Alaaddin BAŞAR

Alaaddin BAŞAR

Varlık ve yokluk üzerine

“Adem-i mutlak zaten yoktur, çünkü bir ilm-i muhit var.”  Mektûbat
 
Vücut, Allah’ın ezelî bir sıfatı. Türkçesi, varlık. O’nun lütfuyla yokluktan kurtulup varlık sahasına kavuşana da “mevcud” diyoruz. Yâni vücut bulmuş, var olmuş.
Allah’ın icadiyle var olan her mahlûk, mevcud ismiyle anılır.
 
Var ve yok kelimeleri, hayâlimizi ister istemez bir zamanların hararetli bir tartışmasına götürür:“Yok var olmaz, var olan da yok olmaz.”
 
Bu söz, maddeye ezeliyet vererek âlemlerin Rabbini inkâr etme hevesine kapılan inançsız bir grubun ağzında uzun süre sakız oldu ve sonunda fen sahasının yetkili ilim adamlarınca çürütülerek çöpe atıldı.
 
Ben meselenin bir başka yönü üzerinde durmak istiyorum.
 
Bu söz bir yönüyle doğru, diğeriyle yanlış. Bu sözü yaratılışı inkâr maksadıyla söyleyenlere elbette iştirak etmek mümkün değil. Doğru olan tarafı şu:Bugün gördüğümüz hiç bir varlık, yokluktan meydana gelmemiştir. Zira, varlık yokluğun zıddıdır. Bir şeyin kendi zıddına inkılâb etmesi ise imkânsız. Kaldı ki, “yok var olur” dediğinizde, “yok” diye bir şeyin varlığını kabul etmiş olursunuz. Bu ise bir tezattır. O halde gerçeği şöylece ifade edebiliriz:Yok diye bir şey mevcut değildir.
 
Görünen ve görünmeyen bütün âlemler, “yokluktan” değil, “yok iken” var edilmiş, varlık sahasına çıkarılmışlardır.
 
Cenâb-ı Hak kendine ibadet için, iman için, mârifet için yarattığı insana, nice hakikatları anlamanın da ölçülerini lûtfetmiş. Bu, “varlığa kavuşma” hâdisesinin de bir misalini insan ruhunda aramak gerek…
 
Bir cümleyi zihninizde kurup şekillendirdiğinizde, o cümle o anda sizin için varlık sahasına girmiştir. O artık yok değildir. Ama aynı cümle sizin dışınızdaki kimseler için yoktur. Ancak onu yazdığınızda yahut söylediğinizde cümle başkaları için de varlık sahasına çıkmış ve kabul edilmiş olur. Siz o cümleyi zihninizde kurmadan önce böyle bir cümle yoktu, ama yoklukta değildi. Siz onu yokluk denilen bir âlemden tutup da meydana çıkarmış değilsiniz.
Yokluk hiçbir varlığın tarlası değil, tezgâhı değil, yahut hammaddesi değil.
 
Gördüğümüz bütün şu varlık âlemi de, yok iken yaratılmıştır, ama yokluktan yaratılmamıştır. Her mevcudun şu harika nizamı, intizamı, hikmeti, faydası onun mükemmel bir plândan, yâni kaderden geldiğini açıkça ders verdiğine göre, İlâhî ilimde takdir edilen bir varlık mutlak yoklukta değildi. Ama biz o varlığı ancak yaratıldığı zaman görebiliyor ve ona ancak o zaman “var” diyebiliyoruz. Bu varlık, dünya sahifesinden silindiği zaman da bizim için yok oluyor, ama yokluğa gitmiyor.
 
Yokluktan gelme olmadığı gibi, bunun bir zarurî neticesi olarak yokluğa gitme de yoktur. O halde, “var olan yok olmaz” sözü ancak, “bu dünyadan giden varlıklar mutlak yokluğa düşmezler, Allah’ın ilminde varlıklarını sürdürürler” mânâsında doğrudur.
 
“Adem-i mutlak zaten yoktur, çünkü bir ilm-i muhit var. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmiye perde olmuş bir ünvandır. Hatta bu mevcudat-ı ilmiyyeye bazı ehl-i tahkik a’yan-ı sabite tabir etmişler.” Mektûbat
 
A’yan-ı sabite, “eşyanın ezelden beri ilm-i İlâhîde sabit olan hakikatları” şeklinde tarif ediliyor.Bunun bir diğer ismi de “mahiyet.”
 
A’yan-ı sabite tasavvufî bir tabir ve ilk olarak Muhyiddin-i Arabî Hazretlerince kullanılmış ve eşya arasındaki her çeşit farklılık, bu a’yan-ı sabitelerin farklı oluşlarıyla izah edilmiş.
 
Cenâb-ı Hakk’ın zâtı birdir ama isimleri yüzlerce, binlercedir. Hatta bazı zâtlara göre İlâhî isimler sonsuzdur. İşte bu isimler arasındaki farklılık, onların tecelligâhı olacak varlıkların da farklı mahiyette olmalarını zarurî kılmıştır.
 
