Habibi Nacar YILMAZ
Altıncı Söz'deki derinlik
Avrupa'daki arkadaşlarla geçenlerde haftalık dersimizi yaparken misafirlikte idik. Yanımızda da sadece Küçük Sözler vardı. Bir mevzu seçmemiz ve onlara da bildirmemiz gerekiyor. Bunun için Küçük Sözler'i yeniden okumaya başladık.Yüzlerce okumuşuz, ders yapmışız ama sanki yeniden okuyor, hazineler keşfediyorduk. Size de acilen tavsiye ediyorum. Küçük Sözler'i yeniden okuyalım ama gazete gibi değil. Yani kelime ve terkipleri, cümle ve cümlelere yüklenen derin ve dolu mesajları hızlıca geçmeyelim. O zaman vakit öldürmüş, kendimizi kandırmış oluruz.
"Kur'an-ı Hakîm, her asırdaki tabakat-ı beşerin her bir tabakasına, güya doğrudan doğruya o tabakaya hususî müteveccihtir, hitap ediyor." Bu hakikat ışığında, Tevbe Suresinin 111. Âyetinin bu asra bakan mânevî bir tefsiri, bir diğer yönüyle bu asrın cihad-ı manevisinin tarifi, iman anahtarı ile İslam sarayına giren bir mühtediden tut, en ümmiye kadar herkesin cep defteri ve tam bir yol haritası, mükemmel bir programı niteliğindeki Altıncı Söz, şöyle okunmak için okunmaz, gerçekten.
Altıncı Söz öyle de diğerleri değil mi? Diğerleri de öyle. Yedinci Söz'ün başındaki paragraf, zaten İslamiyet'in, hâliyle iki dünya saadetinin formül özetini veriyor. "Sabır ile Halık'ına tevekkül, iltica ve şükür...ne kadar nafi (faydalı) bir tiryaki (ilaç) olduğunu ve Kuran'ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namaz kılmak, kebairi (büyük günahları) terk etmek, ebed yolculuğuna ne kadar mühim, değerli bir bilet, bir zâd-i ahiret (ahiret azığı) bir nur-u kabir olduğunu anlamak istersen..." şu girişe bakar mısınız? Geriye ne kaldı? Bunlar anlamak zaten işin başı. Ama anlamak. Anlar gibi de yapmamak. Kelimeleri ölçmek, biçmek, tartmak, onlarla idman yapmak. Aklî hissesini artırmak.
Bunları anlamak adına öncelikle, Küçük Sözler'de temsillere yer veriliyor. Şimdi bu anlamak, neden önemli? Pozivitizmin yaygınlaştığı bir dönemdeyiz. Yani "İspat et kardeşim." diyor sana. İfadesi düzgün, ispatı keskin olan kazanıyor zamanımızda. Üstad da zaten "Risale-i Nur taklit değil, tahkiktir; dava değil, dava içinde bürhandır." demiyor mu? Kur'an'ın mucize yönünün en önemlilerinden biri de getirdiği temsiller. Özellikle muğlak meseleleri, alışık olduğumuz misallerle izah etmesidir.
Risalelerde de çok yerlerde bu temsil tarzının tezahür ettiğini görüyoruz. Temsil tarzı, bazen delilden çok daha ikna edici oluyor. Hatta aklın yanında vehim, hayal, nefis ve heva, temsille teslime mecbur oluyor. Yani yüksek hakikatlere bazen temsil merdiveniyle daha kolay ulaşabiliyoruz. Onun için, başta Küçük Sözler Nurların birçok yerinde, küçük hikâyecikler şeklindeki temsillere (misaller) epeyce yer verildiğini görüyoruz.
Altıncı ve Yedinci Sözlere tekrar döneceğiz ama önce "Yirminci Mektubun Onuncu Kelimesinin Zeyli" kısmında da geçen Kur'an'daki misallerin çok örneklerinden biri olan Zümer Suresinin 29. Âyetine yer vermek istiyorum.
"Allah, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler."
"Allah şirk ve tevhid arasındaki farkı anlamanız için, birçok geçimsiz kimsenin ortaklığı altındaki köle misalini verdi."
Hani yine Enbiya Suresinin 21. Âyetinde Cenab-ı Allah, "Yoksa onlar yeryüzünden birtakım ilâhlar edindiler de ölüleri bunlar mı diriltecek?" sorusunu sorduktan sonra, 22. Âyet'te de buna cevap olarak "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, kesinlikle yerin ve göğün düzeni bozulacaktı." buyuruyor ya. Bunun daha iyi anlaşılması için, Kur'an'a muhatap olan toplumdaki yaygın bir uygulamalardan da yukarıda verdiğimiz örnek veriliyor.
Bir kölenin iki ya da daha fazla geçimsiz efendisi olunca, nasıl idare çıkmaza giriyor, düzen bitiyorsa; öyle de kâinatın idaresi de iki ilahı değil, sonsuz kudret mâliki bir İlâhı gösteriyor. Kudret sonsuz olacak, çünkü kudretin bittiği yerde başlayan küçük bir fesat, âlemi de dağıtacak. Açık bir kapı yok yani.
Bir defasında, birine bunu anlatınca abi dedi "İki geçimsiz diyor, iki geçimli ilah olamaz mı?" demişti. "O da olamaz." dedim. Ne ihtiyaç var buna? Yani ihtiyaçtan dolayı, biri birinin yanındaysa, iki ihtiyaçlıdan bir ihtiyaçsız çıkmaz. Çünkü ikisi de sonlu. İki sonlu bir sonsuz etmez. Ama kâinatın düzeni, sonsuzu istiyor. "Eğer istişare için iki ilah vardır belki" diyorsan, o da olamaz. Çünkü istişare ihtiyacı, yine noksanlığı, acizliği, bilgisizliği gösterir. İnsanlar böyle oldukları için istişare yapar. Kâinatın gidişatından, istişarenin olmadığını gördüğümüz gibi; istişareye muhtaçlar da sonsuz bir ilâh olamazlar.
Nereden başlamıştık? Küçük Sözler'den, Altıncı ve Yedincisinden. Altıncı Sözde geçen ve aklı en derin yerinden yakalayan, harekete geçiren, ona sancı çektiren, onu yönlendiren, bir diğer yönüyle aklı çoğaltan, kanatlandıran, şevke boğan "Madem her şey elimizden çıkacak, fâni olup kaybolacak. Acaba (bunları) bâkiye tebdil edip ibkâ etmek (bâkileştirmek) çaresi yok mu?" sorusuna bakar mısınız? Böyle bir çare istenmez mi? insanlığımızın, aklımızın, dil ve gözümüzün ebedî olarak yanımızda bulunmasını istemez miyiz? Fakat özür dilerim, bu soruyu "hiç kimsenin elindekini muhafaza edemediğini, insana verilen bütün kıymetli cihazların beyhude gitme tehlikesinin olduğunu ve kıymetten düşeceklerini" ispat ettikten sonra soruyor.
Peki bu sorunun cevabını hangi canipten beklersiniz, kim verebilir? Bu sualin cevabını, yani o kıymetli cihazları sana hediye eden, veren, onlara kullanma talimat gönderen, bütün bu kıymetli varlıkların kaybolduğunu zannettiğimiz ölümün ve sonrasındaki ebedî hayatın sahibi verebilir değil mi? Bu suallerin cevabını bizim gibi mahluk, muhtaç olandan alabilir miyiz? Çünkü O, ebedin sahibidir. İşte O da semavî sadâ-yı Kur'an ile "Bir çare var mı?" sorusuna cevap olarak "Evet, var. Hem beş mertebe kârlı bir surette, güzel ve rahat bir çaresi var." diye cevap veriyor.
Sual: "Nedir?"
Gerçekten kaybolmamış, sönmemiş, çürümemiş, küle dönmemiş, kendini topa, puta, nefse, malayaniyata kaptırmamış her akıl, "Bu nedir?" sualinin cevabını, yüksek bir heyecanla bekler değil mi? Âcizane benim de çok nadirattan bu cevabı okurken, tefekkür ederken, heyecanlandığım olmuyor değil. Fakat bunun devamlı olmasını ne kadar isterdim?
Peki fani olup kaybolacak malımızın ebedîleşmesi için, çare nedir, neymiş?
"Emaneti 'Sahib-i Hâkikisine' satmak. İşte bu satışta, beş derece kârlı bir ticaret var. Kur'an'ımız buna "lentebur ticaret" diyor. Yani hep kârdasın. Zararın yok. Kâr içinde kâr. Peki, zaten bizdeki bu kıymetli cihazların yaratanı, bize hediye edeni, idare edip bir ömür boyu tedbirini göreni, yani bunların "sahib-i hakikisi" Rabbimiz değil mi? Bunu anlatınca, bir arkadaş "Âbi ama benim gözüm, elim, aklım diyoruz." diye itiraz etmişti. Güzel kardeşim, dedim. "O ifadeler, birer mecazdır, yani benimdir, dediğimiz şeyler gerçekte bizim değildir. Çünkü hangisinin idaresi bize ait ki? Yanıldığımız nokta da budur zaten."Cenab-ı Allah da hakikatte O'na ait olan bu cihazları "Gelin bana satın, zayi olmasın." diyor. Satarak böylece beş zarardan kurtulacağınız gibi, beş de kârınız olacak, anlamında bir alışveriş teklifinde bulunuyor.
Evet dostlar, "Satmak ne demek?" "Hem de bana satmak ise, bana asker olup (bu cihazlarda) benim namıma tasarruf etmek demektir." Yani bak, ama harama değil; ye, iç ama helali; konuş ama doğruyu, hakkı; incele, araştır, düşün ama ebedî hakikatleri... Bir yönüyle yasak yok, yönlendirme var. Böyle olursa, nefsin oyuncağı olan "Âdî bir başıbozuğa bedel âlî bir padişahın has bir askeri olursun." Kim istemez böyle şerefli bir rütbeyi?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.