Nuray KÖSE
Zirve insan (M.Akif Ersoy)
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı da, er geç silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nereden bilecektir?
Bu mütevazilik kokan dörtlüğü kaleme alırken, kaderin yaratıcısının da onu şairliğin ve zirve insanların mertebesine çıkaracağından, kıymetli bir vatan şairi, fikirleriyle, örnek hayatıyla Müslüman-Türk insanının ve İslâm âleminin gönlünde ve dilinde ebedileşecek kıymetli bir şahsiyet olacağından hiç haberi yoktu. Dahası Rıza-i İlâhiyeden başka bir derdi de yoktu...
Evet, Mehmet Akif Ersoy, İstiklal marşımızın şâiri, büyük fikir ve dâva adamı! Milli Mücadele'yi ateşleyen manevi bir önder! Bilemiyorum onu layıkı ile bir nebze de olsa anlatabilecek miyim?..
Akif, eşi zor bulunur bir yardımsever insandır. Öyle ki, daha delikanlılığa yeni adım atmışken, akraba çocuklarına sahip çıkacak kadar babalık hisleri ile doluydu... Belki de bu güzel huyları ona kazandıran yetimliğidir. Evet, Akif daha on beş yaşında iken ''benim hem babam, hem hocamdır ve ne biliyorsam ondan öğrendim''dediği, müşfik babasını Veremden kaybetmiştir.
Onun ne derece vefakâr bir insan olduğunu arkadaşı Mithat Cemal Kuntay'ın şu hatırasında anlatır: ''Balkan Harbi başlarken Akif bey yegâne geçim yolu olan resmi memuriyetinden istifa etti.
Kirada oturduğu evine bir cuma günü gittim. Beş çocuğundan başka evde dört çocuk daha vardı.
-Bunlar kim? dedim.
-Çocuklarım, dedi.
-Bir hafta içinde fazladan dört çocuk sahibi olmakta tuhaflık var, dedim. Sonra anlattı.
Baytar mektebinde okurken bir arkadaşı ile anlaşmışlar. Kim önce ölürse, ölenin çocuklarına kalan bakacakmış. Arkadaşı vefat edince anlaşmalarının gereğince Akif Bey de çocukları ömür boyu bakmak üzere yanına getirmiş...
Böylesine bir vefa ve sözünün eri olma örneği galiba sadece zirve insanlara has bir özellik olsa gerek.
Yine Mithat Cemal anlatıyor; ''Evet Akif sözünün eri bir insandır demiştik... Yine Meşrutiyetin ilk seneleri, bir cuma günü adam boyu kar yağdı. O gün araba, tramvay, şimendifer kardan işlemedi.
Çapa'daki evimize o gün sütçü, ekmekçi gibi satıcılar bile gelememişlerdi. Öğle yemeğinden sonra biz hâlâ ekmekçiyi beklerken kapı çalındı. Fakat oda ne Akif gelmişti. Bıyığının yarısı donmuştu. Şaşırdım nasıl geldiğini merak ettim.
Beylerbeyi'nden Beşiktaş'a nasıl olmuşsa bir vapur işlemişti.'' Bu kadar mı,'' dedim. Tabii ki bu kadardı. Ve tabii ki Beşiktaş'tan Çapa 'ya bu havada insanlar yürüyerek gelebilirler diyordu. Bu karda tipide yürünen mesafeye ben şaştıkça, Akif de benim hayretime şaşıyordu.
''Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lazımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim dedi''...İnsanların birbirlerine verdikleri sözün, bu kadar korkunç bir şey olması, o gün beni ürkütmüştü...
-Akif, dedim. Sen eğer verilen sözün mânâsını bu türlü anlıyorsan, bana izin ver de, ben bu türlü anlamayayım. Benim verdiğim sözün şiddetli bir lodosa bile tahammülü yoktur. O ''ben Böyleyim'' dedi. Ben de, ben de böyleyim dedim... Bu vak'adan sonra ona söz vermekten korktum. Onun gözünde, ne karayel fırtınası, ne de diz boyu kar, geçerli mazeret değildi.
Yine M. Akif’in, arkadaşı Eşref Kuşcubaşı'na sık sık söylediği şu söz de, onun muhteşem karakterinden ip uçları verir bizlere...''Allah'ın en çok sevdiği şeylerden birisi de, zâlime doğruyu söylemektir!...'' Çünkü Akif'in haksızlığa hiç tahammülü yoktur; karşısında iktidarın hakim güçleri olsa da…
Hele bin bir bâdireler ve fakr-u zaruret içinde kıvranan milletin sırtından geçinenlere karşı hiç mi hiç tahammülü yoktu. Bir gün ona, ''hiç sevmediğiniz kimlerdir?'' diye sorulduğunda ''geçmişlerinin vatan hesabına on parası geçmemiş, bir damla kanı dökülmemiş, bir hizmeti olmamış olduğu halde ağzını memleketin temiz kan damarlarından birisine yamayarak emmekte olan serseri tufeyliler yok mu, işte en sevmediğim bunlardır.'' cevabını verecektir.
Evet, o bir Ahlâk kahramanıydı. Ona bu hükmü, Onunla otuz beş sene hemhal olmuş bir dostu verecektir. Ve bu hükme varmadan, yıllarca onun kusurlarını, falsolarını araştırdıktan sonra şu itirafta bulunacaktır; ''Onu ilk tanıdığım zaman ona inanmadım. Bir insan bu kadar temiz olamazdı.
Fena aktör, melek rolünü oynamaktan bir gün yorulacaktı. Gayr-i tabii bir faziletten yorulan yüzünü bir gün görecektim. Fakat otuz beş sene oldu Onun yanından her çıkışımda, kendime hep kendini inkâr edercesine nasıl çıkıyordu? Mahrumiyetlerden yılmayan seciyesiyle kendisini nasıl kahraman sanmıyordu? Onun temizliği yanında insan kendi günahlardan muzdarip olurken, O, kendisinin bizlerden başka olduğunu nasıl görmüyordu?
İşte bu yüzden Onun yeri zirvelerdi. Fakat gerektiğinde de eli yetişeceği her kese el uzatmaktır esas dertleri. Yeşertmektir kurumuş gönülleri, çölleşmiş sineleri...Zirve insanların, Kur'an’la alâkaları, su- balık misalidir.Bütün enerjilerini Kur’an’dan alırlar. Kutup yıldızımızdır onlar bizim.
Zirvelerin bağrında fışkıran âb-ı hayat kaynaklarıdır onlar. İlahi rahmete sineleri açık olanlar, gönül dünyaları kurumuş nice insanlar, onların bağrında yetişir ve yeşerir...Zirve insanlara selam olsun... İslâm Şâiri merhum M. Akif'in de ruhu şad olsun, mekânı Cennet…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.