Bu ifadede bir kademe atlamış bulunuyoruz. İlâhî isimlerdeki farklılıklar, a’yan-ı sabitenin farklılığını netice verir, a’yanın farklılığı da mahlûkatın farklılığını.
 
A’yan için, “esma-yı İlâhiyyenin gölgeleri” tabiri kullanılıyor. Bu gölgeler isimlerden haber verirler, ama onlara benzemezler. Bunların müstakil bir varlıkları yoktur. İlim dairesindeki taş sert olmadığı  gibi, insan da hayat sahibi değildir.
 
Allah’ın ezelî ilmindeki varlıklar, ancak kudret âlemine, şahadet âlemine çıktıkları zaman kendilerine bu âleme mahsus sıfatları takılır. İlim dairesinde iken şehadet âlemindeki zâtlarından da, sıfatlarından da mahrumdurlar.
 
Bazıları, a’yan-ı sabiteye inanan evliyanın, sonunda cebriyeci görüşe kaydıklarını ve insan iradesini inkâr ettiklerini iddia ederler. Burada yanlış anlaşılan bir nokta olduğu kanaatındayım.
 
Bütün eşyanın, mahiyetleriyle, Allah’ın ilminde mevcut olduğu bir hakikat. Bunun aksini düşünmek Cenâb-ı Hakk’a cehil isnad etmek olur. Zamandan münezzeh olan Allah, eşya hakkında sonradan bilgi edinmekten de münezzehtir.
 
Bu şehadet âlemindeki varlıkların o ezelî ilme göre yaratıldıkları da bir hakikat. Hiçbir varlık ilm-i İlâhideki sûretinden bir başka şekilde dünyaya gelemez. Burada bir cebir görünmekte ve bu işler Allah’ın mutlak iradesiyle meydana gelmektedir. İlm-i ezelîde cansız olması takdir edilenin bu dünyaya canlı olarak gelmesi elbette mümkün değil. Aynı şekilde, yarı canlı mahiyetinin hayvan, hayvan mahiyetinin de insan olarak bu dünyaya ayak basması kabil değil.
 
İlâhî iradenin tahakkukunda elbette mahlûkun bir tercih hakkı olmayacaktır. Ama burada unutulan bir nokta var ve oldukça da önemli. Allah, insanı ilm-i ezelîsinde “irade sahibi” olarak takdir buyurmuş. Onu dünya imtihanına atmak dilemiş. Cennet ve cehennemine giden yollardan dilediğini tercih etmesi için de onu iradeli kılmış. İşte, insan mahiyetinin böylece takdir buyurulması da yine İlâhî irade iledir. İlâhî irade hükmünü icra etmiş ve insanlar a’yan-ı sabitelerine uygun şekilde, bu dünyaya iradeli mahlûklar olarak gelmişlerdir.
İradeli olup olmamanın tercihi onlara bırakılmış değil. Burada bir cebir düşünülebilir, insan mecburen iradeli olmuştur. Ama bu iradeyi dilediği gibi kullanmada serbesttir.
 
A’yan-ı sabite değişmez, kaybolmaz. Zira, Allah unutmaktan münezzehdir. Zaten sabit olmanın mânâsı da budur. Bununla beraber a’yan-ı sabitenin müstakil bir varlığı da yoktur. Yokluk ve    varlık arasındadır. Bir diğer ifade ile onların varlığı “mümkün” grubuna girer. Mutlak mânâda yok değillerdir, zira birer ilmî vücutları vardır. Onlara var da denilemez, çünkü varlık sahasına çıkmamış, haricî vücut giymemişlerdir.
 
“Eşya zevâl ve ademe gitmiyor, belki daire-i kudretten daire-i  ilme geçiyorlar.” (Mektûbat) cümlesinde, “eşya yokluk ve hiçlikten gelmiyorlar, belki ilim dairesinden kudret dairesine geçiyorlar” hükmü de saklıdır. Zira, yokluğa gitmeyen yokluktan da gelmiyor demektir.
O halde, “var yok olmaz, yok var olmaz” sözünü söyleyenler, varlığı sadece madde âlemi olarak görmekle hataya düşmüşler, bu âlemin temel unsurlarının sabit kalmasını bir İlâhî nizam olarak değerlendirmek yerine, maddeye ezeliyet vermiş ve her şeyi maddenin yaptığını iddia etmekle hakikattan sapmış, hidayetten uzaklaşmışlardır. Ama bu cümleyi, “İlâhî ilimde mahiyetleri tahakkuk eden varlıkların bu âleme gelmeleri mutlak yokluktan değildir, bu dünyadan göçmeleri de yokluğa gitme değildir” mânâsında kullansalardı doğruyu ifade etmiş, hidayete ermiş olurlardı.
 
Nur müellifinin, “küfür ile iman arasındaki perde ne kadar ince ve ne kadar kalındır” sözü bu meselede de kendini açıkça göstermiyor mu?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum