Erdem AKÇA
Sosyalizm, Kapitalizm ve İslam Ekonomisi
Ekonomiler, devlet ve ferd merkezli olmak üzere tarih boyunca süregelmiştir. Ferd merkezli ekonomiler, piyasaya devlet müdahalesini ya tamamen reddederler, Liberalistler gibi veya kısmen reddederler, Fizyokratlar gibi… Bu sistemlerde özel mülkiyet algısı kâr, birikim, faiz, rant ve sömürü yoluyla uluslar arası boyutta bir sermaye ve mülkiyete kadar ilerler. Günümüzün dev şirketlerinde olduğu gibi… Devlet merkezli ekonomilerde ise, şahsın mülkiyet hakkı daraltılır; piyasa tamamen devlet tekeline alınır. Bütün üretim kaynakları devletin eline bırakılır. Şahısların kendi adlarına üretim yapmasına ya hiç izin verilmez, sosyalist ekonomilerde olduğu gibi veya kısmen izin verilir feodalite döneminde olduğu gibi… Bu manada ekonomi algısı tarih boyunca bir sarkaç gibi ferdden devlete, devletten ferde şeklinde gidip gelmiş, ideal ekonomik sisteme doğru yolculuk yapmıştır.
Devlet temel alındığında, servetin iktidarın tekeline geçtiği, insan fıtratındaki mülkiyet arzusunun tatmin edilmediği, özel mülkiyete dayalı istediği gibi harcama, paylaşım, cömertlik v.b. duyguların kendilerini ifade edemedikleri bir ortam oluşur. Bununla beraber kişilerde fıtraten bulunan ticari zeka ve potansiyel yetenekler de kilitlendikleri için mutsuz insanlardan meydana gelen bir kitle ve ruhsuz insan yığını ortaya çıkar. Buna mukabil liberalist ve kapitalist mantığın hâkim olduğu ferd merkezli ekonomilerde ise, piyasa bir tarla mahiyetine bürünür. Potansiyel yeteneği olan kişiler, sınırsız şekilde ticari zeka kapasitelerini, üretkenlik ve kazanabilme yönlerini açarlar. Fakat bu sistemler hakka ve meşruiyete dayanan kutsal bir düzen olmadıkları için, “alma merkezli, kazanç ve kazandığını muhafaza odaklı” yapısından dolayı zenginler aşırı zengin, fakirler aşırı fakir hale bürünürler. Faiz ve bankacılık sistemiyle bir sermayedar evinde oturup hiçbir üretim yapmadan “günde” 1.000.000 TL faiz kazanabilirken diğer yanda yer altında, öldürücü gazların etkisi altında madenlerde asgari ücretle çalışan kişiler “ayda” 2.000 TL’yi zor kazanırlar.
Dünya ekonomisi, bu manada liberalist ve kapitalist ekonominin bireysellik yönünün sancılarıyla 1. Dünya Savaşı’na kadar geldi. Dünya ekonomisi, 1929’daki Büyük Buhran’a doğru ilerlerken, Almanya merkezli olarak başlayan ve 1. Dünya savaşı öncesinde Rusya’da da gizliden gizliye yayılan sosyalist ekonomi teori ve uygulamaları ile de çalkalanmaktaydı. 1917’de Çarlık, Bolşevik İhtilali ile sarsıldı. 1. Dünya savaşından çekilmek zorunda kaldı ve yıkıldı. Lenin’in önderliğinde sosyalist ve akabinde komünist rejim Rusya’da hükmetmeye başladı. Sosyalizm, dine karşı saygılı ve müsaadekâr iken komünizm rejimi dini, insanları zehirleyen ve uyuşturan bir afyon olarak gördü. Bundan dolayı ülke genelinde dinî bütün değerleri yasakladı. Alman sosyalizmi kendi içinde güçlenip yayılırken Rusya’da rejim değişmiş ve yeni sistem kendisini tüm baskısıyla hissettirmeye başlamıştı.
