Ahmet NAS
Risaleleri, akademik camiaya sunmaya hazır mıyız?
Risaleleri, akademik camiaya sunmaya hazır mıyız?
Münazarat Sempozyumu’ndan önce, Risale-i Nurlara vakıf bu kadar sayıda ehl-i ilme sahip olduğumuzu tahmin etmiyordum. Sempozyum vesilesiyle bunu öğrenmiş bulunuyorum.
Bu kadar büyük bir camiaya sahip olmamıza rağmen, hala Risale-i Nur’un akademik çevrelere ulaşmadığından söz edebilir miyiz? Bu soruya hem evet, hem de hayır cevabı verilebilir. Hayır, çünkü, sempozyumu görünce, ümidimiz arttı ve risalelerin ehl-i ilme mal olmasının küçük bir numunesini görmüş olduk. Evet, çünkü, hala kendi kendimize çalıp, kendi kendimize oynuyoruz. ‘Dışarıdan’ olan ehl-i ilim ile birlikte risaleler üzerine bir müzakere ortamına kavuşamadık.
Bu kadar büyük bir camianın varlığına rağmen, üniversite çevrelerine hitap edecek, risaleler üzerine yazılmış ilmi makalelerin sayısı oldukça azdır. Elbette ki, bu konuyu sorgulamamız gerekir.
Risalelerin, akademik camiaya ulaşamamasının bir sebebi, enaniyet-i ilmiyeleri olduğu doğrudur. Kur’an’ın ‘havass’ yerine, ‘avam’a hitap etmesi gibi, Risaleler de avama hitap ediyor ve avami bir üslup kullanıyor. Kur’an’ın mesajı evrensel olduğundan dolayı çoğunluğa hitap ediyor ve çoğunluğun dilini kullanıyor. Risale-i Nur da aynı metodla, teşbih ve temsiller yoluyla, avami bir lisan tercih ediyor. Akademisyenlerin büyük çoğunluğu ise, bu üslubu basit bularak, daha havass bir dil geliştirmişlerdir.
Havassın dili, bir tür ‘bilimsel dil’dir. Bilimsel dil, bir tür üst dildir. Kendi oluşturduğu paradigmaları vardır; kendi kategorik düşünce yapısı içinde her şeyi yerleştirmek ister; sistematiktir. Kur’anın ve risalelerin bir çok meseleleri, bu kalıplara sokulamadığından dolayı ‘bilimsel’ sınıfına girmediğinden dolayı, ilmi/bilimsel bilgi sınıfına dahil edilmemektedir. Bundan dolayı, bilimsel bilgiyi bir metod olarak takip eden akademisyenler için, yukarıda sözü edilen bilgiler, avamidir. Ve bu yüzden kendi bilgilerine güvenmektedirler ve bu cihetten de enaniyetleri kavidir. Enaniyetleri kavi olanlara da bu tarz irfani bilgilerin ulaştırılması biraz zor gözükmektedir.
Ancak, bu camiaya ulaşılamamasının bir de bize ait bir sebebi görünmektedir. Bu da bizim yeterince ilmi eser ortaya koyamamamızdır. Mesela, Risalelerin nüsha farklılıkları ile ilgili bir kaynak çalışması yapabildik mi? Bu, sadece akademik camiaya lazım değil. Öncelikle buna bizim ihtiyacımız var.
Mesela, Risalelerin, İslam düşünce mirası içinde, karşılaştırılmalı bir ansiklopedik çalışmasını da yapmadık. Bediüzzaman’ın, refere ettiği yüzlerce eski ulema ve yüzlerce eserden, hangisi konusunda bir çalışma yaptık? Ve Bediüzzaman, bunlara neden atıf yaptı? Yaptığı atıflarla, ilgili bahisleri karşılaştırmalı bir şekilde okuyabiliyor muyuz? Bediüzzaman’ın hangi fikirleri, İslam düşünce mirasının hangi konuları üzerinde yükselmektedir? Bunları bilmeden, Bediüzzaman’ın büyüklüğüne ilişkin olarak söylediğimiz her söz, ezberden ibaret olacaktır.
Risale-i Nur üzerine yapılan sempozyumlarda, risalelerden metin tahlilleri ne kadar yapılmaktadır? Bu metinlerden ne kadarına Risale-i Nur üzerine tebliğler nazariyle bakacağız? Haddi zatında, bu sempozyumlar, Risalelerin bir tür ‘reklam’ını yapmaktadır. Ama muhtevası ile ilgili çok derin bilgiler ihtiva etmemektedir. Bunları söylerken, yapılan çalışmaları küçümsüyor değilim. Sadece, yaptıklarımızın, yapmamız gerekenlerin yanında çok az olduğunu vurgulamak istiyorum.
Bir konu daha var. O da ilmi camiaya sunacağımız risaleler üzerindeki çalışmalarla ilgili olarak, yeterince tartışmaya açık olup olmadığımızdır. Zira, akademik camianın üslubu, eleştireldir. Hangi eser ya da şerh, akademik camianın eline geçerse, bilimsel bir eleştiriye tabi tutulur ve etraf-ı erbaasıyla tahlil edilebilir. Biz, risaleleri ehl-i ilme sunarken, onların yapacağı eleştiriye hazır mıyız?
Başlıktaki soruyu tekrarlayalım. Acaba, risaleleri, ehl-i ilme sunmaya hazır mıyız? Bu soru, şu an çok önemli olmayabilir. Zira, hala kapalı bir dil kullanıp, Risale-i Nuru anlama tekeline sahip olduğumuz zamanlarda yaşıyoruz. Risale-i Nur mesleğinin farklı meşrepleri, bazı metinleri farklı yorumlayabilmektedir. Bu yorum farklılıklarından dolayı, farklı meşrepler, bir araya gelip de bu metinleri tartışma kültürüne henüz sahip değildir. Bu bakımdan, Mardin’deki Münazarat Sempozyumu, bir ilktir ve farklı anlama biçimlerinin, kendilerini ifade etmeleri bakımından önemlidir ve çok başarılı geçmiştir.
Ancak, farklı anlama biçimlerinin kendilerini ifade etmesi yetmiyor. Bir meseleyi, aynı ortamda müzakere de edebilmeli, medeni bir şekilde tartışabilmeli ve birbirinin eksiğini de tamamlayabilmelidir. Yani fikirler, meşveretin hür ortamında, meşrutiyetin (demokrasinin) hakemliğinde ve kamuoyunun gözü önünde şeffaf bir şekilde tartışılabilmelidir.
Bediüzzaman’ın, ‘ittihad, imtizaç-ı efkardır’ sözünü, çoğu kere ‘ittihad, ittihad-ı efkardır’ biçiminde anlıyoruz. Yani, zannediyoruz ki, herkes aynı şekilde düşününce, ittihad sağlanmış olur. Oysa ki, ittihad ediğimiz kavram, farklılığa rağmen ittihaddır. Ve ancak farklı fikirler, imtizaç edebilir. İmtizaç, fikirlerin uyuşmasıdır, birbiriyle mezc olmasıdır, birbiriyle bütünleşmesidir. Ancak, farklı fikirler, bir araya gelebilir, birbirini yok etmeden, birlikte yaşayabilir. Bir fikir, bir yorum, diğerlerine hakk-ı hayatı tanımazsa burada ittihadın olmayacağını, olamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu da ilmi istibdadın olmamasına bağlıdır.
Sempozyum, ilmi serbestliği göstermesi bakımından güzel bir numune olmuştur. Darısı, bundan sonraki sempozyumların başına.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.