Samimiyet ve Haşir

Kendini bir ‘et ve kemik bütününden’ ibaret görmek...

Ama aynı zamanda da, o et ve kemik bütününün hissedebildiğine, düşünebildiğine; en başta kendi aleminde, bizzat yaşayarak şahit olmak...

Bu iki zıt bir arada nasıl durabiliyorlar; ya da bir arada gerçekten durabiliyorlar mı, inanmak çok güç.

Aslında bir çelişki gibi görünse de, etten, kandan ve kemikten, nasıl oluyor da duygu, düşünce, inanç vs. gibi ‘madde ötesi’ yetenekler sadır olabilmekte; işte bu zıtlığa şahit olabilmek, insanın -inancı ölçüsünde sahip olabileceği- müthiş bir iteneğidir de. Çünkü maneviyatı kabul eden bir bilinç, bu kabulle birlikte, iddia edildiğinin aksine sadece bir ‘et ve kemik bütünü’ olmadığını; bilakis, şu tutan, yürüyen ve ölçülebilen ‘yığından’ öte, hiç değişmeyen ve pörsümeyen ‘bir ben’ olduğuna da yakinen inanacaktır. Nitekim Spiritüalist düşüncede insanın içindeki hiç değişmeyen, yaşlanmayan ve bizâtihi hep kendisi olarak hissettiği o “kendi”, ruhun varlığına dair gösterilen delillerden biri sayılmıştır.

Kendini bu anlamıyla okuyabilen ve keşfedebilen bir insanı ise, ölüm düşüncesi, ya da hatta ölümün kendisi, mahvedebilir mi hiç? Bu his, bu inanç ve bu farkındalık düzeyi, son bulma dehşetine karşı huzuru edinmede pek müthiş bir amildir insan için.

Zira hemen herkes içine dikkatle bakarsa, çocuklukta, gençlikte, kısacası tüm geçmişinde anılarını işleyen-eyleyen-hissedenin, hep aynı “kendi” olduğunu da görebilecektir. İçimizde, zaman geçse de değişmeyen, daha doğrusu zamanın bedenimize yaptığı gibi yaşlandıramadığı, ve de pek ulaşamadığı bir “ben” var; ve galiba hepimiz o benleriz aslında, yoksa zavallı bedenlerimiz değil, diyebilir... Ve bu suretle de, demek ki bu beden bir “kalıp”; ve ölüm, geçici olarak ancak bu kalıbı çürütecek, deyip, Haşir’i tasdike yaklaşabilir.

Oysa bir ön kabulden de ibaret olsa küfür-inkar, kendisine mensup kişilere böylesine fıtrî bir hissi ve böylesine enfüsî bir ayeti dahi inkar ettirebilmekte... İşte maneviyatı reddeden maddeci görüşlere sahip öylesi kişiler, insanın sona mahkûm bir nesne olduğu şeklindeki fikirlerine dinî çevrelerce haklı bir samimiyet eleştirisi yapıldığı zaman; bu kez bin bir tevil, cerbeze-laf oyunu ve inatla, bu eleştirinin haksızlığını ispatlamaya çalışırlar hep. Böyle haklı bir eleştiriye karşı yapılan ‘samimiyetin ölçütünün teorik olarak relatif-göreli olması’ gibi bir hazır itirazın yanında; asıl itiraz sebebinin, o samimiyet eleştirisinin sırf inananlardan ve de dinî bir tarzda ve üslupta olmasından kaynaklandığını düşünmüşümdür hep. Çünkü yok olacağına inanan insanların, devamla, bu eleştiriye karşı antitezlerini ve kendi görüşlerini savunma şekillerini de kısmen –bazen de tamamen- dogmatik bir seviyeye indirgediklerine her defasında şahit olunca, o düşüncemde yanılmadığımı –üzülerek de olsa- bir kez daha anlamış olurum. Böylelikle de, o “ön kabul ehlinin”; başvurdukları ‘slogan cevaplar tesellisinin’ ardından; artık kısır bir döngüye dönüşen tartışmalarda başrolü kapmak suretiyle, güreşi farklı minderlere çekmeyi başardıklarını da görmüş oluruz...

Böylece asıl sorunun cevabını müzakereye ya da ortaya çıkarmaya da, özellikle amaçlandığı üzere, yine bir türlü sıra gelmemiş olur...

Çünkü ısrarla savunulan ‘son bulmak’ fikrinin savunucusu, bu fikri kendi iç aleminde de gerçekten kabul edebilmekte ya da kendisiyle baş başa kaldığında da bu fikrini aynı kararlılıkla savunabilmekte midir; ya da bu konudaki samimiyetine kendisi de inanmakta mıdır; cevabı beklenen ‘tehlikeli’ soru budur işte...

Doğrusu biraz düşünülünce, bir insanın bu soruya kendisiyle yalnız kaldığında vereceği ‘evet’ cevabına yönelik şüphelerin haklılığı da anlaşılabilecektir aslında.