Bu hengâmede Osmanlı Devleti de savaşı kaybetmenin verdiği bir fikir kargaşası ve yeniden diriliş için bir çare arayışı içindeydi. Bu esnada İstanbul’da Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye azası olan Said Nursi’ye gerek Dârü’l-Hikmet azaları gerekse dünya gündemini gazetelerden takip eden halk, ekonomik problemler ve dünya siyaseti hakkında çeşitli sorular sorarlar. O da şu şekilde cevaplandırır:
S -"Şu âlemin ihtilâli nedir?"
C -"Sa'yin (emeğin) sermaye ile mücadelesidir."
S -"Acaba ikisini barıştırmak çaresi yok mudur?"
C -"Evet, vücub-u zekât (zekâtı zorunlu kılmak) ve hurmet-i ribâ (faizi haram kılarak yasaklamak), karz-ı hasen (borçlanma) şerâit-i sulhiyedir (barış şartlarıdır). Şu ribâ taşını altından çeksen, şu zâlim medeniyet kasrı çökecektir."
[Bediüzzaman’ın burada verdiği çözüm, sadece İslam ülkesi açısından değil dünya geneline ait bir ekonomik çözümdür. O an zaten Osmanlı ülkesinde zekat vâcib, riba haramdı. Said Nursi’nin sunduğu çözüm, semavi dinlerin ortak ekonomi mantığıdır. Yani faiz sistemini bütün türevleriyle tamamen ortadan kaldırmak, sermaye birikimini zekat ile eritmek, faizsiz borçlanma ile de piyasada para sirkülasyonunu sağlamak… Sorular, kapitalizm ve sosyalizm konusuna yönelerek şöyle devam eder:]
-"Gâvurlardaki iki cereyanları nasıl görüyorsun?"
"Şimdilik[1] biri necis (kirli, pis), biri encestir (en kirlidir). Tâhir-i mutlak yalnız desatir-i İslâmiyettir.(İslamiyet anayasalarıdır) "
"Öyleyse iki cereyana da lânet!"
"Evet. Lâkin bize bulaşmış olan encesin (en pisin) temizliği hesabına, onun izalesine çalışan necise necis demekle onu da kendimize sıçratmak, maslahat olmasa gerektir. Meselâ, bir hınzır seni boğuyor. Bir ayı da onu boğuyor. Ayının bağrına dürtmekle kendine musallat etmek, akıldan ziyade cünundur (çılgınlık ve deliliktir). Zaten bir cinnet-i müstevliye (istila edici bir çılgınlık) dünyaya dağılmıştır."[2]
Said Nursi, burada kapitalizmi, domuza benzetir. Evet domuz, kirli ve temiz, gayr-ı meşru ve meşru her şeyi yiyen ve yutan hâliyle “hırs” duygusunun sembolüdür. Freud ve Jung’un tabiriyle insanlığın kollektif bilinçaltı bir sembolünü ifade eder. Kapitalizmin temeline indiğimizde karşımıza, doymak bilmeyen ve gözü menfaatten başka bir şey görmeyen hırs duygusu çıkar.
Bediüzzaman, burada sosyalizmi ise, ayıya benzetir. Evet ayı da, despotluk ve baskıcı yapının kolektif bilinçaltı sembolüdür. Sosyalizmin her şeyi devlet tekeline alan, kişisel üretime izin vermeyen, zaman içinde kişisel tüketime karışmaya kadar varan yapısı onu insanları boğucu bir despotizme dönüştürdü.
Bununla beraber ayılar, domuzlara göre daha münzevi, asosyal ve sâkindirler. Domuzlar ise işgalci, talan edici ve hırçındırlar. Bediüzzaman ekonomi ve siyaset dünyasını temsillerle şöyle okuyor: “Dünya ekonomisini göz önüne getirirsek kapitalizmin istilacı hırsı ile sosyalizmin münzevi ve kanaatkâr istiğnasının kavgasını ve boğuşmasını görürüz. Kapitalizmin hırsı bir domuz gibi, her yere girer, talan eder ve yer. Sosyalizmin istiğnası ise, bir ayı gibi ancak ihtiyaç için yuvasından çıkar; münzevi yaşar ve geri çekilir. Bu manada dünyanın ekonomik yapısı hırs domuzu ile istiğna ayısının kavgasından ibaret bir manevi manzaradır.”
Bu noktada İslâmın temsil ettiği ekonomik yapı ise, “deve” ile sembolleşir. İslam ekonomisi, dünya denilen kıt kaynaklar çölünde insanlığa hayat kaynağı olan, rahmet-i İlahiye’nin en büyük hediyesidir. Nasıl Hz. Salih (AS) bir kayanın içinden mucize olarak dişi deve çıkardı ve halk onun sütüyle beslendi. İslamiyet sistemi de, 4 esas üzere kurulu bir amel ve ekonomik yapıdır. O da hakikat dağının içinden çıkan, Hz. Peygamberin bir mucizesidir. İslamiyet devesinin 4 esası ve bacağı maddi-manevi ibadetler manasında namaz, oruç, zekat ve haccdır. Kelime-i şehadet ise o devenin hayatı, ruhu ve başıdır. İslam ekonomisi manasında deveyi ele alırsak zekat, infak ve karz-ı hasen şeklinde müspet ve faizin haramlığı şeklinde menfi 4 yapıcı esas ve bacak üzerinde İslam ekonomisi yaşar. Ekonomi manasında baş ise, özel mülkiyetin varlığını ve Allah’ın hakiki mülk sahibi olduğunu görmek ve kabullenmektir. Hz. Salih’in (AS) halkı o devenin bacaklarını kestiler, onu öldürüp helak oldular ve varlık âleminden silindiler. Aynen öyle de İslâm’ın bu 4 esasını İslam düşmanları ve lakayt dindarlar kestikleri ve İslam ekonomisini dünyadan sildikleri için 2 Dünya Savaşıyla bir sosyal helak (tükeniş) yaşandı. 90 milyon insan bu savaşlarda öldü. Miktarı belirsiz dünya serveti ve malı da zayi oldu, gitti.
Said Nursi, bu savaşların temelinin hırs olduğunu ısrarla vurgular. İslamiyetin ekonomik manada sergileyeceği tavır, ne hırçın ve arsız hınzırlıklar ne asosyal ve kanaatkâr ayılıktır. Bilakis sosyal, barışçı, faydalı ve uysal bir deve olmaktır.
Bu sembolizm evrensel olduğu için din dairesinde de hükmünü icra eder. Çünkü dindar insanlarda da hırs ve istiğna duyguları mevcud. Dindarlık bu duyguları yok etmiyor; bilakis itidale ve hayırlı hale getiriyor. Dinler tarihi noktasında baktığımızda görürüz ki: Kapitalizmin temelini kuran, insanlar içinde dünyaya en hırslı şekilde saldıran, dünya sermaye ağının yüzde 80-90’ına sahip olan Yahudilerin ekonomi mantığı bize “domuz”u yansıtır. Buna mukabil özünde dünyevilik ve özel mülkiyet tutkusu olmayan, bu manada devletleşme gibi bir derdi bulunmayan saf Hıristiyanlık, eğer devletleşse idi, ferdlerindeki bu uhrevi algıyı devam ettirmek için Sosyalist tarzı bir devlet idaresine sahip olacaktı. Bu yönüyle sosyalist ekonomi, Hıristiyan ekonomisine çok yakındır. Bu manada Sosyalizmin Almanya’da başlaması, tesadüf eseri değildir. Çünkü Alman milleti, hem Avrupa halkları içinde ruhaniliğe en açık, yakın ve yatkın ırktır; hem Protestanlık Almanya’da ortaya çıkmıştır. Protestanlık İncil’e dayalı saf Hıristiyan algıya bir dönüş çağrısı olduğu gibi; Alman sosyalizmi de hakiki Hıristiyanlığa ait ekonomik hayata doğru bir yönelişin göstergesidir.
