Prof. Dr. Şadi EREN

Prof. Dr. Şadi EREN

Araştırmacıda olması gereken beş özellik

Bediüzzaman Muhakemat eserinde tahkik ehli olanlarda bulunması gereken beş özelliğe şöyle dikkat çeker:

“Muhakkikin şe’ni, gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüt etmek, mâzinin âmâkına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, her şeyin menbaını bulmaktır.”[1]

Muhakkik kelimesi mukallidin zıddıdır. Mukallid, başkalarının sözüyle hareket eder. Muhakkik ise bizzat araştırır, meseleyi delilleriyle bilir. Esas olan, taklit değil, tahkiktir. Körü körüne taklit, dinen kınanmıştır.

Taklitçilik, yalnız başına ayakta duramayan, daima tabi olacağı birilerini arayan, sorgulamayan muhakemesiz bir toplum ortaya çıkarır. Mevlâna, taklit konusunda şöyle der:

"Muhakkik, Hazreti Davud gibidir. Mukallit ise, ses yankısından ibarettir."[2]

Muhakkik, manaya aşinadır. Her şeyin hakikatini, içyüzünü bulmaya çalışır. Dinin nass’larının hikmetlerini araştırır. Neye, niçin inandığını bilir. Müçtehid seviyesine gelmemişse, gerçi o da taklit eder. Fakat bu taklit, körü körüne değildir; delillerini bilerek, hikmetlerini bularak hakka teslimiyetten ibarettir.

Şimdi Bediüzzaman’ın dikkat çektiği beş özelliğine biraz daha yakından bakalım:

1-Gavvas olmak

Gavvas, dalgıç demektir. Denizin maviliğini seyretmekle, o denize girmek aynı değildir. Hele hele o denize dalmak bambaşka bir zevktir. Dalgıç olan kimse, sahildekilerin göremediklerini görür, hayal bile edemedikleri inci ve mercanlara ulaşır.

İşte, bilgi denizinin dalgıcı olmak da böyledir.

2-Zamanın tesiratından tecerrüt etmek

Teneffüs ettiğimiz hava, sıcak veya soğuk olmasıyla bizi etkilediği gibi, içinde yaşadığımız zaman da değerlendirmelerimizde etkili olur. Tarihin derinliklerinde meydana gelmiş bir olayı, objektif bir yoruma tabi tutabilmek için -hayalen de olsa- manen o zamana gidip, o günün şartlarına göre yorumlamak lazımdır. Bunun bir örneğini, Bediüzzaman’ın asr-ı saadeti değerlendiren şu ibarelerinde görebiliriz:

“Şimdi zamana ait hayallerden sıyrıl ve muhite ait vehimlerden soyun. Sonra bu asrın sahilinden zaman denizine dal, Arap yarımadasına nâzır asr-ı saadet ceziresine çık. Ardından başını kaldır, o zamanın fikirlerinin sana diktiği elbiseyi giy. Sonra bu geniş sahraya nazar et! Gözüne ilk tecelli eden şu olacaktır: Tek başına bir insan. Ne yardımcısı var ne saltanatı… Ama tek başına dünyaya meydan okuyor, umuma hücum ediyor.[3] Omuzuna dünyadan daha büyük bir hakikati yüklendi. Eline bütün insanların saadetini sağlayacak bir şeriat aldı. Bu şeriat, sanki bütün İlâhî ilimlerin ve hakîki fenlerin bir özü ve hülasasıdır. Bu şeriat elbise gibi değil, bir cilt gibi hayattar, insanın istidadının gelişmesi nisbetinde o da genişliyor, dünya ve ahiret mutluluğunu netice veriyor. Bütün insanların hâllerini bir meclisteki insanların işlerini tanzim etmek kolaylığında nizama sokuyor…”[4]

Bilindiği gibi, insan büyüdükçe elbisesi daralır ve insan daha geniş yeni bir elbiseye ihtiyaç duyar. Ama bu büyüme esnasında cildi de onunla beraber büyüyüp geliştiğinden, insan hariçten yeni bir cilde ihtiyaç duymaz. İşte, insanların kanunları o elbise gibidir, zamanla dar gelir ve yenilenir. Ama Allah’ın hükümleri cild misali daima tazeliğini korur, gelişmesini sürdürür. İslâm hukukunda bulunan "içtihat müessesesi" yeni şartların gerektirdiği açılımları temin eder. Mesela, yeni yeni içki türleri ortaya çıktığında “bunlar Hazreti Peygamber zamanında yoktu, dolayısıyla biz bunlar hakkında hüküm veremeyiz” denilmez, "Sarhoşluk veren her şey haramdır" prensibiyle bunların da haram olduklarına hükmedilir.

3- Mazinin a’makına girmek

Günümüzdeki hemen her meselenin geçmişte kökleri de vardır. Yapılacak bir araştırmada, geçmişin derinlerine inip bununla ilgili neler yapıldığını bilmek gerekir. Yoksa köksüz bir araştırma ortaya çıkar.

4-Mantığın terazisiyle tartmak

Mantık, Eski Yunan Felsefesine ait bir ilim olup, İslâmî ilimlerin öğretildiği medreselere sonradan girmiştir. İmam-ı Gazzâlî’ye gelinceye kadar “Mantıkla uğraşan zındıklaşır” deyimi kullanılır ve yabancı menşeli olduğu gerekçesiyle bu ilme sıcak bakılmazdı. İmam-ı Gazzâlî “Mi’yâru’l-İlm” adıyla mantık kitabı yazdı, mantık ilminin ilimlerin ölçüsü olduğunu nazara verdi. Ayrıca “Mantık ilmi bilmeyenin ilmine itimat edilmez” dedi.[5]

Mantık, doğru düşünmenin yollarını öğreten bir alet ilmidir. Gerçi mantık bilmek ayrı, mantıklı olmak ayrıdır. Ömründe hiç mantık ilmi okumamış biri çok mantıklı hareket edebilir. Öte yandan bu ilmi tahsil etmiş biri de çarpık değerlendirmelerde bulunabilir. Ama her hâl ü kârda bu ilmin bilinmesinde fayda vardır.

Mantık bir teraziye benzer. O teraziye sahip olan kişi çok daha düzgün bir şekilde ölçer, tartar. “Doğru kıstas ile ölçün”[6] âyetini bu bağlamda değerlendirmek mümkündür.

Risale-i Nur tefsirinin en büyük özelliklerinden birisi, mantık diliyle yazılmış olmasıdır. Ama bu, bir mantık dersi verme tarzında olmayıp, risalelerin tamamına sirayet eden bir ruh şeklindedir. İşin ehli olanların gördüğü üzere, çok sağlam bir mantık örgüsü risalelerin her tarafında bulunmaktadır.

5-Her şeyin menbaını bulmak

Sözlü sohbet kültüründe anlatılanlar, zaman zaman bazı problemleri de yanında getirebilir. Sohbeti yapan kişi, ya yanlış bilgisinden veya tam hatırlamamasından dolayı bazı şeyleri yanlış veya eksik aktarabilir. Bu durumda, dinleyenler dinlediklerini tahkik etmeli, anlatılan şeyin kaynağını bulmalıdır. Mesela bazıları “Ben ilmi dileyene, zenginliği ise dilediğime veririm” şeklinde bir ifadeyi âyet gibi nakletmektedir. Gerçi bu yanlış bir mana değildir, bazıları hiç çalışmadan zengin olarak doğar, âlim birinin çocuğu ise, ancak çalışırsa âlim olur. Ama âyet olmadığı halde bunu âyet gibi nazara vermek, Kur’ân’a bir iftiradır.

Tefsir ve Fıkıh kitaplarını mütalaa edenler, bu kitaplarda aynı âyet ve hadisin yorumunda çok farklı manalara dikkat çekildiğini görürler. Bu kitaplarda bu farklı görüşlere yer verilmesi, kitabın müellifinin bütün bu görüşleri aynen kabul ettiği anlamına gelmez. Bunu göz ardı eden kimseler, kendi kanaatlerini te’yid eden bir görüşü bir kitapta gördüklerinde “Ben Beydavi Tefsirinde gördüm, o da böyle diyor” veya “Ben İbn-i Abidin’de gördüm, o da böyle söylüyor” derler. Hâlbuki bu kitapların aslına müracaat edildiğinde, bu otorite zatların bunu sadece farklı bir görüş olarak zikrettikleri görülecektir. Zaten “Bu konuda şöyle denildi” demişlerse, bu üslûb o görüşün zafiyetine delâlet eder.

Bir de tercüme eserlerde pek çok tercüme hataları vardır. Hiçbir tercüme, aslın yerini tutmaz. Tercüme bir eserden okuduğumuzda, muhatap olduğumuz mana zihnimizi kurcalıyorsa, eserin aslına bakmak lazımdır.

Bir gün bir muhatabımla aramızda şöyle bir konuşma geçmişti:

-Hocam, İmam Gazzâlî nasıl bir zattır?

-Gelmiş geçmiş en büyük âlimlerimizdendir. Hatta kendisine “Hüccetü’l-İslâm” yani “İslâm’ın delili” denilir.

-Ama hocam ben bir kitabını okudum. Orada Peygamber Efendimizden şöyle bir hadis naklediyordu: “Benim ölümüm büyük olaydır. Ben öldüğümde Allah benim namazımı kılacak.” Hocam, Allah namaz kılar mı?

-Allah elbette namaz kılmaz, namazı emreder. Aslında İmam-ı Gazzâlî öyle dememiş, ama senin okuduğun kitabı kim tercüme etmişse çok yanlış tercüme etmiş. Çünkü Türkçede “namaz” dediğimiz kelimenin Arapçadaki aslı “salât” kelimesidir. Bu kelime Allah’a nisbet edildiğinde “rahmet eder” anlamına gelir. Bu durumda İmam-ı Gazzâlî’de geçen rivayet şöyle tercüme edilmeliydi: “Benim ölümüm büyük olaydır. Ben öldüğümde Allah beni rahmetine mazhar kılacak.” Bu kelimenin kullanımıyla ilgili Ahzab suresi 56. âyete bakılabilir.

Özellikle ilmî çalışmalarda ilk kaynağa inmek en önemli esaslardan biridir. Ama İslâmî ilimler alanında çalışma yapanların önemli bir kısmı ya ilk kaynağa ulaşmadan tercümeler vasıtasıyla nakilde bulunmakta veya ilk kaynağa ulaşsa bile yeterli bir Arapçası veya Farsçası olmadığından ortaya bir ucube çıkmaktadır.

[1] Said Nursi, Muhakemat, s. 26

[2] Rûmi, Mesnevi, VI, 171-172

[3] Bu ifadeyi şöyle anlayabiliriz: Peygamber Efendimizin getirdiği dinin esasları, o zamanın dinlerine ve görüşlerine aykırı esaslarla doluydu. Hem zamanla aslını kaybetmiş Hristiyanlık ve Yahudiliği reddediyor, hem puta tapanları yerin dibine geçiriyor, hem felsefî esasları çürütüyordu.

[4] Nursî, İşârâtu’l-İ’câz (Arabî), s. 173- 174

[5] Gazzâlî, el-Mustasfâ min ilmi’l-usûl. thk. Süleyman el-Aşkar. Müessetü’r-Risâle, Beyrut, 1436 h., I, 45

[6] İsrâ, 35; Şuârâ 182

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum