bilir misiniz? O dibine varılmayan bir çukurdur… Ve ben, o çukurda çok oyalandım.
Gel zaman, git zaman; Nesil Yayınları’nda çalışmak nasip oldu. Daha evvel beraber çalıştığımız bir arkadaşım, artık oradaydı ve benim de yanında çalışmamı istiyordu. Kalktım, onun kefilliğiyle başvurdum ve kabul edildim. Ertesi hafta işe başladım. Sevkiyat bölümünde çalışıyordum o zamanlar ve işimiz; kitapları kolileyip müşterilere yollamaktan ibaretti, basitti.
Fakat… O hafta, o ilk hafta, Nesil Yayınları’nda bir sohbete katıldım. O vakitler cuma günümüzü daha da güzelleştiren Kenan Demirtaş Hoca’nın mesai sonrası dersleri vardı. (Hâlâ son bulmasına kahırlanırım.) Benim işe alınmama vesile olan arkadaşım, o gün elimden tuttu ve “Gel” dedi, “Bak, yukarıda bir ders var. Bir saat dinleyelim, beğenmezsen beraber çıkarız. Zorlamıyorum. Ama bir gel, dinle…”
“Peki” dedim, onu kırmadım, kıramadım…
İyi ki de kırmadım, kıramadım… O derste, o vakt-i merhunda, bütün esaret zincirlerim kırıldı adeta. Adeta kalbim yarıldı, içi yıkandı ve ben dünyaya açıldım.
Kenan Demirtaş Hoca, Haşir Risalesi’ni anlattıkça, benim ağzım açıkta kalıyor ve “Bu kitap böyle bir kitap mıymış? Risale-i Nur böyle bir şey miymiş? Allah, Allah! Allah, Allah!” diyerek şaşkınlığım dilimden, mimiklerimden, heyecanımdan dökülüyordu.
Elhamdülillah, o derste, öyle hakiki bir ders aldım ki; eline aldığı kitabı kolay kolay bitiremeyen ben, fazl-ı ilahî ile dört ay içinde bütün külliyatı bitirmeye muvaffak oldum. Hem de hiç sıkılmadan, daralmadan… Lezzet-i şahane ile. Keyifle, istekle… Öyle ki, araçla kitap dağıtmaya çıktığımızda bile kitapçılara veyahut ambara gelinceye kadar yolda Risale okurdum, okuyordum. Bu benim için hakikaten fevkalade idi, fevkaladeliğini de hep hissettirdi. Çünkü o dört aydan sonra, bir daha o hızda Risale okuyamadım.
Şimdi, bu yıllardan o yıllara bakınca (ki on yılı geçti) Risale-i Nur’un bana lise veya ortaokul dönemimde açılmamış olmasını, biraz da onun “tefsir olma yönünün” yeterince nazarımıza verilmemesinden kaynaklandığını düşünüyorum. (Ki, Kenan Demirtaş Hoca’nın derslerini bilenler, onun Risale aktarımında ne denli şiddetli ayet vurgusu yaptığını bilirler. Öyle ki, bütün yolları ayete çıkarır.) Yani yazının başıyla meseleyi irtibatlandırırsak, ben; Risale-i Nur’u bilmenin, “varlığını bilmenin gayrı olduğunu” düşünüyorum. Her vesile ile muhteşem bir tefsir olduğunu belirttiğimiz ve buna şüphesiz inandığımız Risale-i Nur, pek az muhterem hocamızın rahle-i tedrisinde tefsir hürmeti görüyor. Tefsir gibi hazırlanılarak ders veriliyor. Bunu üzülerek söylüyorum.
Bediüzzaman’ın bizzat eserlerinde talebelerini uyardığı “gazete gibi okuma” tuzağı, hepimizin başında. Ve bu, okunanın hakkını verememe, yine müellif-i muhteremin Muhakemat’taki ifadesiyle “mehirleri dikkat” olan “nazlanan ve istiğna gösteren nazenin güzellerin” anlaşılmasına perde oluyor. Bir tefsir eserine, maalesef, tefsirin hakettiği müdakkik nazarı ve ilmî emeği sevk edemeyişimiz, onun üzerine yeterince araştırma yapamayışımız, istiğnası ile zaten bize muhtaç olmayan bu güzellerin daha da kapanmasıyla son buluyor.
Bunu, bu yakınlarda İhtiyarlar Risalesi konulu bir ders yapmak hususunda kendimi vazifelendirdiğim zaman da şiddetle hissettim. Derse hazırlandığım hafta boyunca ulaştığım bilgiler, beni öyle şaşırttı ki; “Bu eserin, bu yönünü, niçin daha önce fark etmedim? Ben nasıl okumuşum bunları? Tüh bana! Yuh bana!” deyip öğrenemediklerime eseflenmeme neden oldu. İnşallah, bir yazı serisi olarak, yayınlamak istediğim İhtiyarlar Risalesi konulu karalamalarımın kapısı da bu yazı olacak… Allah hayırlara açsın… Ve tefsir olduğunu her vakit ilan ettiğimiz, başkalara iddia ettiğimiz bu eserin, bir tefsir hakkı verilerek okunmasını Cenab-ı Hak, tüm Nur talebelerine nasip etsin.
Belki ancak o zaman, “Risale-i Nur tefsir değildir, dinî bir kitaptır” diyenler, iddialarının yanlış/eksik olduğuna ikna olacaklar. Yani onu tam bir tefsir gibi sunduğumuz zaman… Gazete gibi okumadığımız zaman… Beş dakikalık aralara değil, saatlik tefekkür ve araştırmalara merkez yaptığımız zaman… İnşallah… İnşallah, o zaman bambaşka olacak.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.