Bu noktadan bakılınca İngiliz ve Amerikan kapitalizmi ve dünyeviliği, onların görüntüde Hıristiyan olsalar da hakikatte Yahudileştiklerinin veya Yahudilerin kontrolünde olduklarının göstergesidir. Hakiki Hıristiyanlıkta savaş olmadığı, “düşmanına karşı dahi merhamet ve şefkat” esas olduğu gerçeğine dayanarak söyleyebiliriz ki Orta Çağ, Yeni Çağ ve Yakın Çağ’da Batı Dünyası’nın yaptığı bütün işgaller ve sömürgecilik faaliyetleri tamamen Yahudi kültürü, algısı ve hâkimiyetinin göstergesidir. Evangelizm gibi son zamanlarda ortaya çıkan tarikatlar Yahudilik ve Hıristiyanlığı kaynaştırmaya çalışan birer projedir. Fakat saf Hıristiyanlık, kendinden taviz vermeden Yahudilik algısı ile barışamaz.
Bediüzzaman, saf Hıristiyanlığa, “İsevilik”; ruhbanların fetvaları, Roma Devleti’nin kültürü ve diğer kültürel etkilerle oluşan Kilise Hristiyanlığına “Nasraniyet” adını verir.[3] Kur’an da bu manada Tevrat’a rağmen faiz ve bankacılığı meşru gösteren ve devletleşen İsrail oğullarına “Yahudi”; Tevrat’a tabi, semavi emirlere uygun yaşayamaya çalışan dindar İsrail oğullarına ise “Musevi” der: “Musa'nın kavminden bir topluluk hakkı gösterirler ve onunla hükmederler.”[4] Ki bu tarz Museviler, şu anki İsrail devletinin, onlara zulmettiklerini ve Tevrat’a muhalif hareket ettiklerini vurguluyorlar. Ultra Ortodoks (Haredi) Ben Tziyon Margilit gibi…[5]
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Aliya İzzet Begoviç’in Doğu-Batı Arasında İslam isimli eserinde vurguladığı gibi İslam, sosyalizmin güzel tarafları ile kapitalizmin olumlu taraflarını barıştırmak; Yahudilik ve Hıristiyanlığın güzelliklerini kendinde cem etmektir. İslamiyet, sosyal ve ferdî meseleler ve ilişkilerde, daima itidal ve sırat-ı müstakimdir. Ne devleti ferde, ne ferdi devlete feda eder. Her hak sahibine hakkını hakkı kadar verir, adaleti ve umumi sulhu temin eder.
[1] Buradaki şimdilik lafzı geleceğe dair bir öngörüdür. Çünkü sosyalizm, kapitalizme göre daha temiz olsa da sosyalizmden doğan komünizm, kapitalizmden daha kirli ve insanlık için daha büyük bir tehlikedir. Bediüzzaman Sosyalizm’den Komünizm denilen yangının doğacağını, o yangını söndürme için istilacı yapıdaki kapitalizmin bir sel gibi semavi dinlere yardım edeceğini bildirir: “ Nasıl ki düşmanın düşmanı düşman kaldıkça dosttur. Öyle de düşmanın dostu dost kaldıkça düşmandır. “ Maymun ” dost oldu yardım etti, “ ayı ” neden etmesin. Bir “ hınzır ” seni boğar, bir “ ayı ” onu boğar. Ayı sana dost olur. Sakın bağrına dürtme kendine de saldırtma. Ger ( Eğer ) “ yangın ” dan yanarsan, “ seyl-i azim ” ( büyük bire sel ) gelirse o da sana dost olur Nasıl maymun olmadın, hiç ayı da olmazsın. ” ( Osmanlıca Lemeat ) Kore savaşında kapitalist Amerika büyük bir sel gibi İslam ordusu olan Türklere ve semavi dinlere yardım etti.
[2] Âsâr-ı Bediiye, Rumuz.
[3] Lem’alar, 17. Lem’a, 5. Nota; Sözler, Lemeat, “ Bir Meclis-i Misalîde Şeriatle medeniyet-i hazıra ile deha-ifennî, hüda-yı şer’î ile müvazeneleri ” Bahsi.
[4] A’raf suresi, 159.
[5]https://www.aa.com.tr/tr/dunya/haredi-yahudisi-margilit-israil-hem-bize-hem-filistinlilere-zulmediyor/1107808
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.