Nitekim evreni kapsayacak bir kavrayışa aday zekaya ve en basit örnekle çeşitli sanat dallarını kurup, bunlarda şaheserler ortaya koyabilecek kadar sonsuz duygulara, sınırsız sayılabilecek bir hayal gücüne .... ve daha nice “gerçek manada müthiş” his ve yeteneğe sahip ‘bir mana’ ve ‘bir asıl’; bağlı olduğu et-kemik bütünü (madde) ölünce, kendisi de son bulacak demek!.

Üstelik sonu bulunamaz öylesi hislere sahip o mana (yani “madde olmayan”) da, hem o hislerinin gereği olarak doğuştan sahip olduğu ‘devam ve son bulmamak’ gibi en büyük bir arzuya sahip olacak; hem de o arzusuna muhal bir tarzda, hiç çaresiz, her an yok olmaya doğru gittiğini de bilerek yaşayabilecek (?)...

İnsanın yaşayabileceği en doruk ızdırabıdır herhalde bu.

Bir tarafta doğuştan getirdiği ölümsüzlük isteği ve sonsuzluğu arayabilecek-kavrayabilecek derecede yetenekli o sayısız, sınırsız hisleri; hemen yanında da, o hislerle bir arada –ama onlara tamamen zıt olarak-  yok olup son bulacağına, daha acı bir ifadeyle, bir daha hiçbir zaman, hiçbir yerde olmayacağına dair inancı...

Bediüzzaman Hz.’nin, kainattaki tüm afakî “ayetleri” görmeyen ve inkar eden ‘zihinler’ hakkında dile getirdiği , “Dünyada en ziyade hayret dilecek bir şey varsa, o da bu inkardır.” (Asa-yı Musa,s.186.) şeklindeki haklı hayretini; enfüsî ayetlere karşı gösterilen aynı tutuma karşı da göstermemek ne mümkün?... Maddeci görüşlerin bu konudaki samimiyetine yöneltilen dinî eleştiriler de, burada sahneye çıkıyor işte: İçimde beka arzusu, inkar edilemeyecek “en büyük duam” iken; birbirine tezat bu iki zıtlık (sonsuz yaşama isteği ve son bulmaya dair inanç), bir arada bulunabilirler mi hiç?...

Bunların bir arada bulunamayacağını haklı olarak savunan bir mümin, zaten bu en büyük arzusuna muhalif bir tarzda yok olacağına inanan bir insanın, aynı zamanda da huzurlu bir şekilde yaşayamayacağını bilir. Bundan dolayı da, son bulacağına inandığını söyleyen bir kimsenin samimiyetine, kesinlikle şüpheyle yaklaşır.

Çünkü şu bir gerçektir ki; “inkılâb-ı hakâik ittifaken muhâldir ve inkılâb-ı hakâik içinde, muhâl ender muhâl, bir zıd kendi zıddına inkılâbıdır. Ve bu inkılâb-ı ezdâd içinde, bilbedâhe bin derece muhâl şudur ki: Zıd, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun.” (Sözler, s.72) Bir şeyin hem kendisi, hem de zıddı olan şeyin bir arada bulunması; gündüzün, hem gündüzken, aynı zamanda gecenin hüviyetine de sahip olması gibi, hayalimizde dahi canlandıramadığımız gibi bir duruma benzer... 

Yani demem o ki; hem hayatımın her döneminde –bütün dünya inkar etse bile var olduğunu bildiğim- sayısız hislere, yeteneklere, en güzel bir surete ve bir “ölmeme isteğine” sahip olacağım; hem de kesinkes sonlu olduğuma, kalbim durunca (o sonsuzluk isteğim, nice arzularım, duygularım ve yeteneklerimle birlikte de) yok olacağıma dair bir inançla birlikte yaşayacağım... 

Her insanın doğarken getirdiği en büyük ümidi (sonsuz hayat aşkı) ile, yaşamı sırasında edinebileceği en büyük korkusu (yok olma korkusu) birlikte, bir arada, bir vicdanda yaşayacak yani (?...)

Oysa bizatihi o hislerim, suretim ve yeteneklerim; tam da ahiretin ve haşirin birer delilidir, bunu söylemektedir Üstad Hz.:  ”İnsanın ahsen-i takvimdeki hüsn-ü masnuiyeti, Sâni’i gösterdiği gibi; o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i câmiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması, haşri gösterir." (Sözler,s. 89) Ama ben, -maazallah- ahireti keşfedebileceğim bir nimet olarak bana verilmiş olan bu hislerimi hissetmeyeceğim, onları yok sayarak inkar edeceğim ve bu konudaki küfrümü de bir tasdikmiş gibi göstereceğim ha?.  

O samimiyet eleştirisinin samimiyetini, en az haklılığı kadar kuvvetli buluşum bundandır işte.

Üstelik, “Yer yüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.” (Hacc Süresi, 22/46) diye buyrulan ayet-i kerîmede, insanın karşılaştığı her “ayete”, iç aleminde, kendisine lütfedilen hasseleriyle; özellikle kalbiyle, hem de akleden ve gören bir kalbiyle muhatap olması gerektiği de hatırlatıldığındandır yani!...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum