Ramazan BALCI
Zaman İçinde Bediüzzaman ile sınanmak
XIX. yy Osmanlı hilafetinin dağıldığı yüzyıl oldu. Bu dağılmanın iki yönü vardı. Bir yönü İslam aleminin kaybettiği değerlerle ilgiliydi. Diğer yönü batının saldırgan, aldatıcı ve hiçbir kutsalı olmayan işgal modelleri ile ilgiliydi.
İslam alemi olarak birinci yön ile ilgili gerçekçi tespitler yapılmalı, hatalarımızla yüzleşmeli, kaybettiğimiz değerlerin peşine düşmeli, zamanın icabına göre düşünce ve aksiyonumuzu yeniden inşa etmeliydik.
Bu ameliye elbette güçlü beyinlerin, yetişmiş kadroların işiydi. Risale-i Nurlar bu görevi yerine getirme gücüne sahip bir ekolü ortaya çıkarabilirdi. Ancak beklenildiği gibi olmadı. Rejimin bizzat Nur Risalelerini can düşmanı ilan etmesi, inkarcılığın zorla dayatılması, dar bir sahada iman hizmetleri dışında inisiyatif geliştirme fırsatı vermedi. Ayrıca inkarcı elitin tarih üzerinden İslamiyete ve hilafete saldırması, Müslüman camiada Osmanlı tarihini her şeyiyle savunma içgüdüsü geliştirdi. Bu yüzden biz bir cihan devletini ve onu ayakta tutan hilafet ruhunu niçin kaybettiğimizi öğrenemedik. Tarih bilincimiz Karaoğlan Geliyor türünden öykülerden öteye geçemedi.
Batının işgal modelleri üzerinde yapılan çalışmalar da aynı şekilde eksik kaldı. Balkanların kaybedilme süreci nispeten daha iyi bilinmesine rağmen, Müslüman toprakların kaybedilme sebepleri tamamen ihmal edildi. Batıyı dünyanın merkezine yerleştiren tarih anlayışı, o toprakların tamamen unutulması gerektiğini telkin etmiş olmalıydı.
Avrupa devletlerinin Balkan siyaseti genel özellikleri ile şöyle gelişirdi: Osmanlıdan koparılması planlanan bölgede önce özel okul, hastane, yetimhane ve postahane gibi sosyal yardım kurumları açarlardı. Bu kurumlarda bir yandan ayrılıkçı fikirleri yayıyorlar, diğer yandan tahsillerini ikmal etmek adına yurt dışına çıkardıkları talebeleri isyan çıkarma ve terör eylemleri konusunda eğitiyorlardı. Devlet denetiminin giremediği elçilikler ve postahaneler aracılığıyla her türlü silah ve zararlı yayınlar rahatça ülkeye sokuluyor ve istenildiği zamanda isyan çıkarılıyordu.
Devletin aldığı güvenlik tedbirleri yabancı gazeteler aracılığı ile Osmanlı askerinin katliamı şeklinde takdim ediliyordu. Bu eylemleri uluslararası platformda devlet üzerinde baskıya tebdil eden Avrupa devletleri, bazen anlaşmalar yoluyla, bazen de silah zoruyla devletin bir parçasını koparıyorlardı. Yunanlılar, Sırplar, Bulgarlar, Romenler ve Ermeniler benzerî bir sürecin sonunda ayrıldılar.
İngilizler 1820’lerde başlattıkları bu süreci çok iyi yönettiler. Balkanlarda uydurdukları katliam haberleri için Arnavutları ve Çerkezleri kullanmışlardı. Arnavutlar ve Çerkezler Hıristiyanları kesiyorlardı.
Doğu’daki katliam haberleri için benzer şekilde Kürtler vardı. Kürtler Ermenileri kesen vahşilerdi. Kürtler hakkındaki bütün olumsuz imajların temelinde bu İngiliz politikası yatmaktaydı. İngilizler bu yalanlar ile Ermenilerin özgürlüğe kavuşturulmasını, ıslahat adı altında Ermeniler için özerk bir bölge kurulması hesabını yapıyorlardı.
Kürtlere nasıl batıklarını Islahat layihasına koymak istedikleri bir maddede ortaya koymuşlardı. “Kürtlerin yaylak ve kışlaklarına gidiş ve dönüşlerinde yerli halka verecekleri zararların önlenmesi için geçecekleri yerler devletçe tayin edilecek, kendilerine askerî birlikler refakat edecektir. Kürtler, kışlaklarına dönene kadar güzel hareketlerde bulunacaklarına dair içlerinden bazılarını hükümete teslim edecektir. (rehin verecekler). Göçebe Kürt aşiretleri hükümetin göstereceği arazide iskân edilecektir.”
Genelde büyük hatalar yapmayan ve uzun süreli planlar yapan İngiliz siyaseti, Kürd-Ermeni denkleminde büyük bir hata yapmıştı. Batılıları Kürtlerin vahşi bir topluluk olduğuna inandırmıştı. Ama Kürdleri Osmanlı’dan ayırma hesabı için bu politikanın doğuracağı sonuçları hesaplayamamıştı. Gerçekten de Cihan Harbinden sonra bölgede kurulmak istenilen Kürd-Ermeni ittifakının önündeki en büyük engel, İngilizlerin elli yıldır bölgede ektiği düşmanlıktı.
Bu konudaki girişimler büyük tepkiyle karşılaştı. Kürdler, Ermeniler yerine bin yıllık cihat arkadaşları olan Türklerle beraber olma kararı aldılar.
İngilizlerin etkisindeki ayrılıkçı Kürd hareketleri bu tarihi düşmanlığı, Sultan Abdülhamid’in uyguladığı politikaların sonucu olarak gösterme gayreti içine girseler de Üstad, İngiliz politikalarının hedefini görmüş, gerek Hutuvat-ı Sitte ile gerekse gazeteler aracılığı ile Kürd-Ermeni ittifakına karşı çıkmıştı.
Osmanlı döneminde ele aldığı meselelerin başında Kürdlerin içtimaî meseleleri ağırlık teşkil ederken bu tarihten sonra İttihad-ı İslam’ı ve iman hizmetlerini öne çıkardı. Eski siyasî söylemin yerini, yeni kurulacak devletin ırkçı uygulamalardan uzak kalarak İslam itikadı üzerinde kurulması tezi aldı.
Sözün buraya getirilmesi yazıya koyduğum başlıkla ilgili. Günümüzde üzerinde çalışılan projeler arasında Kürd-Ermeni ittifakının varlığı bilinen bir durumdur. Bu açıdan bakılınca Zaman İçinde Bediüzzaman kitabı üç ana fikir etrafında planlanmış görünüyor.
Elden geldiğince Bediüzzaman’ı ayrılıkçı Kürd hareketinin içinde göstermek. (Uydurma özerklik anlaşmasını imzalamış göstermeleri gibi.)
Ermenilere karşı tarihi duruşunu zoraki tevillerle aslî mecrasından saptırıp, Kürd-Ermeni ittifakı için var olan psikolojik engelleri kaldırmak.
Halk Partisinin Üstad’a yaptığı zulümleri küçültüp, bilakis Demokratları daha zalim göstermek. (Bunu hangi maksat için yaptıklarını anlayabilmiş değilim.)
Osmanlı dönemi siyasî Kürd dernekleri ile Üstad’ın ilişkisi konusunda titiz davranmamız kıskançlık ya da bir gerçeğin üzerini örtme gayreti değildir. Ancak Üstad’ı olduğundan farklı göstermeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
Sözü fazla uzatmadan içinde yaşanılan günlerde Nur talebelerinin bizzat Risale-i Nurlar ile sınandığını söylemek gerekir. Bir insanın hakkının ve hayatının bütün insanlık için de olsa feda edilemeyeceğini ders veren adalet-i mahzayı gerçekleştirme, Hazret-i Hasan’ın hilafetini tamamlama, ittihad-ı İslamı sağlama gibi cihanı kuşatacak hedefleri bulunan Nurculuğu, kısır kavmiyet çekişmelerine mahkum etme elbette bir vebaldir.
İlk planda söylenecek olan Nurcular Kürdlerin yaşadığı acılara duyarsız kaldılar söylemi de gerçeği yansıtmamaktadır. Kürdleri ezen zihniyetin, aynı dönemde Müslüman Türklere de nefes aldırmadığını izah etmeye gerek yoktur. Ülkede kanun hakimiyeti sağlanıp adalet-i hakikiyenin ışıkları göründükçe bu ülkede herkesimin hayallerini hayata geçirebileceği daha görünür hale gelmektedir.
Zaman geçtikçe Kur’an’ın ruhunu temsil eden Risale-i Nur hakikatleri gençleşecek, Üstadın haber verdiği Cemahir-i Müttefika-i İslamiye gerçekleşecektir.
Son siyasi gelişmelerin Kürd meselesinin çözümünün ittihad-ı İslam’da saklı olduğunu göstermesi, Üstad’ın bu konudaki tespitlerini daha da değerli hale getirmiştir. Nur talebelerinin İttihad-ı İslam ve Kürd meselesi ile ilgili tekliflerini kamuoyu ile paylaşmalarına acil ihtiyaç vardır.
HER MOLLA SAİD, BEDİÜZZAMAN DEĞİLDİR
Anadolu’da bir söz var. Her sakallıyı deden sanma derler. Eskiden Kemalistler, zararlı gördükleri her Said ismini, Bediüzzaman diye takdim ederlerdi. Şimdilerde onlardan bir parça kurtulduk. Bu sıralarda ayrılıkçı Kürdler her gördükleri Molla Said’i Bediüzzaman diye takdim etmeye başladılar. Bu usulün yanlış olduğunu gösteren bir belgenin imza kısmını sizinle paylaşıyorum:
“İzdiyad-ı ilme muhtac olan Van vilayetinde aşair ve ahali …
İstirham eyleriz.”
(imzalar)
Ülemadan Vilayet Müderrisi Said, Bediüzzaman Said, Ülema-i Meşayih-i Nakşiye namına Müfti-i Belde Sıdık Enver,
Ülemadan Sıddık, Ülemadan Mecid, Ülemadan Musa, Ülemadan Salih, Ülemadan Said, Ülemadan Mecid
Ülemadan Mehmed, Ülemadan Ahmed, Ülemadan Abdurrahman, Ülemadan Ahmed, Ülemadan Mehmed, Ülemadan Mecid, Ülemadan Mustafa”
Görüldüğü gibi aynı belge üzerinde üç tane Said ismine rastlanmaktadır. Üstad isim karışıklığına engel olmak için ismini-imzasını her zaman Bediüzzaman olarak yazmış ve yazdırmıştır.
Zaman İçinde Bediüzzaman yazarının iddia ettiği gibi, Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Ferid Paşa hükümeti ile imzaladığı ileri sürülen belgelerde görülen Molla Said ismi, Bediüzzaman değil, yukarıda ismi geçen Saidlerden biri ya da Diyarbakır ve Medine’de Müftülük yaptığı rivayet edilen diğer bir Molla Said’dir. (Belgenin konusu ile ilgili olarak ileride ayrı bir yazı yazılacağı için metni tam olarak okuma gereği duyulmamıştır.)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.